ARSIVANA SAYFA
 
21 Ekim '00
SAYI: 39
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Teslim olmaktansa ölmeyi yeğleriz
Sefaletin koyulaştırılması nın resmi belgesi
Kamu çalışanları üretimden gelen güçlerini kullanmak zorundadır
Sınıf politikasından yoksunluk
POAŞ’ta toplu işten çıkarma sert tepti
Kazanmak için grev silahından başka yol yok!
“İş güvencesi” yasa taslağı ve sendikalar
Ordunun Kürdistan basın turu ve turdan yansıyanlar
Sezer’e rektörler muhtırası
SES Genel Kurulu’nda devrimci çıkış
Birleşik Metal-İş Kongresi
Gün ölümüne bir kararlılıkla harekete geçme günüdür!
Hücre saldırısı ve yeni zindan direnişi
Öleceğiz ama hücrelere girmeyeceğiz
“Her türlü bedeli ödemeye hazır ve kararlıyız!”
Hücre saldırısı ve devrimci sorumluluk
Ümraniye’de provokasyonlar ve saldırı hazırlığı
Habip ve Ümit’i andık
Emperyalist barış politikası Filistin halkının özgürlük tutkusunu yokedemedi
Barış süreci çifte standarttan ibaret
Kıbrıs’ta TC’nin yıkım programına karşı genel grev
Burjuva basından seçmeler
Bir kitap: “Benden selam söyle Anadolu’ya!”
25 yıl önceki Ulucanlar’da ki vahşetin öyküsü
Ulucanlar davasına çağrı
Mücadele Postası
 



 
 
Hücre saldırısı ve devrimci sorumluluk


D. Özgür Yılmaz


Hücre saldırısını püskürtme mücadelesinde kritik bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Bu aşamada, taktik eylem hattımızı belirleyecek olan toplam hazırlık düzeyimiz, kitle ve sınıf hareketinin seyri, düzen cephesinin manevraları, ya da saldırının aldığı biçimin çözümlemesini yapmak ve bunu devrimci kamuoyuna maletmek, devrimci her akım açısından bir zorunluluktur. Sıraladığımız etkenlerin bir süreç değerlendirmesinin içinde yerli yerine oturtulması durumunda sorumluluklarımız, öne çıkan görevler ve bugüne kadar sürdürülen çabaların önemi daha iyi kavranabilecektir.


Hazırlık düzeyi

Hücre saldırısını püskürtme mücadelesinin gelişim sürecini, hazırlık düzeyimizin bir ifadesi olarak da görmek mümkündür. Zira bu mücadelede gelinen düzey, öncelikle devrimci hareketlerin zindanlarda ve dışarıda sergiledikleri kararlılık ve hücrelere karşı kamuoyunda tepki yaratma çabasındaki ısrar ile gerçekleşmiştir. Bu kararlılık ve çaba, devrimci hareketlerin dar etki alanının ötesinde bir etki yaratmıştır. Devrimci tutsakların, tutsak yakınlarının, kitle örgütlerinin ve toplumun ileri kesimlerinin çabası, burjuva basının kimi köşe yazarlarından duyarlı aydın ve sanatçılara, hatta CHP gibi burjuva düzen partilerine kadar (samimi sayılmasalar da) etkide bulunmuştur. Ulucanlar’dan sonraki bir yıl içinde, F tiplerine karşı toplumun önemli bir kesiminde bir karşı duruş geliştirilmiştir. Hücre karşıtı mücadele bu açıdan ‘96 ile karşılaştırılamayacak üstünlüklere sahiptir.

Ancak bütün bu olumlu yanlar bizi hücre karşıtı mücadelenin sınırlılıklarını görmezden gelmeye götürmemelidir. Dışarda sürdürülen mücadele, bütün güçlü yanlarına karşın, devrimci hareketlerin etkilediği kesimlerin ve onun da etrafındaki daha geniş bir kesimin sınırlarını aşamamıştır henüz. Konuya duyarlılıkla yaklaşan kesimlerin şöyle bir sıralanması bunu görmeye yetecektir.

Hazırlık düzeyinin ikinci boyutu zindanlardır. Zindanlardaki devrimci tutsaklar hücre saldırısını püskürtme kararlılığını her fırsatta dile getirdiler. “Hücrelere girmeyeceğiz, direneceğiz!” şiarına uygun olarak, Ulucanlar’dan başlayarak Burdur ve Bergama’da buna uygun bir tutum sergilenmiştir.

