18 Ocak 2008 Sayı: SİKB 2008/03

  Kızıl Bayrak'tan
   Ablukayı parçalamak için direnişi büyütelim!
  İstanbul’dan Eskişehir’e Ankara yürüyüşü...
SSGSS saldırısını püskürtmek ve “Herkese sağlık, güvenli gelecek” için grev!..
Sermayenin sendikalardaki “iyi çocuklar”ı
iş başında!
Sendikal bürokrasiye
büyük öfke!
Sınıf hareketinin gelişimi önündeki engeller ve çıkış noktaları
  Emperyalist/kapitalist ‘medeniyet’ler buluştu...
  Devletin emekçilerle yeni sınavı: Paralı üniversite...
Yüksel Akkaya
  İşçi ve emekçi hareketinden....
  Avrasya iç savaş coğrafyasına dönüşüyor...
Pakistan: Balkanlaşma dalgası yayılıyor
Volkan Yaraşır
  Haydutbaşı’nın uğursuz Ortadoğu gezisi sona erdi…
  Uşağa aşağılayıcı muamele…
  Üniversite–sermaye işbirliğinde
girilecek yeni aşama!
  2007’nin Hrant Dink penceresinden bir dökümüdür…
  Kapitalizmde kadın ve kadın emeği
  Emekçi kadınların sesi 17 Şubat’ta Çiğli’deki kurultayda buluşacak!
  Dağıtım engeli basın özgürlüğünün engellenmesidir...
  Liberal solun Gregor Samsa’sı: Baskın Oran
S. Kızılırmak
 yök Alevilere düşen yol Pir Sultanlar’ın yoludur!
  Alevilik ve cumhuriyet...
M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Alevilik ve cumhuriyet...

M. Can Yüce

TC Başbakanı T. Erdoğan, Aleviler için kutsal olan Muharrem “iftarı”na katılınca, Aleviler arasında ve diğer çevrelerde günler süren bir tartışma süreci başladı. Bunu AKP’nin başlatacağı “açılımların” başlangıcı olarak yansıtanlar olduğu gibi, bu pratiği “Alevileri asimile etme girişimi” olarak değerlendirenler de oldu. Bu tartışmalarda, bunların özü bir yana, bizim için önemli olan, TC ile Alevilik inancı arasındaki ilişkiyi ana çizgileriyle irdelemeye, devlet ile Aleviler arasındaki ilişkilerin bundan sonraki yönü hakkında birkaç söz söylemeye vesile olmasıdır. TC ile Alevilik arasındaki ilişkinin özü kavrandığında, dinci bir kökenden gelen, şimdilerde resmi çizgiyle arasındaki sorunları çözerek resmi devlet ve düzen partisi konumunu pekiştiren AKP’nin ve onun Genel Başkanı’nın Alevi inancına yaklaşımının özü hakkında da sağlıklı bir değerlendirmeye ulaşmak mümkün hale gelecektir.

Aleviler, Cumhuriyet döneminin sayısız katliamına maruz kalmalarına, resmen inançsal kimlikleri tanınmamasına, her açıdan bir inkârı ve dışlanmışlığı yaşamalarına rağmen, genel olarak, duruş olarak Cumhuriyet ve M. Kemal tutkunu bir profil çizerler. Bu durum ve duruş çok şaşırtıcıdır; aynı zamanda trajik bir paradoksu anlatmaktadır! Bunun nedenleri var kuşkusuz! Birazcık açmakta yarar var:

