12 Haziran 2009
Sayı: SİKB 2009/22

  Kızıl Bayrak'tan
  Mücadele sertleşirken...
  “Ekonomik teşvik ve istihdam paketi”nin özü özeti
Kürt sorununun “çözüm”üne yönelik yeni ekonomi paketi...
Kent AŞ direnişi
İşçi ve emekçi hareketinden…
  Kapitalizmin krizine karşı 15-16 Haziran Direnişi'nden öğrenilmesi gerekenler
  Tersaneler cehennem,
işçiler köle kalmayacak!
AKP’nin sözde Alevi açılımı...
  Eğitimde fırsat eşitliğinden ve seçme özgürlüğünden bahsedenler sermayenin sözcüleridir...
  ÖSS mitinglerinden...
  Kapitalizm doğanın ve insanlığın geleceğini yok ediyor!
  Dünya Emekçi Kadınlar
Konferansı’na doğru
  Obama’nın Kahire vaazı…
  Pakistan’da iç savaşın perde arkası - Knut Mellenthin
  Taraf’ın Taraf’ı...
  Engin Çeber davası sürüyor...
  Bir kitap tanıtımı ve
yazarının okura çağrısı...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Pakistan’da iç savaşın perde arkası

Knut Mellenthin

Amerika’nın iç savaşı kışkırtma stratejisi ardından bugün Pakistan hükümeti, savaşın ülkenin kuzey batısında yayılmasını istiyor.

Pakistan askeri kuvvetlerinin ülkenin kuzey batı sınır bölgesinde, üç ayrı yerde Taliban’a karşı düzenlediği ve Devlet Başkanı Asif Ali Zardari tarafından beklenmedik bir ölçüsüzlükle "topyûken savaş" olarak tanımlanan operasyonlar, geçici bir süre için durdurulacak. Çatışmaların bazı Pakistanlı politikacıların ve askeri yetkililerin söylediği gibi birkaç gün içinde mi, yoksa daha temkinli olanların düşündüğü gibi birkaç hafta içinde mi sona ereceği tartışmasının da büyük bir önemi yok. Asıl önemli olan, bu askeri kampanyanın, açıklanmış olan Taliban’a ağır bir darbe indirmek, hatta onu ortadan kaldırmak amacına ulaşmayacak olmasıdır. Bu amaca ne çatışmaların sürdürüldüğü ülkenin kuzey batı bölgesinde, ne de geçici olarak Taliban’ın çıkarıldığı ve kesin "temizliğin" amaçlandığı Dir, Buner ve Swat bölgelerinde ulaşılabildi.

Askeri kuvvetlerin Dir bölgesine saldırısı 26 Nisan’da, Buner bölgesine saldırısı 28 Nisan’da başladı. 8 Mayıs’tan bu yana ise, Taliban’ın merkezi olan Swat bölgesinde çatışmalar sürüyor. Yani, bölgedeki savaş 6 haftadır sürüyor. Bu süre, politikacıların ve ordunun başlangıçta sözünü verdikleri “kısa süreyi" çoktan aştı. Bunun bir sebebi, saldırıların başlangıçta sadece şiddetli hava saldırıları ile sınırlı tutulması, kara saldırıları için bir süre beklemenin tercih edilmesi oldu. Bu süre içinde Taliban, önemli kuvvetlerini geri çekme ve koruma şansı elde etti. Şu anda, Taliban kuvvetlerinin izini bulmak olanaksız görünüyor.

2 Haziran günü Pakistan İçişleri Bakanlığı temsilcisi yaptığı açıklamada, operasyonlarda başlangıçtan bu yana 1244 düşman askeri öldürüldüğünü, bunların 26’sının ise birlik komutanları olduğunu bildirdi. Pakistan Silahlı Kuvvetleri’nin ise 89 askerinin öldüğünü, 276 askerin ise yaralı olduğunu açıkladı. Taliban içindeki yaralı sayısı ise açıklanmadı. Ayrıca pek çoğu yabancı uyruklu olmak üzere 92 islam savaşçısının tutuklandığı da açıklandı. Bu açıklamalardan çıkarılacak tek mantıklı sonuç, Pakistan ordusunun bilinçli olarak az sayıda tutuklama gerçekleştirdiğidir. Ya da, daha açık bir şekilde ifade edersek; yakalananlar ve yaralananlar öldürüldüler, katledildiler, ki bu tartışmasız bir savaş suçu oluşturmaktadır.

