19 Eylül 2008 Sayı: SİKB 2008/38

  Kızıl Bayrak'tan
   Soluğu kesilen kapitalizm
   İşbirlikçi sermaye devletinin iyimser vaazları sahtedir!
Mehmetçik medyayı toplayan ordu sefere mi hazırlanıyor?
Kürt halkına ve diline özgürlük!

Kadıköy Belediyesi’nde grev!

İşçi ve emekçi hareketinden…
  Direnişteki UNO işçileriyle konuştuk...
  12 Eylül protestolarından…
  12 Eylül askeri faşist darbesi ülke çapında protesto edildi...
  Ticari Eğitime Karşı Gençlik Koordinasyonu’nun
6. Toplantısı’nda buluşalım!
  Bir deney üzerine gözlemler…
  Pakistan: Emperyalist savaşın yeni cephesi!
  Bolivya ile Venezüella’da ABD destekli darbe hazırlıkları…
  Dünyadan…
  Yeni dönem mücadele gündemleri ve komünist gençliğin görevleri...
  Anti-faşist mücadelenin sorunları ve faşizme karşı mücadele
  Sol liberalizm: İllüzyon tüccarları ve kolera günleri / 3
Volkan Yaraşır
  Küçük-burjuva dükkancı zihniyet festivallerde de iş başında!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Bir deney üzerine gözlemler…

Bilimsel bir deneyi gerici bir teoriye dayanak etme çabaları

K. Ali

Geçtiğimiz günlerde İsviçre-Fransa sınırında bulunan Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’nde bir deney gerçekleştirildi. Daha doğrusu, yaklaşık 10-15 yıl süreceği tahmin edilen bir araştırmanın başlangıcı yapıldı.

Son iki-üç haftadır medyada bu konuya genişçe yer ayrıldı. Özellikle son bir haftadır da neredeyse esas gündemi bu konu oluşturuyordu. Yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada konu yoğun bir şekilde işlendi, hatta bu deney yüzünden dünyanın sonunun geleceğine dair senaryolar bile üretildi. Böylece oldukça büyük oranda bir ilgi yoğunlaşması sağlandı konu üzerine.

Öncelikle belirtilmesi gereken bir nokta var. Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi 1954’te kuruldu. Ve ‘80’lerin başından bu yana daha küçük parçacık hızlandırıcıları kullanılarak önemi hiç de geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilenden daha az olmayan birçok deney gerçekleştirildi. Fakat bugüne kadar hiçbir deney için bu kadar yaygara koparılmamıştı.

Bu kadar gürültü eşliğinde ileri sürülen en önemli iddia, madde hakkında yeni ve çok önemli bilgiler elde edileceği. Bu sayede, 14 milyar yıl önce gerçekleşen, evrenin yaratılış anı olarak kabul edilen Büyük Patlama’ya (Big Bang) ve sonrasına, böylece de genel olarak evrene ilişkin birçok şeyi anlayabileceğimiz söylendi. Üstelik, bu yeni bilgiler sayesinde önemli teknolojik ilerlemeler sağlanacak ve bu da hayatımızı kolaylaştıracaktı...

 Tüm bu söylemlerin ortak paydasını “madde”yi daha derinden anlamak, kavramak ve maddenin sırrını çözmek vb. ifadeler oluşturuyor.