Devrimci tutsakların hücrelere girmeme kararlılığına rağmen, son bir yılda hak kazanımı anlamında ciddi bir gelişme olmadığı gibi, giderek hak kaybetmeyle yüzyüze olduğumuz gerçekliğine de gözümüzü kapatamayız. Devletin il merkezlerindeki zindanları kapatma ve kenar bölgelere taşıma politikası, belli ölçülerde başarılı olmuştur. Bayrampaşa’ya dokunulamamış olmasına karşın, Ulucanlar katliamının ardından Buca ve Ankara Ulucanlar boşaltılmıştır. (Ulucanlar’da kalan az sayıda bayan devrimci tutsak ile Bergama’dan Buca’ya yapılan sevkler ile hücrelerin bir biçiminin buralarda yaşama geçirilmiş olması, değerlendirmemizin yanlışlığını değil, tersine, doğruluğunu gösterir.)

Ankara ve İzmir’de devletin aldığı bu mesafenin ardından, bu kez “üçlü protokol” gündeme getirilmiştir. Ancak “üçlü protokol”e karşı etkili bir mücadele verilememiş, protokol kimi yerlerde kısmen, kimi yerlerde tümüyle yaşama geçirilmiştir. Burdur ve Bergama saldırılarına ise gereken cevap verilememiş, devletin saldırılarının teşhiriyle yetinilmiştir. Bütün bunlara karşın, tek tek zindanlarda karşılaşılan kimi sorunlarda, Burdur ve Bergama’da gösterildiği gibi bir direniş tutumuyla saldırıların karşısına geçileceği ifade edilmiştir. Bir yılda kaybedilen mevzilerin tekrar ele geçirilmesi ve yeni hak kazanımları, gelinen aşamada, ancak saldırının temeline yapılacak bir vuruşla sağlanabilir. Farklı bir tutumla yaklaşılmış olsaydı, geçtiğimiz bir yıl içindeki saldırıların püskürtülmesi mümkündü. Bugün gelinen yerde ise, hesaplaşma saldırının odağı üzerinden, yani F tiplerini püskürtme ve “üçlü protokol”ü kaldırtma üzerinden olacaktır.

Bir diğer kazanım ise, hücrelere girmeme noktasında devrimci hareketlerin ortaklaşmasıdır. Eğer bu temel önemde noktada bir ortaklaşma varsa, kimi görüş farklılıkları üzerinden birleşik eylemliliği sekteye uğratmak affedilmez bir hata olacaktır.


Kitle ve sınıf hareketinin gelişimi

Taktik eylem hattımızı belirleyen ikinci konu, kitle ve sınıf hareketinin gelişim seyridir. Kitle hareketi ‘99 Temmuz-Ağustos aylarındaki yükselişin ardından depremle yaşadığı kırılmayı bugüne kadar aşamamıştır. Dipten dibe mayalanan bir öfke ve mücadele isteği olsa da, bunun ifadesi olan tepkiler çeşitli defalar düzenin manevraları ve saldırılarıyla boğulmuştur. Yılbaşından bu yana, önce lastik işçilerinin, ardından belediye işçilerinin grevleri ertelenmiş, bu yolla grevler kırılmaya çalışılmış, ancak buna karşın güçlü bir çıkış yapılamamıştır. Düzen cephesinden özelleştirme, sosyal güvenliğin tasfiye edilmesi, kamu emekçilerinin örgütlülüğüne dönük saldırılar vb. bir yerinden kırılıp saldırı cephesinde anlamlı bir gedik açılamamıştır.

Saldırının kapsamının bilincinde olan devlet, emekçilerin öfkesini bastırabilmek için, saldırılara paralel olarak manevralarını da devreye sokmaktadır. İşsizlik sigortası ve iş güvencesi yasası gibi manevralar, işçi sınıfı ve emekçilere karşı girişilen kapsamlı saldırıyı şirin gösterebilmeyi amaçlamaktadır. Topyekûn saldırının işçi sınıfı cephesine düşen işsizlik sigortası ve iş güvencesi yasası gibi aldatmacalara paralel olarak, devrimci tutsaklara dönük hücre saldırısı için de TMY’de değişiklik, infaz hakimliği vb. devreye sokulmaktadır.