Osmanlı dönemi, Aleviler için kimi zaman katliamlara varan baskı, dıştalanma, açık inkâr, yasak, korku ve zulüm dönemidir! Sünniliğin Halife katında en yüksek temsilini bulduğu, Alevi katlinin vacip sayıldığı, dıştalama, küfür ve aşağılamanın resmen ve toplumsal düzeyde egemen olduğu bir dönem, Aleviler için kendini gizleme, inançlarını gizliden gizliye yaşama dönemidir. Korku ve gizli direniş onların düşünsel ve ruhsal durumunu özetler… Osmanlı, onlar için bir yabancı, bir gaddarlık ve zulüm merkezidir! Dolayısıyla imparatorluğun dağılmasını, Saltanat ve Hilafetin kaldırılmasını büyük bir sevinçle karşılamışlardır. Yine 1925’ten sonra geliştirilen ve oturtulan Kemalist laikliği, kendi inançlarına, kendi inançlarını özgürce ve dilediğince yaşama olanağı tanımamasına rağmen sevinçle karşılamış; şeriat ve Osmanlı düzenine dönüş önünde bir barikat, bir güvence olarak algılamışlardır! Bu yaklaşımın bir noktaya kadar anlaşılır bir yanı var, ama sonuçta veba ile kanser arasında bir tercih yapma durumundan öte bir anlam ifade etmemektedir. Kemalist laikliğin Aleviler’e getirdiği, şeriat gericiliğini siyasal, hukuksal alandan kaldırmak, toplumsal yaşamda bu gericiliği belli ölçülerde, “modernleşme” bağlamında, sınırlandırmak düzeyinde kalmıştır. Kemalist laiklik, Aleviler için hiçbir zaman dinsel-inançsal bir özgürlük, inançsal kimliğin bir kabulü, bunun gerektirdiği olanak ve kurumsal güvenceler anlamına gelmemektedir. Osmanlı gericiliğine, dinsel-şerri bağnazlığına göre “modernleşme” bağlamında “ileri” bir adım ifade etse de, Kemalist laiklik, dinsel özgürlük, dinin devletin dışına taşırılması değil, tersine dinin devlet tekeline alınması ve kontrol edilmesi, bunun için devasa bir kurumlaşmanın (Diyanet) yaratılması, Sünniliğin resmi din olarak sürdürülmesi, bunun dışındaki dinsel inançların reddi, inkârı ve görmezden gelinmesi gerçeğini anlatmaktadır. Kısacası bu sistemde Aleviler yoktur, onlar da Sünni-İslam olarak kabul edilmekte, eğitimleri bu bağlamda yapılmakta, görev ve yükümlülükleri bu bağlamda belirlenmektedir!

Böyle olmasına rağmen Aleviler, Cumhuriyeti ve kurucusuna bağlılığı hep yeniden üretmiş, kimi zaman onu “kendilerinden biri” olarak görmüş ve kimi zaman da mistik öğelerle “dokunulmazlar” arasına almışlardır. Devlet ve resmi çizgi ile onun temel sözcüsü CHP ile bu politik-ideolojik bütünleşmenin faturası, hiç kuşkusuz hep ağır olmuştur. Daha öncesi bir yana, Maraş, Çorum ve en son Sivas katliamları bunun en dramatik örnekleri olmaktadır. Bu katliamlar, devlet ve egemenler için krizden çıkmanın bir basamağı yapılmıştır. Maraş katliamı, 12 Eylül askeri darbesinin önemli bir kilometre taşı niteliğindedir. Sivas katliamı 1990’lı yıllarda geliştirilen Çiller-Güreş ekibinin kirli savaş döneminin dönemeci yapılmıştır! Ancak bu açık örneklere rağmen “şeriat” sopası ile yüreği ve beyni korkuyla işgal edilen Aleviler, Kemalizm’den vazgeçmemiş, tersine ona sarılmaya devam etmişlerdir. Özellikle Türk Alevilerde durum budur!