Yerli-yabancı tüm medya organlarında, elbirliği yapılmışcasına bu deney üzerine ve özellikle de büyük patlama teorisi üzerine hararetli tartışmaların geçtiği programlar yayınlandı. Bu deney dolayısıyla koparılan yaygaraya ve yapılan reklama ilişkin çeşitli yorumlar yapılabilir. Yalnızca ideolojik sonuçları itibariyle duruma bakılırsa, en önemli sonuçlardan biri, Büyük Patlama Teorisi’nin, medya aracılığıyla haftalarca propagandasının yapılması oldu. Böylelikle bu teori ilk kez bu kadar geniş çaplı bir organizasyonla kitlelerin gündelik yaşamına sokulmuş oldu. Bu sayede resmi bir “başlangıç” yani “yaratılış” düşüncesi “bilimsel temellere kavuştu”. Zaten tartışılan da, böyle bir teorinin doğru olup olmadığı değil, yaratılış anında ve sonrasında neler olduğu... Yani evrenin bir başlangıcı olduğu, yani “bir şey” dolayısıyla yaratıldığı peşinen kabul ediliyor, ettiriliyor. Ve evren bu yaratılış an’ına indirgeniyor; evreni anlamak, bu yaratılış an’ını anlamaya indirgeniyor. Yazılı ve görsel medyada da bir sürü akademisyen bunun gerçekten böyle olduğuna dair ayrıntılı açıklamalar yaptı. Bu sürecin gözardı edilmemesi gereken ideolojik sonuçlarından biri budur.

Fakat işin aslı hiç de öyle medyada ısrarla anlatılmaya çalışıldığı gibi değil. Büyük Patlama Teorisi, son derece belirgin bir sınıfsal tutumu yansıtan, tam anlamıyla gerici bir teoridir. İnceltilmiş biçimler altında yutturulmaya çalışılan metafiziksel bir kabulden ibarettir. Özellikle şu nokta üzerinde önemle durmak gerekiyor: Büyük Patlama Teorisi esas olarak bilimsel deney ve gözlemler sonucunda ulaşılmış/oluşturulmuş bir teorem değildir. Bu, siyasal iktidarı ve dolayısıyla üst yapıyı elinde tutan egemen sınıfların dünya görüşüne ait ilkesel bir tutumdur; özel mülkiyetçi ilkelere uygun en genel dogmadır. Bu teori, farklı biçimler altında, tarihsel olarak ilk sınıflı toplumlara kadar uzanan son derece köklü bir kültürel arka planı olan sınıfsal bir tercihtir

Gerici sınıfsal tutum, kendi özel mülkiyetçi dünya görüşünün bir yansıması olarak ve bu mülkiyetin bir ifadesi olarak her olguya, sürece, nesneye, fenomene vb. bir başlangıç ve bir son çizmek ve onu sınırlamak, onu belirli sınırlar içinde tutmak; deyim uygunsa o şeyi kendi “mülkiyetine” almak zorundadır. Evrene ilişkin olarak kabul edilen başlangıç, yani Büyük Patlama Teorisi, bu mülkiyet görüşünün bir yansımasıdır. Genel olarak üretim süreçlerinin dışındaki sınıfların, üretim araçları ve ürünlerine genel olarak el emeği harcamadan sahip olabilmelerinin koşulladığı algı biçiminin bir yansımasıdır aynı zamanda.