Toplu yıkım saldırısına bir yerinden gedik açacak adımlar, sınıfın görece ileri bir kesimi olan belediye işçileri ya da daha birleşik bir hareket olan kamu emekçileri cephesinden gelebilirdi. Bugüne kadar bu yapılamadı, sadırıları püskürtecek cevaplar verilemedi. Düzenin bir taraftan grev yasaklama, işten atma, KHK gibi saldırıları, diğer taraftan göz boyama amaçlı işsizlik sigortası, iş güvencesi gibi manevraları, bir karşı saldırıyla/hareketle püskürtülemedi.

Kitle ve sınıf hareketinin saldırıları püskürtememesi, hiç kuşkusuz onun parçalı yapısı ve siyasallaşma düzeyi ile ilişkilidir. Bu durumdaki bir hareketliliğin hücre karşıtı mücadelenin bileşeni haline gelememiş olması, tek başına devrimci öznelerin yetersiz çalışmalarıyla açıklanamaz, bir nesnelliği ifade eder. Devrimci hareketler, belli bakış sorunları olsa da (bunun başında birlikte hareket konusundaki tutum ve işçi sınıfına dönük çalışmanın önemini kavrayamama gelmektedir), hücre karşıtı mücadeleyi kitlelere ve kitle hareketine taşımada kendi yaklaşımları ekseninden asgari bir çaba göstermektedirler. Bu çabayı daha ileri düzeylere taşımak elbette mümkündür. Bu çaba, bütün olanaklar seferber edilerek harcanmalı ve daha ileri düzeylere taşınmalıdır.

Devrimci hareketler kitle hareketi ile zindan mücadelesi arasındaki ilişkiyi ‘96’daki gibi değil, daha ileri bir bakışla ele almaktadırlar. Zindan mücadelesi toplumsal hareketin bir parçası olarak ele alınmakta ve bir cephedeki saldırıyı püskürtmekle toplam mücadele arasındaki bağlantı daha doğru bir tarzda kurulmaktadır. Ancak buna rağmen, kitle hareketini öne çıkarma ya da tersinden gözden kaçırma eğilimleri hala da önümüze çıkabilmektedir.

Saldırı topyekûn bir saldırıdır. Saldırının muhatabı olan kesimler ise kendi özgüllüğü/alanı üzerinden saldırıyı karşılamada daha özel bir sorumlulukla hareket etmek durumundadır. Nasıl ki belediye işçilerinin grevinin yasaklanması öncelikle belediye işçileri cephesinden fiili bir direniş başlatılarak karşılanabilecekse, zindan mücadelesinde de böyle bir sorumluluk devrimci tutsaklara düşmektedir. Hücre saldırısının sadece zindanlardaki devrimcilere dönük olmaması, gerçekte devrimci hareketlere ve emekçi kitlelere dönük olması, bu sorumluluğu, ancak geniş kesimlerin siyasallaşması oranında yayma olanağı sağlar. Nitekim ‘70’li yıllarda DGM’ler işçi sınıfının politik direnişleriyle püskürtülebilmiştir.
Dışarda gelişen hücre karşıtı mücadele hücre saldırısını püskürtmek için gerekli zemini oluşturmuştur. Ancak yine de saldırıyı püskürtecek vuruş zindanlardaki direnişler olacaktır. Bu açıdan ‘96’daki durumdan çok daha fazla olanaklara sahibiz. Topyekûn saldırının zindanlara düşen kısmı olan hücre saldırısını kırmak hiç kuşkusuz kitle hareketi üzerinde de büyük bir etki yaratacaktır. Zindan mücadelesi açısından bir sıçrama anlamına gelecek böyle bir gelişme kitle ve sınıf hareketi üzerinde önemli bir prestij sağlayacak, kitlelere güven aşılayacaktır.

Kitle hareketi ve dışardaki hücre karşıtı mücadele ile zindan direnişleri arasındaki bağlantıyı gözden kaçırma, devrimci tutsakların mücadelesini onlarla devlet arasındaki bir çatışmaya indirgemeye götürür. Bir dizi hatalı eylem tarzının ortaya çıkmasına ve devletin provokasyonları ve manevralarıyla toplumun çeşitli kesimlerinin zindan mücadelelerine desteğinin yitirilmesine yolaçar. Tersinden, bu bağlantıyı abartmak ise, sınıf ve kitle hareketinin düzeyinin üstünde beklentilere ve dolayısıyla düzenin saldırılarının altında kalarak tasfiye olmaya ve ezilmeye götürür.