Mültecilerin sayısı devasa rakamlara ulaştı. Kuzey batı sınır bölgesinden sorumlu bakan Mian Iftikhar Hussain’in açıklamalarına göre, 29 Mayıs’tan bu yana 3.4 milyon kişi çatışmalardan kaçarak göç etti. Bu rakama ise, açıklamanın yapıldığı günden sonra gerçekleşen çatışmalar süresince göç eden 2.8 milyon kişi eklenmiş bulunuyor. Ayrıca, savaşın ilk günlerinde de, 600 bin kişinin bölgeden ayrıldığı açıklanmıştı. Mültecilerin %10’undan daha azı mülteci kamplarına yerleşti, çoğunluğu ise akraba ve arkadaşlarına sığındı. Kuzey batı bölgesi halkı arasındaki dayanışmanın çok güçlü olduğu biliniyor.

Göç edenlerin sayısı sürekli artıyor, bunlardan bir kısmı yaşadıkları bölge sakinleştiğinde geri dönüyorlar. Fakat bu aynı zamanda bölgede yaşayan yüz binlerce insanın, tekrar tekrar her şeyini geride bırakarak iç savaştan kaçmak zorunda kalması anlamına da geliyor. Swat, Buner ve Dir bölgelerinde son saldırılar başlamadan önce 3.6 milyon kişi yaşadığı tahmin ediliyor. (Bölgede son nüfus sayımı 1998’de yapılmış). Son çatışmalarda ise bölge nüfusunun üçte ikisi kaçmak zorunda kaldı, daha doğru bir ifade ile sürüldü.

Hükümet, bölgede durumun normalleştiğini söyleyerek savaş sebebi ile göç edenleri tekrar Buner ve Dir bölgelerine dönmeye teşvik ediyor. Bölgede yaşanan su, yiyecek, gaz ve elektirik yoksunluğu düşünülünce normalleşmeden söz etmek aslında çok olanaklı değil. Geri dönüş çağrısı, genel olarak, bölgede politik istikrarın sürmesi konusunda bir güvensizlikle karşılanıyor. Pek çok göçmen, hükümetin birkaç ay  sonra bölgede askeri operasyonları tekrar başlatmasından ve tekrar sürgün edilmekten endişe duyuyor.

Örneğin Swat’da bundan önceki askeri saldırılar 2007 yılı kasım-aralık aylarında gerçekleştirilmişti. 2007 saldırılarında da yüz binlerce insan göçe zorlanmıştı. Bugün olduğu gibi o dönemde de hükümet, bölgeyi, "uygunsuz davranan anti sosyal unsurlardan kesin olarak temizlediğini" müjdelemişti. Bugün olduğu gibi o dönemde de ordunun 15 bin askeri olduğunu yapılan resmi açıklamadan biliyoruz. Taliban ise o dönemde orduya karşı sadece 500 kişilik kuvveti ile savaşmıştı. Bugünkü saldırılarda ise bu rakamın 10 kat arttığını ve Taliban’ın 5 bin kişiye ulaştığını görüyoruz. Bu durum, bir ayaklanmayı güçlendirmek ve genişletmek için, o ayaklanmayı zor ile bastırmaya çalışmaktan daha etkili bir yöntem olamayacağını söyleyen eski hipotezi bir kez daha kanıtlıyor.