Teoriyi doğruladığı ya da desteklediği iddia edilen tüm fiziksel bulgular, başka bir sınıfsal zemin üzerinden, proletaryanın marksist dünya görüşü temeli üzerinde yorumlanırsa bambaşka sonuçlara ulaşılır. Bu fiziksel bulguların burada tek tek yorumlamaya elbette olanak yok. Bu hem konuyu dağıtacaktır, hem de burada vurgu yapılmak istenen ideolojik özü karartacaktır. Fakat şu kadarını belirtmekte fayda var: İnsan, kendi dışındaki nesnel gerçekliği anlamaya, açıklamaya çalışırken, yine bizzat o nesnel gerçeklikten soyutlayarak elde ettiği kavramları kullanır. Ve bu kavramlar, her zaman, insanın nesnel gerçeklikle olan tarihsel ve belirli bir durumunu yansıtır. Bu belirli durum ve tarihsel dönem değişirse, kavramların içeriği de değişir, gelişir. Bu yüzden kavramlar arasındaki ayrım mutlak değil, görelidir. Fakat konu, dünyamızdaki ya da evrendeki belirli bir durum, süreç ya da herhangi bir fenomen değil de genel olarak evrenin kendisi, tüm evren olunca, konuya ilişkin olarak kullanılan kavramlar da kendi kuramsal sınırlarına ulaşır ve kendi ayrımlarını yitirir. Bu yüzden evrene bir başlangıç sınırı çizmek, aynı zamanda o sınırın ötesini yani öncesini de tanımlamaktır. Evrenin toplam hacminden söz etmek, o hacmin ötesine adım atmaktır, evrenin bir diğer bölgesine geçmektir; evrendeki toplam kütle miktarından söz etmek ise, o miktardan daha çoğunu dile getirmek demektir. Yani genel olarak, evreni herhangi bir açıdan sınırlamak, evreni o sınırın ötesine taşımak olmaktadır. Sözü edilen ve nesnel olarak aşılan bu sınırların ötesine ilişkin, her ne kadar henüz kuramsal olarak yalnızca varlığına dair bir saptama yapabiliyorsak da, yanlış yorumlanan tüm gözlem ve ölçümlerden daha değerli olan, diyalektik mantığın bize gösterdiği bu kuramsal sonuçtur. İşte bu durum, yani sınır çizdikçe sınırsızlığa yol almak, diyalektik maddeci düşüncenin temel niteliklerinden biridir ve “sonsuzluk” kavramının maddeci tanımlanışıdır. Evren nicel hokkabazlıklarla değil, diyalektiğin nitel özüyle kavranabilir.

Marksizm bize evrenin önsüz-sonsuz bir nitelik olduğunu söylemektedir. Marksist bilim insanları da Büyük Patlama’ya benzer bir teoriyi, tüm evrene ilişkin değil, evrenin belli bir bölgesine, belli sınırlar ilişkin bir durum ya da olay olarak kabul etmektedirler. Yani sonsuz evrenin sonlu bir bölgesinde. Bu anlayış, evrenin yaratılışı gibi, zamanın başlangıcı gibi, gerici fikirlere taban tabana zıt, başka bir dünya görüşünü dile getirmektedir.

Engels, benzer bir durum üzerinden şarlatan Dühring’i yanıtlarken, tartıştığımız konuya ilişkin son derece net ve aydınlatıcı olan şu açıklamayı yapıyor:  “Burada da (…) insan düşüncesinin zorunlu bir biçimde mutlak olarak tasarlanan niteliği ile, onun salt sınırlı düşünceli bireylerde güncelleşmesi arasındaki aynı çelişkiyi, ancak sonsuz bir gelişme içinde, insan kuşaklarının, hiç değilse bizim için, pratik bakımdan sınırsız ardışıklığı içinde çözümlenebilecek çelişkiyi görüyoruz.” (Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, Mart 1977, Ankara, s.167) 

Hiçbir zaman hiçbir bilgi bize evrenin sırrını tam olarak vermeyecek, evreni tam olarak anlamamızı sağlamayacaktır. Bu, Engels’in dediği gibi “ancak sonsuz bir gelişme içinde, insan kuşaklarının” çözümleyebileceği bir sorundur, çelişkidir. Bu çelişkinin bugünkü ve de yarınki görünüşü her zaman, insan düşüncesinin sınırsız doğasının sınırlı bireylerde dile gelmesi dolayısıyla olacaktır. Gelişim, bu çelişkinin sürekli bir biçimde ortaya çıkması ve çözümlenmesiyle kendini gösterecektir. Aslında bugün olan da budur, fakat gericilik, bilimi her zaman olduğu gibi kendi gericiliğine dayanak yapmaya çalışmaktadır.

Yazımızın konusunu oluşturan deneye ilişkin olarak yazılı ve görsel basında sık sık duyduğumuz iddialardan biri de, yazının girişinde belirtildiği gibi, maddeyi daha derinden anlamak, kavramak ve maddenin sırrını çözmek vb. ifadelerle dile getirilen düşüncedir.