Kürt Alevilerin durumu benzer çizgiler taşısa da kendine özgü yanları vardır. Osmanlı, onlar için de baskı, katliam, açık ve resmi dışlanma anlamına gelmektedir. Dahası Yavuz döneminde gerçekleştirilen büyük katliamlar, Kürdistan’da kurulan Sünni-Şafi Kürt beylerine dayanan “beylik sistemi”, Aleviler için ek baskı, talan ve zulüm anlamına gelmektedir. O nedenle Şafi Sünni Kürt beylerine duyulan nefret ve korku Osmanlı nefretini ve korkusunu gölgelemektedir. Dıştalanma, aşağılanma ve “katli vacip” kültürü, günlük yaşamın ayrılmaz parçaları haline gelmiştir. Bu nedenle dağ eteklerinde, şehir ve ovadan uzak yerleşim yerlerini tercih etmeleri bu büyük korku kültürünün bir parçasıdır! Bu ağır politik, dinsel-kültürel ve toplumsal durum Hamidiye Alayları döneminde daha da ağırlaşmış ve yaşamı dayanılmaz boyutlara çıkarmıştır. Bunlara karşılık kendine özgü yaşam çizgilerinde direniş, bunun dayandığı felsefe ve kültür, düşünsel ve ruhsal yaşamlarını hep canlı tutmuş ve beslemiştir! Daha çok kendi başına yaşayan, coğrafik konumu nedeniyle Osmanlı ve Sünni Kürt beylerinin baskısını çok yakından yaşamayan ya da daha sınırlı yaşayan Dersim Alevileri’nin durumu biraz daha farklıdır. Ama Sünni Kürtlerle yan yana ve iç içe yaşayan Kürt Aleviler’in yaşam koşulları çok ağırdır. Bu ağır koşulların kendine özgü kişilik ve ruhsal yapılar şekillendireceği de çok açıktır. Bu da başka bir tartışma konusudur, geçiyoruz.

Osmanlı dönemini kendisi için bir karanlık ve zulüm dönemi olarak algılayan, o dönemi acıyla anan Kürt Aleviler’de inançsal kimlik ulusal kimlikten önde gelmekteydi. 1970’li yıllarda ve öncesinde Dersim dışındaki Kürt Aleviler’e “kimsiniz”, “kimliğiniz nedir” diye sorduğunuzda, “Alevi” yanıtını alırdınız. Türkleştirme çarkından geçmeyenler, Türk olduklarını da kabul etmezlerdi. Kendilerini salt inançsal-dinsel kimlikleriyle tanımlarlardı. Bunu salt 1940-50’lerden sonra kurumsal olarak geliştirilen asimilasyon-Türkleştirme politikası ve sonuçlarıyla açıklamak, yetersiz bir yaklaşım olur. Yine devletle işbirliği yapan, M. Şerif Fırat türünden Truva Atları’yla açıklamak da yetersizdir. Kuşkusuz bunların da önemli etkisi olmuştur, ancak bunun kökleri Osmanlı’ya ve daha öncelere uzanmaktadır.

Alevilik, devlete, düzene, egemen dine derinden ve sürekli bir direnişi, “muhalefeti” anlatmaktadır. Kimi dönemlerde bu radikal bir duruşa, daha sert başkaldırılara da dönüşmüştür. Ancak genel durumu derinden ve sürekli bir “muhalif duruş” niteliğindedir. Bu da aslında bir yaşam tarzını anlatmaktadır. 1970’li yıllardan sonra devrimci ve yurtsever hareketlerdeki Alevi gençliğin kitlesel varlığı, genelde Aleviler’in etkin desteği rastlantı değildir; bu, hem geleneksel direniş duruşlarından, hem de toplumsal konumlarından kaynaklanmaktadır. Yoksa bu dönemdeki hareketler Aleviler’i ve sorunlarını devrimci demokratik bir tarzda algılamış ve ortaya koymuş, bunu demokratik bir programa ulaştırmış değillerdir.

1990’lı yıllar, aynı zamanda Aleviler için “uyanış” yıllarıdır. Kimliklerini açıkça ifade etmekte, konumlarını, sorunlarını ve çözümlerini açıkça tartışmakta, bu eksende örgütlenmektedirler. Cemevleri, dernek ve vakıflar bu dönemeden sonra kurulmuş ve çoğalmıştır. Bunda Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nin Kemalizm’e vurduğu darbe, resmi çizginin toplum katında yaşadığı çözülme çok önemli bir rol oynamıştır. Yine yoğun göç ve bunun sonucunda yaşanan “kentleşme” olgusu ve sonuçları, bunun toplumsal zeminini yaratmıştır. Genelde insan hakları, demokrasi bağlamında süren tartışmalar ve hareketler de etkide bulunan diğer etkenlerdir.