Taliban’ın güçlü olduğu bölgelerin boşaltılması ise, askeri stratejinin temelini oluşturuyor. Şema şöyle: Bölgeye askeri saldırılar başlatılmadan kısa bir süre önce, bölge halkı dağıtılan bildiriler, hoparlörlerle yapılan anonslar ve radyo haberleri ile bilgilendiriliyor ve evlerini birkaç saat içinde boşaltmaları isteniyor. Ardından bölgede evler ve köyler üzerine hava saldırısı gerçekleştiriliyor. Bölgede su, elektirik ve gaz kesiliyor. Günler boyunca sokağa çıkma yasağı uygulanarak, ailelerin yiyeceğe ulaşması engelleniyor. Günler sonra ise, sokağa çıkma yasağı birkaç saatliğine kaldırılıyor. Bu birkaç saat içinde ise, o güne kadar bölgede kalan insanların büyük bir çoğunluğu bölgeden kaçıyor. Bu stratejinin esas olarak iki amacı var: İlk amacı, çoğunluğu islamcılara sempati duyan halkı savaşçılardan ayırmak ve Taliban’ı izole etmek. Ayrıca, nüfusun çoğunluğunun bölgeden sürülmesi ile, bölgede şiddetli hava saldırıları ve top atışları ile sürdürülen saldırılarda yüksek sayıda sivil öldürülmesinin de önüne geçiliyor. Zira sivil halkın kitlesel olarak öldürülmesi politik sebeplerden dolayı tercih edilecek bir sonuç değil.

Pakistan hükümeti, bölgedeki saldırılara başlamadan önce, açıkça öngörülebilecek olan, hatta stratejik olarak amaçlanmış olan kitlesel göçlere yönelik, insan hayatını ve sağlığını koruyacak hiçbir önlem almadı. Bu durumda, Başkan Zardari’nin Amerika’nın ezberlettiği şekilde ilan ettiği, kuzey batı halkının "yüreğini ve beynini kazanma" iddiası inandırıcılıktan çok uzak. 1 Haziran’da, saldırıların başlamasından bir ay sonra, bölgeden sorumlu bakan Mian Iftikhar, hükümetin İslamabad’da mülteciler için hiçbir desteğinin bulunmadığını açıkladı.

Fakat, Pakistan’a kıyasla zengin olan, Pakistan’ı Taliban ile savaşmakta teşvik etmiş ve ilk saldırılardan itibaren savaşı ayakta alkışlamış olan batı ülkeleri de savaşın yol açacağı acıları azaltmak için hiçbir şey yapmıyorlar. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, Pakistan’da savaştan kaçan göçmenlerin yaşadığı acının çok büyük olduğunu ifade etti. Güney Kore ise, yaptığı açıklamada, bu savaşın yol açtığı göçün, dünyada son 15 yılda yaşanan en büyük ve en hızlı gelişen göç olduğunu belirtti. Bu açıklamalara rağmen, mültecilere acil insani yardım için gerekli olan 543 milyon doların ise sadece beşte biri, yani 118 milyon dolar, toplanabildi. Mültecilerin gereksinim duyduğu paranın eksik kısmı ise, radikal dinci partiler ve dini yardımlaşma organizasyonları aracılığıyla tamamlanmaya çalışılıyor ki, bu da yaşanan savaşın amacıyla çelişkili bir durum ortaya çıkarıyor.

En şaşırtıcı olan ise, Pakistan politikacılarına ve ordusuna Taliban’a saldırı konusunda baskı yapmış olan ABD’nin mültecilere yardım konusunda hızlı ve büyük bir adım atmamış olmasıdır. ABD Dışişleri Bakanı  Hillary Clinton yaptığı açıklamada, Amerika’nın mülteciler için 110 milyon dolarlık yardım yapacağını, oldukça cömert bir yardım anlamına gelen bu tutarın ihtiyaçları karşılayacağını söyledi.

Anlaşılmaz olan bir konu da, Amerikalı politikacıların ve askerlerin Pakistan’da sürdürülen savaş yöntemlerinin yanlışlığı konusunda söz söylememeleri, suskun kalmaları. Pakistan ordusu ise, böyle bir savaşta yapılabilecek ne kadar yanlış varsa hepsini yapmaya devam ediyor ve böylece halkı karşısına almakla kalmayıp milyonlarca insanın temel yaşamsal gereksinimlerini elinden alıyor.