Bu deney ve elde edilecek sonuçlar, elbette maddeyi daha derinden kavramaya yardımcı olacaktır. Fakat bu, işin yalnızca bir yönüdür ve maddeyi kavramanın asıl yolu değildir. Bu deney dolayısıyla medyada yer alan haber, açıklama, söyleşi, oturum vb. programlarda, bu tür karmaşık fiziksel sorunların araştırılması ve çözümlenmesinin maddeyi ve evreni kavrayabilmenin esas yolu olduğuna dair değişik tonlarda vurgular yapıldı sürekli. Peki, gerçekten öyle mi?

Öncelikle maddenin Lenin tarafından yapılan tanımına bir bakalım: “Madde, insana duyumları tarafından verilen ve duyumlarımızdan bağımsız olarak var olan, duyumlarımız tarafından kopya edilen, resmedilen ve yansıtılan nesnel gerçekliği gösteren felsefi bir kategoridir.” (Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, Sol Yayınları, Nisan 1988, Ankara, s.136)

Konunun en kritik noktası, Lenin’den yapılan alıntıda yer alan “kategori” sözcüğünde gizlidir. Lenin’in dediği gibi, madde felsefi bir kategoridir. İnsanın duyularından ve bilincinden bağımsız olarak var olan dış dünyaya ait her şey madde kategorisi altındadır. Yalnızca nesnelerin genel olarak fiziksel yapıları, özellikleri değil; uzay, zaman, doğa yasaları, sosyo-ekonomik yasalar, toplumsal kültür biçimleri vb. tümü de madde kategorisi altında tanımlanabilen nesnel gerçekliklerdir. Sözü edilen deneyle incelenen, araştırılan maddenin yalnızca sınırlı bir görünümüdür. Maddenin cevher ya da tözsel dediğimiz yanını oluşturan, durağan kütlesi olan kesikli (atomlar, moleküller) bir yapıya sahip olan yanıyla; durağan kütlesi olmayan sürekli (çekim ve manyetik alanlar gibi) bir yapıya sahip olan iki farklı niteliğin ilişkisidir, bu deneyde araştırılan ve araştırılacak olan. Maddeyi daha derinden anlamak ise maddenin daha yüksek ve karmaşık yapılarını anlamak demektir. Söz konusu deney, inorganik alanda yapılan bir araştırmadır. Organik alan, özellikle çeşitli yaşam formlarının görüldüğü alan, maddenin daha yüksek bir hareket biçimidir. Toplumsal yaşam ve toplumsal yaşamın ortaya çıkardığı bilinç biçimleri ve nesnenin en üst örgütlenme biçimi olan psişik faaliyet, maddenin en üst hareket biçimidir. Maddeyi daha derinden kavramak, bu yüksek hareket biçimlerine hükmeden yasaları kavramaktır asıl olarak. Ve bu sayılanların tümü madde kategorisi altındadır, “maddî”dir. Maddeyi daha derinden anlamak, insanın doğayla olan ilişkisinin yasalarını, toplumsal yapıları, bu yapıların koşulladığı bilinç biçimlerini tarihsel bağlamları içinde kavramaktır. Maddeyi daha derinden kavramak, maddeyi daha derinden kavramanın önündeki engelleri kavramaktır.

Burada yapılmak istenen elbette, bu deneyle araştırılmaya başlanan ve önümüzdeki yıllarda da devam edecek olan bilimsel çalışmaları küçümsemek değildir. Binlerce bilim insanı ve emekçinin emeğiyle oluşturulmuş olan bir deney programı ve düzeneğinin ortaya çıkaracağı bulguları elbette önemsemek gerekiyor. Ama onu, bilimin nesnel doğasına uygun bir şekilde algılamak ve yorumlamak, burjuvazinin gerici dünya görüşüne alet etmemek kaydıyla...


“Nükleer ihale iptal edilsin!”

