28 Ağustos 2009
Sayı: SİKB 2009/33

  Kızıl Bayrak'tan
  Düzenin “Kürt açılımı” açmazda!
  “Demokratik açılım” tartışmaları Kürt halkına saldırılar eşliğinde sürüyor!
  Emperyalist-kapitalist sistemin haydutları 1-7 Ekim’de Türkiye’ye geliyor.
  Haksız savaşların kiri silinemiyor
Sosyal yıkım saldırılarına
karşı mücadeleye!
Sermaye düzeninin
kolladığı iki katil!
Asemat’ta eylem, Asil Çelik’te
açlık grevi..!
Entes direnişinden
  İşçi ve emekçi hareketinden .
  Sermaye düzeninin Kürt sorununda tarihi çözümsüzlüğü
  Bir sendikalaşma deneyiminin gösterdikleri.
  3. köprü projesi: Yeni bir talan ve
çevre katliamı
  Afganistan’da seçim oyunu
  CIA’ya işkence soruşturması
  İlaç tekelleri insan yaşamını
hiçe sayıyorlar
  “Açılımlar” ve devrimci yurtsever
tutum üzerine
  Din tacirlerinin Ramazan’dan yansıyan görüntüleri
  Bültenlerdern.
  Hasta tutsaklar serbest bırakılsın!
  Sincan Kadın Hapishanesi’nden
mektup
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
>

İlaç tekelleri insan
yaşamını hiçe sayıyor!

Kapitalist sömürü düzeninde insan yaşamına ve sağlığına zerre kadar önem verilmediğini biliyoruz. Acımasızca sömürüye, açlığa, sağlıksız ortamlarda yaşamaya mahkum edilen işçi ve emekçilerin karşılaştığı sağlık sorunları ve erken ölümleri sermaye sınıfının umurunda değil. Yine, emperyalistler tarafından sömürülen ülkelerin yoksul halklarının açlık, salgın hastalıklar vb. nedeniyle kitlesel ölümleri de ne emperyalistlerin ne de sömürülen ülkelerin işbirlikçilerinin umurunda.

Dünyada yılda ortalama iki milyon kişi, yıllar önce aşısı ve tedavisi bulunmuş olan verem hastalığından ölüyor. Temiz içme suyu, yeterli beslenme, sağlıklı barınma ortamı ve çevre sağlandığında önlenebilecek olan, erken tıbbi müdahale gerçekleştiğinde kısa sürede tedavi edilebilecek olan ishal hastalığı ise yılda ortalama birbuçuk milyon çocuğun ölümüne sebep oluyor. Yeryüzünde yaşayan 1 milyar 100 milyon insanın temiz içme suyuna ulaşamadığı düşünüldüğünde, bu rakam hiç de şaşırtıcı değil.

Bugün dünyada bilinen 42 milyon AİDS hastasının 39 milyonunu, emperyalistlerin “gelişmekte olan ülkeler” diye adlandırdıkları ve sınırsızca sömürdükleri ülkelerde yaşayan insanlar oluşturuyor. 25 milyon AİDS hastasının bulunduğu Afrika’da ise insanlar sadece AİDS belası ile değil, açlık, susuzluk ve sağlık hizmetine ulaşamamakla da karşı karşıya olduklarından hastalık kıtada hızla yayılıyor ve çoğunlukla ölümle sonuçlanıyor. 2005 tarihli BM raporu, Afrika’da AİDS virüsü taşıyan insanların tedavisi ile birlikte 43 milyon insanın da hastalığa yakalanmasını önlemek için 200 milyar dolar harcanması gerektiğini açıkladı. Her yıl savaş endüstrisine 1.2 trilyon dolar ayıran emperyalist devletler, Afrika’da AİDS ile mücadele için gerekli bütçeyi elbette ayırmadılar ve ayırmayacaklar.

Öte yandan, soluduğumuz havadan soframızdaki yiyeceğe, çocuklarımızın oyuncaklarından giydiğimiz giysilere kadar neredeyse yeryüzündeki her şey kanserojen madde içerir hale getirildiği için, günümüzde milyonlarca insan kansere yakalanıyor. Tüm dünyada insanlara sürekli olarak, hiçbir işe yaramayacak olduğu halde, kanserden korunmak için “bireysel olarak” alabilecekleri önlemler anlatılırken, kapitalist devletler toplum sağlığını ve çevreyi korumak için hiçbir şey yapmıyor. Sürekli kanserde erken teşhis ve tedavinin öneminden söz ediliyor ama, çok pahalı olan kanser tarama ve tedavisini sadece parası olanlar “satın alabiliyor”.