Sadece kağıt üstünde yaşayan Amerikan planı, yani; Pakistan’ın kuzey batı bölgesini iyi bir ekonomik yardım programı ile refaha kavuşturmak vb., askeri saldırıların önden kestirilebilir olan sonuçları yaşanmaya başlayınca unutuldu.

Obama savaşın yayılmasını talep ediyor

İslamabad Hükümeti, Swat ve çevresinde Taliban’a yönelik saldırıların Pakistan Devleti’nin hayatta kalması için bir zorunluluk olduğunu bildiriyor. Başkan Zardari, "Milletimizin bu savaşta kendi yaşamına mal olabilecek bir yenilgi lüksü yoktur" derken, bakan Gilani ise; "Kendimize bu savaşı kaybetmek için izin veremeyiz ve Tanrı’nın yardımıyla kazanacağız, aksi takdirde ülkenin var oluşu tehlikeye düşecektir" açıklamasını yaptı.

Bu, "hayatta kalmak için savaşmak" tezi ise, ABD propagandasının güçlenmesine fırsat veriyor ve böylece Pakistan’ı büsbütün Obama hükümetinin kışkırtma stratejilerine teslim ediyor. İdeolojik gerekçelerle bugün, Taliban’ın bölgeden kısmen çıkarılması sonunda bir barış görüşmesi ya da uzun süreli ateşkes seçeneği olası görünmüyor. Pakistan’ı uzun süreli bir iç savaşa sokmakta başarılı olan Amerikan hükümeti, bu savaşın yayılması için de baskı yapacak ve Pakistan’ın içinde bulunduğu ekonomik güçsüzlük ile bağımlılığını kullanacaktır. Elbette, devam eden iç savaş ile birlikte ülkenin daha da fakirleşmesi bağımlılığını artıracak bir kısır döngüyü garanti altına alacaktır.
    BBC’nin açıklamalarına göre, çatışmaların sürdüğü kuzey batı sınır bölgesinin sadece % 38’i Pakistan hükümetinin yönetimindeyken, % 24’lük bölümü Taliban kontrolünde bulunuyor. Geriye kalan %38’lik bölümde ise Taliban gittikçe güçleniyor. Durumun anlaşılması için bilinmesi gereken bir nokta da, Pakistan’ın kuzey batı sınır bölgesinin, Afganistan gibi az nüfuslu dağlık bir bölge olmadığı, aksine bölgenin Afanistan’a göre oldukça fazla nüfusa sahip bir yerleşim alanı olduğudur. Afganistan’da kilometre karede 46 kişi yaşarken, bölgede kilometre karede yaşayan kişi sayısı 260.
    Eğer Pakistan hükümeti gerçekten, bölgeden Taliban’ı silecek bir savaşa girmek istiyorsa, işi Amerika ve müttefiklerinin Afganistan’daki durumundan daha kolay olmayacak. Amerika’nın Afganistan’da sürdürdüğü savaş ise, Pakistan’ın bulundurduğu silah ve eğitim olanaklarının çok daha fazlasına sahip olunmasına rağmen 7 yıldır başarı ile sonuçlandırılamıyor, yani Taliban’ın Afganistan içinde gücünün ve etkisinin yayılması engellenemiyor.

ABD Hükümeti, Pakistan’ı, Taliban’ın merkezi olarak kabul edilen Wasiristan’a saldırı düzenlemek konusunda zorluyor. “Teröre karşı top yekun savaşın“ Wasiristan Bölgesine genişletilmesinin ise, 500 bin insanın daha çatışmalardan kaçarak göç etmesi ile sonuçlanacağı öngörülüyor. Pakistan’da bu ölçüde yayılan bir iç savaşın ise, ülkeyi ekonomik ve siyasal bunalıma götürerek, bölgeye ABD ve NATO tarafından doğrudan askeri müdahale yapılabilecek ortamın yaratılmasından başka bir sonucu olabileceğini söylemek zor. Belki de, Pakistan’ı iç savaşa sürüklemek için her yolu deneyen güçlerin uzun vadeli amacı da zaten tam da buydu.