Bu süreç aynı zamanda Aleviler’in hızlı bir şekilde saflaştıkları bir süreçtir. Saflaşma ulusal boyutta olduğu gibi sınıfsal ve toplumsal boyutlarda yaşanmıştır. Bu, kendisini ideolojik, politik ve örgütsel boyutlara da yansıtmıştır.

Bu gelişmeleri gören TC, bu gelişmeleri etkileme, giderek kontrol altına alma çabalarını geliştirmiştir. Hacı Bektaş Şenlikleri’ne gösterilen ilgi ve devletin en üst düzeyde ilgi göstermesi, bunun sadece simgesel ifadesi olmaktadır. Özal ile başlayan bu ilgi, bugün T. Erdoğan ile devam etmekte, yeni bir noktaya taşınmak istenmektedir. Kuşkusuz bu ilgi, Alevi hareketini kontrol altına alma ve giderek devlete eklemleme hareketinden başka bir şey değildir. Bu çaba, “devşirme” Aleviler’in sayısını çoğaltmayı da içermektedir…

Varolan devlet düzeni, TC’nin resmi çizgisi ile Aleviler’in demokratik taleplerini bağdaştırmak, uzlaştırmak mümkün mü?

Bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir. Kemalist laiklik, TC iktidar sisteminde bir köşetaşı niteliğindedir. Kemalist laiklik, din ve inançlar karşısında eşit mesafede durma, din ve inançları bütünüyle devletin dışında tutma gibi demokratik laikle çok az ortak yanı vardır. TC, dini politik iktidar sisteminin kontrolü altında tutma ve kendi ihtiyaçları doğrultusunda yönlendirme ihtiyacı ve bunun kurumlaşmasından vazgeçebilir mi? Yani Diyanet İşleri Başkanlığı’nı dağıtabilir mi? Dinin yönetimini devletin dışındaki alanlara bırakacak mı? Bu doğrultuda yaratılmış hukuksal yapıyı, devasa kadrolaşmayı tasfiye edecek mi? Peki bunlar yapılmadan Alevi inancını tanımak, bu inanca kendisini özgürce yaşama olanaklarını sağlamak mümkün mü? TC’yi ve iktidar sistemini görmezden gelmeden bu sorulara olumlu yanıt vermek mümkün değildir!

Kimi Alevi çevreler, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde Aleviler’e yer verilmesini istemektedir. Bunun gerçekleşmesi mümkün değildir, mümkün olsa bile o zaman bu, Aleviliğin özüyle bağdaşmaz!

Aleviler’in inanç ve ibadet özgürlüğü yönündeki istemleri demokratik istemlerdir. Ama bu istemlerin TC’nin mevcut yapısıyla, laiklik sistemiyle ve bu sistemin içinde gerçekleşmesi hemen hemen olanaksızdır. Bu sistem dağıtılmadan, ya da çok radikal bir değişim-dönüşüm programına tabi tutulmadan bu istemlerin gerçekleşme olanağı yoktur. Ama öte yandan bu yönlü istemler ve hareketler derinleşerek devam edecek, iç tartışma, saflaşma süreçleri de derinleşerek devam edecektir… Buna paralel olarak devletin ve devlet partilerinin bu hareketle oynama, asimile etme, kendine bağlama ve özünü boşaltma çabaları da aralıksız devam edecektir.

Bu noktada devrimci yurtsever ve devrimci sosyalist hareketlerin programatik ve pratik duruşu önemlidir. Öncelikle Alevi sorununu doğru algılamak, demokratik istemlerini doğru bir biçimde programlaştırmak, bu programın günlük pratik mücadelesini vermek, Alevi hareketi içindeki saflaşmada emekçi, yoksul ve demokratik-halk öğelerini desteklemek ve onların mücadelesinin yanında olmak durumundadırlar. Devletin bozma ve yozlaştırma çabalarının önüne ancak böyle anlamlı çalışmalarla geçilebilir…

15 Ocak 2008