Hücre saldırısının toplam saldırının bir parçası olduğunun kitlelere anlatılması, kitle hareketinin politikleşmesi ve birleşik bir hareketin geliştirilebilmesi açısından büyük bir öneme sahiptir. Kitle hareketinin en önemli kesimi olan işçi sınıfına dönük yürütülen çalışma ise bu çalışmanın en önemli ayağını oluşturmaktadır. Devrimci hareketlerin buna uygun bir çalışmayla hücre karşıtı mücadeleyi bu kesimlere taşıması gerekmektedir. Tersinden, hücre saldırısının püskürtülmesi, emekçileri de kapsayan ve yaşamı hücreleştirmeyi hedefleyen saldırıyı püskürtmek için ilk ama çok önemli bir adım olacaktır. Zindan cephesinden saldırının kırılması, İMF patentli toplam saldırının da püskürtülebileceğini işçi ve emekçilere gösterecektir.


Saldırının aldığı biçim/düzenin manevraları

Taktik eylem hattının belirlenmesindeki son halka, düzenin saldırılarıdır. Devlet 6 adet F tipinin inşaatını önemli ölçüde tamamladı. Ayrıca çok sayıda cezaevinde hücre inşaatları yapıldı. Gardiyan alımları için sınav açıldı ve bazı gardiyanlar F tipleri için eğitime gönderildi. Artık F tiplerinin açılmasının önündeki engel teknik hazırlıkların tamamlanması değil, siyasal zeminin hazırlanmasıdır. Bu çerçevedeki ideolojik propaganda ise uzun zamandır sürdürülmektedir.

Hücre karşıtı mücadele cephesi ‘96 ile karşılıştırılırsa, bugün çok daha büyük bir mesafe katetmiştir. Ancak bunun karşısındaki hücre saldırısı da ‘96’dakinden çok daha kapsamlıdır. Saldırının kapsamı ve buna karşı geliştirilen tepkiler devleti de bir dizi manevraya zorlamaktadır. Bu manevraların bir kısmı tümüyle söylem düzeyinde ve sahtedir. Diğer bir kısmı ise, en azından ilk etapta bazı küçük rötuşlarla hücreleri kamuoyuna kabul ettirmeye dönüktür.

Tümüyle söylem düzeyinde olan manevralar, düzenin politik etkisi altında kalan kesimlerde ciddi etkiler yaratabilmektedir. Örneğin, ‘99’daki Eskişehir sürgünlerinin ardından CMK tarafından yapılan rehin eylemlerinde, Adalet Bakanı her gün televizyonlara çıkıp tehditlere papuç bırakmayacaklarını, “teröristlerle” anlaşma falan yapmayacaklarını açıklıyordu. Ancak üç-dört gün sonra anlaşma yapıldı ve devrimci tutsaklar zaferlerini ilan ettiler. O dönem toplam siyasal gelişmeleri izleyenler, “mezarda emekilik” yasasına karşı devlete öfkenin sokaklara taştığını, tam da böyle bir süreçte devletin zindanlara çekeceği bir operasyonun kitleleri hızla politikleştirebileceğini görmüşlerdir. Ulucanlar’da 2 Eylül’deki koğuş işgalinden sonra idare-asker görüşleri kaldırılmış, bir dizi yaptırıma girişilmiş olmasına karşın, aynı Adalet Bakanı bu sefer televizyonlara olayı görüşmeler yoluyla çözeceklerini açıklıyordu. Halbuki depremin ardından sınıf hareketi bir kırılma yaşamış ve zindanlara yönelik provokasyonlar başlatılmıştı. İyiniyet telkinleri yapılırken, gerçekte operasyon hazırlıkları yürütülüyordu.

Devletin söylem düzeyindeki manevraları düzenin politik etkisi altında kalan kesimleri aldatmaya yöneliktir. Ancak ideolojik tutarsızlıklar, eklektik siyasi bakışlar taşıyan bir dizi grup ve çevre de bu manevralardan etkilenmektedir. Operasyonların adım adım yaklaştığı bir dönemde bile, “henüz bir şey yok, bekleyelim bakalım neler olacak” denebilmektedir.

Devletin gerçek manevraları ise TMY’de değişiklik, infaz hakimliği, af, infaz yasası gibi konulardır. Bu manevralardan TMY’nin 16. maddesinin değiştirilmesi, infaz hakimliği, cezaevi kurulları bugün öne çıkartılmış durumdadır. Af ve infaz yasası değişiklikleri henüz sadece söylem düzeyindedir. Bu manevralar ise düzene karşı eleştirel yaklaşan, ancak düzenle bağlarını tümüyle koparmamış, dolayısıyla devrimci bir karşı duruş sergilemeyen kesimlere yöneliktir. Demokratik kitle örgütleri, bir kısım tutsak yakını, reformist partiler, bu manevralarla yedeklenmeye çalışılmaktadır. Bu manevralar saldırıyı şirinleştirmek için devreye sokulmaktadır. Aynı zamanda yükselen hücre karşıtı mücadeleyi parçalamak ve sersemletmek hedeflenmektedir.