(Die Junge Welt’in 4 Haziran 2009 tarihli sayısından
Kızıl Bayrak için çevrilmiştir...)

 

 

NATO, Türk devletine
“etkin rol” biçiyor!

Görev süresi 31 Temmuz’da dolacak olan NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer, “veda ziyareti” için Ankara’ya geldi. NATO şefi, iki gün süren ziyareti kapsamında üst düzey Türk devlet erkanıyla görüşmelerde bulundu.

Halkların celladı NATO şefinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ile görüşmesi, iki günlük ziyaretin “vedalaşmak”tan öte amaçları olduğunu ortaya koydu.

Ziyareti sırasında Türkiye’nin NATO içindeki önemine vurgu yapan Scheffer, Türkiye'nin Afganistan ve diğer bölgelerde NATO’ya katkılarını takdirle karşıladıklarını belirtti. Tayyip Erdoğan’a, yeni oluşturacakları stratejik planda Türkiye’nin önemli rol oynayacağını söyleyen savaş aygıtının şefi, oluşturulması planlanan 12 kişilik “Akil Adamlar Kurulu”nda da Türkiye’nin temsil edilmesini istediklerini belirtti.

Kapitalist emperyalizmin vurucu gücü NATO şefinin üst düzey Türk devlet erkanıyla görüşmeleri, her zaman olduğu gibi kapalı kapılar ardında yapıldı. “Yurtta sulh, Cihanda sulh” nakaratını tekrarlayıp duranlar, Kürt halkına karşı savaş yürütmenin yanısıra, dünyanın en büyük, en saldırgan, en yıkıcı savaş aygıtının şefiyle gizli görüşmeler yapmakta bir sakınca görmediklerini, birkez daha ortaya koydular.

Kapalı kapılar ardında yapılan görüşmelerin kapsamı hakkında herhangi bir açıklama yapılmadı. Belli ki, Türk devlet erkanı, savaş aygıtı şefiyle yapılan görüşmelerin içeriğini halktan gizlemek istiyor. Sadece bu kadarı bile, gizli yapılan görüşmelerde kirli planlar üzerinde durulduğunu anlamaya yeter. Savaş aygıtı NATO’nun şefi tarafında, “Türkiye’yi onore etmek” amacıyla yapıldığı anlaşılan açıklamalarda dile getirilenler de, ezilen halklara karşı uğursuz planlar üzerinde durulduğunu teyit ediyor.  

Ankara’da bulunduğu sırada döne döne Türk devletinin NATO komutasındaki emperyalist işgallerde oynadığı rolün önemine değinen Scheffer, “yeni oluşturulacak ‘NATO Strateji Planı’nda Türkiye'nin etkin rol oynayacağını” vurgulayarak, üst düzey devlet ekranıyla yaptığı görüşmelerin niteliğini ortaya koymuş oldu.

Afganistan başta olmak üzere birçok işgal, halen savaş aygıtı NATO komutasında sürdürülmektedir. Kuzey Atlantik Paktı adı taşıyan NATO, gelinen aşamada kapitalist/emperyalist düzenin “dünya polisi” rolüne hazırlanmaktadır. Nitekim Scheffer’in yeni oluşturulacağını söylediği “NATO Strateji Planı” da, bu uğursuz röle hazırlıktan başka bir anlam taşımamaktadır. Böylesi bir planda Türk devletine özel bir rol biçilmesi, halkları hedef alacak yeni saldırılarda Türk ordusunun etkin şekilde kullanılacağı anlamına geliyor.

Savaş aygıtı NATO’nun Türk devletine biçtiği yeni roller, emperyalist saldırganlık ve savaşa karşı mücadele eden ilerici-devrimci güçlere yeni sorumluluklar yüklemektedir. Zira emperyalist saldırganlık ve savaşa karşı mücadele eden tutarlı anti-emperyalistler, Türk egemenlerinin NATO komutasındaki saldırılarda rol almalarını engelleme ve ülkedeki NATO üslerinin kapatılmasını sağlama gibi zor görevlerle de karşı karşıyla bulunuyorlar.