Küresel Eylem Grubu, nükleer santral ihalesinin iptal edilmesi için 17 Eylül günü Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nde basın açıklaması gerçekleştirdi.“Nükleer lobi işbaşında! İhaleye hayır!/KEG” pankartının açıldığı basın toplantısında, açıklamayı KEG çalışanı Nuran Yücel yaptı. Yücel, hem insani, ekolojik, vicdani nedenlerle hem de bilimsel gerekçelerle nükleer santral yapımına karşı olduklarını ifade etti. Nükleer atıkların ne yapılacağı konusunda hiçbir geçerli çözüm bulunmadığından, santrallerin tehlikelerinden sözetti.

Nükleer santrallerin ekonomik olmadığını vurgulayan Yücel, nükleer enerjiyi küresel ısınmaya çare gibi göstermenin büyük bir aldatmaca olduğunu belirtti. “Nükleer rönesans” diye bir şey olmadığını, iş sahasını kaybeden nükleerci şirketlerin Türkiye gibi ülkelerin nükleer bataklığa çekmek için söyledikleri sistematik yalanlar olduğunu söyledi. Türkiye’nin hem rüzgar, hem de güneş enerjisi üretmek için oldukça elverişli bir konumda olduğunu, enerji verimliliği ve tasarrufun nükleer enerjinin en önemli alternatifi olduğunu dile getirdi. “Nükleer enerji, nükleer silah çılgınlığının temelidir. Nükleer enerji savaşçıdır, militaristtir, nükleer silahların ilk adımıdır” dedi. Açıklamanın ardından konuşmalar yapıldı.

Kızıl Bayrak / İstanbul

 

Nükleer santraller ölüm demektir!

Nükleer santraller tüm dünyada terkedilirken, sermaye hükümeti insan ve çevre sağlığını hiçe sayarak nükleer santrallerle ilgili çalışmalarını hızlandırdı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı Türkiye Elektrik Ticaret Anonim Şirketi (TETAŞ) tarafından çıkılan nükleer santral ihalesinin 24 Eylül’de yapılacağı bildirildi. Santralin Mersin Akkuyu’da yapılması planlanıyor. Türk firmalarının yanı sıra Kanada, Japonya, Fransa, Belçika, Rusya, Güney Kore, Çin ve Almanya’dan firmalar bu ihaleye katılacaklar.

Oysa nükleer santrallerle ilgili yasal düzenlemelere ilişkin yargı süreci bile henüz bitmedi. Sermaye hükümetinin bu kadar acele etmesinin nedeni, nükleer santraller üzerinden kasalarını dolduracak olan tekellerin uyguladığı basınçtır. Sermaye hükümeti santralleri, “Türkiye’nin enerji sorununu çözmek” adına yapmak istediğini iddia etse de, bunun hiçbir inandırıcılığı bulunmuyor. IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleri dışında bir şey yapma şansı olmayan sermaye devleti, bir kez daha ülke insanının yaşam alanlarını katletmeye hazırlanıyor. Şimdiye kadar açılan nükleer santral ihaleleri üç kez başarısızlıkla sonuçlandığı için şimdi işi sıkı tutmak istiyor.

Sermaye hükümetinin nükleer santral kararlılığını meşrulaştırmak için sermayeye hizmet eden çevreler, nükleer santrallerin yararlarından bahsederken, zararlarına hiç değinmemektedirler. En basitinden nükleer santrallerin atıkları için dünyada hala sürekli depolama alanları kurulamıyor ve bu atıklar milyonlarca yıl doğadan yok olmuyor. Ya da Çernobil kazası tüm olumsuz sonuçlarıyla hala kendini hissettiriyor. Yine sermaye çevreleri ülkenin enerji ihtiyacını ve nükleer enerji ile ucuz elektrik üretimi sağlayacaklarını ifade ediyorlar, ancak bu nükleer santrallerin bakım ve güvenlik maliyetlerinin kuruluş maliyetlerini aştığından bahsetmiyorlar. Bu santrallerin ekonomik olmadığına dair bir diğer veri ise, bu santrallerin kuruluş süresinin oldukça uzun olması ve kullanım ömrü tamamlandığında söküm ve saklama maliyetlerinin kuruluş maliyetlerini katbekat aşmasıdır. Kullanılan yakıtların zararsızlaştırılmasına dair geçerli bir yöntemse hala yoktur. Ayrıca kullanılan yakıtların depolanma süresinin yüzyıllarla ölçülmesi ve güvenli bir saklama yönteminin olmaması ciddi bir sorun olarak ortada duruyor.