Devletin manevralarını boşa çıkarmanın yolu taktik eylem hattımızı günübirlik değiştirmek değil, manevraların gerçek anlamını açıklamak ve daha güçlü bir şekilde teşhir etmektir. Bu manevralarla cephenin içten bölünmesine kesinlikle izin verilemez. TMY’de yapılacak bir değişiklik hiçbir anlam ifade etmez. İnfaz hakimliği bir iyileştirme değil, tersine bir saldırıdır. Cezaevi komisyonları, demokratik kitle örgütlerinin zindanlarla ilişkisini, ilgisini koparmayı hedeflemektedir. Devlet, manevralarında bile saldırı politikalarını güçlendirmeye çalışmaktadır.

Devletin manevraları aynı zamanda saldırıyı zamana yayarak hücre karşıtı mücadeleyi yıpratıp yormayı hedeflemektedir. Hücre saldırısını bir vuruşta hayata geçiremeyeceğini anladığı için çeşitli manevralarla bir yandan bilinçleri bulandırırken, diğer taraftan kaba zoru kullanarak mücadele isteklerini bastırmayı hedeflemektedir. Düzenin bu politikası, dünyanın pek çok ülkesinde mücadeleyi zamana yayarak ezmeyi hedefleyen “düşük yoğunluklu savaş” ya da “düşük yoğunluklu demokrasi” politikasının bugünün Türkiye’sinde hücre saldırısı çerçevesindeki bir uygulanmasıdır.

Devletin manevralarını boşa çıkarmanın yolu, devrimci kararlılık ve hücre karşıtı mücadeleyi yeni boyuta sıçratacak bir eylem hattını hayata geçirmektir. Mücadelenin yükselmesi, devletin manevra alanını hızla açığa çıkaracak ve zor durumda bırakacaktır. TMY’de değişiklik yaparak, infaz hakimliği getirerek hücrelerin zeminini yaratamayacağını görecek ve manevra alanı daraldıkça daha çok geri adım atmak zorunda kalacaktır. Kararlılıkla yükseltilecek ve bir üst boyuta sıçratılacak mücadele, hücre saldırısını boşa çıkartmanın en kolay, en az zararla çıkılacak yoludur.

Hücre politikası yıllardan beri bir düzen politikasıdır ve bunun kurulu düzen yıkılmadıkça bitmeyeceği açıktır. Nitekim ‘90’ların başında Eskişehir Cezaevi’ne yapılan sürgünlere karşı yürütülen açlık grevleri ile saldırı püskürtülmüş, ancak ‘96’da devlet Eskişehir’i yine gündeme getirmiştir. ‘96’daki zindan direnişinde 12 şehit pahasına püskürtülen saldırı, dört yıl sonra yeni biçimlerde yine karşımıza gelmiştir. Düzenin geri adım atması, toplumun çeşitli kesimlerini politikalarına kazanamaması, tersine, hücre karşıtı mücadelenin bu kesimleri etkilemesiyle olmuştur. Önümüzdeki süreçte de, saldırının püskürtülmesi aşamasında yanımıza çektiğimiz kesimleri tekrar kazanabilmek için devletin bir dizi çabaya gireceği açıktır. Biz de hücre karşıtı muhalefeti daha da güçlendirmeye çalışacağız. Saldırı olanaklarını yarattığı ya da yakaladığı bir dönemde, devletin yeniden saldıracağı ise gün gibi açıktır.

Toplumsal mücadelenin bu temel kuralından yola çıkılarak, devlet hücreleri eninde sonunda hayata geçirecek demek, işin özünde mücadeleye inançsızlıktır. Bugüne kadar işçi sınıfına karşı birçok saldırının hayata geçirilmiş olmasından yola çıkılarak, özelleştirme eninde sonunda hayata geçecek, sosyal güvenlik kurumları eninde sonunda tasfiye edilecek vb. demek ne kadar yanlışsa, F tiplerinin veya hücrelerin hayata geçirileceğini söylemek de o kadar yanlıştır. Düzen olanağını bulursa ya da aynı anlama gelmek üzere mücadelemiz güç kaybeder, zayıflar ya da ezilirse, F tipleri elbette hayata geçer. Ancak son 20 yılın zindan mücadelelerinin tarihi bize güvensizlik değil güven, ümitsizlik değil ümit aşılamalıdır.

Zindanlarda başlatılacak bir toplu eylem ve dışarda yükseltilen hücre karşıtı mücadele devlete, TMY’de değişiklik, infaz hakimliği gibi manevralarla hücreleri hayata geçiremeyeceğini gösterecektir. Elbette bu manevraların boşa düştüğünü görünce af ya da infaz yasası gibi yeni manevraları gündeme getirebilirler. Ancak bu durumda yeni manevralar mücadelenin sağladığı bir siyasal kazanım haline gelebilir. Böyle bir süreçte bu manevralar devlet açısından hiç de kolay değildir. Zira bunlar aynı zamanda F tipleri ile af ya da infaz yasası arasındaki bağlantıyı kitlelere anlatmanın bir imkanına dönüşür.


Hücre saldırısını püskürtmek için ileri!

Devlet hücreleri hazırlamış, bunun zeminini oluşturmak için de liberal bir hücre paketi açıklamıştır. (Bu pakette bulunan manevraların arkasında saldırılar ve operasyonlar vardır). Şimdiden, Ümraniye’de tünel söylentisi, Bayrampaşa’da telefon santrali, örgütünden ayrılmak isteyenlere başka cezaevlerine geçme kolaylığı gibi provokasyon hazırlıklarıyla, saldırıların zemini yaratılmaya çalışılıyor. Bu adımların arkasından hala da sürecin nasıl gelişeceğini bekleme düşüncesi, boynumuzu giyotinin altına yatırıp bıçağın inmesini beklemekten farksızdır.

Böylece, taktik eylem hattımızın oluşturulmasında gözönünde bulundurulması gereken temel bileşenleri; hazırlık düzeyimizi, kitle hareketinin gelişim seyrini ve saldırının aldığı biçimi tanımlamış olduk. Bu noktada sorulacak soru şudur: Hücre saldırısını püskürtecek karşı saldırıya geçmek için koşullar uygun mudur? Dışarda hücre karşıtı mücadelenin geldiği düzey saldırıyı püskürtebilecek düzeyde değildir. Ancak bunun için gerekli olan zemin oluşturulmuş, pek çok kesim mücadelenin içine ya da desteğine çekilmiştir. Gelinen aşamada hücre karşıtı mücadele ya bir sıçrama yaşayarak daha geniş kesimlere ulaşacak ve güçlenecektir, ya da giderek yorulup güçten düşecektir.

Dışarda kararlılıkla sürdürülen hücre karşıtı mücadeleyi sıçratma olanağı, bugün zindanlardan yükseltilecek bir eylemlilikle mümkündür. ‘96’daki SAG-ÖO, 50’li 60’lı günlere geldiğinde dışarda bir hareketlilik başlamıştı. Bugün mücadelenin geldiği aşama o zamandan çok daha farklıdır. Zindanlarda eylemlerin başlamasıyla birlikte dışardaki eylemler yükselecek ve devleti sıkıştırıp geri çekilmeye zorlayan bir düzeye gelecektir.

Hücre saldırısını püskürtmek, düzenin topyekûn saldırısını zindan cephesinden püskürtmek anlamına gelecektir. İşçi ve emekçilere dayatılan yıkım saldırısını zindan cephesinden kırmak, saldırının tamamının da püskürtülebileceğine dair kitlelere güven verecektir. Bu, komünistler açısından bütün kazanımların üstündedir. Düzenin aralıksız süren saldırılarını püskürtebilmek bugüne kadar mümkün olamamış, işçi ve emekçiler yaşadıkları sosyal yıkımla sefalet koşullarına mahkum olmuşlardır. Yoksulluk, işsizlik, yozlaşma, kimliksizleşme toplumsal yaşamı bir cehenneme çevirmiştir. Toplumdaki dört insandan birinin ruhsal bozukluklar yaşadığı bir düzen, bugün bize dayatılan bataklığın boyutunu göstermektedir. Hücre saldırısını püskürtmek, toplumsal yaşamı cehenneme çeviren bu düzene karşı mücadeleyi ateşleyen, onu yükselten bir işlev taşıyorsa, devrimci tutsaklar bu kutsal görev için bedenlerini ölüme değil, fakat gerçekte yaşama yatıracaklar demektir.