Nükleer santrallerin insan sağlığına zararlarına dair ise birçok veri bulunmaktadır. Geçtiğimiz günlerde TTB, Çevre İçin Hekimler ve IPPNW nükleer santraller çevresinde yapılan araştırmaların verilerini sundu. Bu verilere göre; nükleer santraller yılda, çevresinde yaşayan bir milyon kişiden 600-1000’inin ölüme neden oluyor, bunların yüzde 80’ini santral çalışanları oluşturuyor. Her 100 bin kadından ortalama 26-28’i meme kanserinden ölüyor. Çocukluk dönemi kanserlerinde -özellikle kan kanserleri- iki kattan fazla artış olduğu saptanmış bulunuyor.

Sermaye çevrelerinin tüm çabalarına rağmen, nükleer santraller, yaşam alanlarını doğrudan tehdit edilen yöre halkları, çeşitli çevre örgütleri ve meslek odalarınca tepkilere konu olmaktadır. Nükleer santrallere karşı gösterilen toplumsal tepkinin giderek artması anlamlıdır. Sermaye devleti ise, ölüm demek olan nükleer santrallere karşı yapılan eylemlere saldırmakta, “çevrecinin daniskası” Erdoğan tahammülsüzlüğünü tüm küstahlığıyla göstermektedir.

Tekellerin çıkarları uğruna insan ve doğal yaşam katledilirken, sağlıklı bir yaşam ve temiz bir çevre için örgütlü mücadeleyi yükseltmekten başka bir seçenek yoktur.


 

Nükleer ihalesi 24 Eylül’de!

Türkiye’nin çeşitli bölgelerine kurulması düşünülen nükleer santraller için 24 Eylül 2008’de ihale gerçekleştirilecek. Türk Tabipleri Birliği (TTB), Türkiye Çevre İçin Hekimler Derneği ve Uluslararası Nükleer Savaşa Karşı Hekimler Birliği (IPPNW) 16 Eylül günü gerçekleştirdikleri basın toplantısıyla nükleer santral ihalesinin iptal edilmesini istediler.

Basın açıklamasına TTB Merkez Konseyi Başkanı Gençay Gürsoy, Türkiye Çevre İçin Hekimler Derneği Başkanı Dr. Seval Alkoy ve Uluslararası Nükleer Savaşa Karşı Hekimler Birliği (IPPNW) adına ise Dr. Alfred Körblein katıldılar.

İhlaye açılan nükleer santrallerin toplum üzerinde oluşturacağı ağır etkilere değinilen açıklamada, nükleer santrallerin bulunduğu alanların çevresinde yapılan araştırmalardan elde edilen veriler aktarıldı. Nükleer santrallerin küresel ısınmanın etkilerini azaltacağı düşüncesinin bilimsel bir yanının olmadığı söylendi.

Toplantıda son olarak Almanya’da bulunan nükleer santrallerin etkilerine ilişkin yapılan araştırmanın sonuçlarını Uluslararası Nükleer Savaşa Karşı Hekimler Birliği (IPPNW) adına Dr. Alfred Körblein sundu. Dr. Körblein, araştırmanın nükleer santrallerin çevresindeki 5 km’lik alanda yapıldığı ve bu alandaki lösemi hızının 2,2 kat artış gösterdiği bilgisini verdi. Bu artışa neden olan tek faktör ise, çocukların radyasyona maruz kalmaları...

Kızıl Bayrak / İstanbul