Yukarıda saydıklarımız durumun vahametini anlatabilmek için seçilmiş örnekler. Bu örnekler kapitalizmin “sağlık” tablosunun tamamını değil, bir kesitini sunuyor. Açlıktan, susuzluktan, sağlıksız ortamlarda yaşamak zorunda bırakılmaktan, çevre kirliliğinin soluduğumuz hava, içtiğimiz su, yediğimiz yiyecek ile bedenimize etkilerinden dolayı, sürekli en ağır şartlarda çalıştırılmaktan, çalıştığımız işlerde doğrudan sağlığımızı tehdit eden maddelere sürekli maruz kalmaktan, sürekli stres altında yaşamaya mahkum edilmekten, gelecek kaygısı ve geçim sıkıntısı ile sürekli ruh sağlığımızı bozacak şartlar altında yaşatılmaktan dolayı kolayca hastalanıyor ve ölüyoruz. Kapitalist düzen içinde sağlık, bizler için bir hak değil, paramız varsa satın alabileceğimiz bir meta olduğundan, doktora gidemediğimiz, ilaç alamadığımız, teşhis ve tedavi şansımız olmadığı için önlenmesi ve tedavisi mümkün olan hastalıklardan ölüyoruz. Verem, tifo, tifüs, kolera, tetanoz, hepatit gibi, aşısı ve tedavisi geçtiğimiz yüzyılda bulunmuş hastalıklar yüzünden hala ölüyoruz. Grip, ishal gibi, günümüz tıbbının çok kolay tedavi edebildiği hastalıklardan, tedaviye ulaşamadığımız için ölüyoruz. Tansiyon, şeker, kalp-damar hastalıkları vb. sürekli tıbbi takip ve tedavi gerektiren hastalıkların pahalı tedavilerini satın alamadığımız için ölüyoruz. Karnımızı zor doyururken, pahalı sağlık taramaları yaptıracak paramız olmadığından bizler genellikle “tedavi için geç kalmış” oluyoruz. Gebelikte, doğum sırasında, hastaneye gidecek paramız olmadığı için ölüyoruz. İş kazalarıyla, trafik kazalarıyla öldürülüyoruz. Ve o kadar kolay, o kadar çok öldürülüyoruz ki, kapitalist düzenin bize reva gördüğü öldürme biçimleri saymakla bitmiyor…

Kapitalist sömürü düzeni insan sağlığını hiçe saymakla yetinmiyor. Sağlık sektöründe insanların “ölüsünden de dirisinden de” kâr elde ediyor. İlaç sektörü bugün, tüm dünyayı pazar haline getiren uluslararası büyük sermaye gruplarının tekelinde, kapitalizmin can damarlarından birini oluşturuyor. Kapitalizmin ilaç tekelleri, insan sağlığı için değil, kâr elde etmek için ilaç üretiyorlar. Üretecekleri ilaç, büyük kârlar getirecekse üretimine karar veriyorlar. Pazarı olmayan ilaç üretilmediği için kaç kişinin öleceği ya da sağlıksız yaşayacağı ilaç tekellerinin patronlarını hiç mi hiç ilgilendirmiyor. İlaç tekelleri, kendileri dışında ilaç üretilmesini ve satılmasını da uluslararası patent yasalarıyla engelliyorlar. Örneğin, Brezilya, Güney Afrika, Tayland, AİDS tedavisinde kullanılan antiviral ilaçları, ilaç tekellerinin kendilerine dayattıkları fiyatların çok altında maliyetlerle üretebiliyorlar. Fakat, bu ülkelerin kendi ihtiyaçları için ilaç üretimi, uluslararası patent yasalarıyla ve Dünya Ticaret Örgütü’nün yaptırımlarıyla engelleniyor. Yoksul halkların ihtiyaç duyduğu ilaçları kâr getirmeyeceği için üretmekten kaçınabilen ilaç tekelleri, zenginlere bol bol ilaç satabilmek içinse yeni yeni hastalıklar icat edebiliyorlar. İlaç pazarını mümkün olduğunca genişletebilmek için, eskiden normal ve sağlıklı sayılan pek çok durumu hastalık ya da anormal ilan ediyorlar. Medyayı, reklam ve pazarlama sektörünü kullanarak da geniş kitleleri bu icat edilen hastalıklar konusunda ikna ediyor, ilaç kullanmaya sevk ediyorlar. Örneğin; insan yaşamının ergenlik, menapoz, yaşlılık gibi doğal dönemleri, ilaç tekellerinin çabalarıyla artık, sorunlarla dolu, ilaç kullanılmadan yaşanması neredeyse imkansız dönemler olarak kabul ediliyor. İnsan yaşamının bu doğal evreleri artık ilaçla tedavi ediliyor. Sivilcelerden saç dökülmesine, yorgunluktan unutkanlığa kadar pek çok basit sorun sayesinde pahalı ilaçlar için geniş pazarlar yaratılıyor. Maalesef çocuklar da ilaç firmaları için en önemli müşteri gruplarından birini oluşturuyorlar. Sinirli, dikkatsiz, aşırı hareketli, yavaş gelişen, ağır öğrenen, çekingen vb. şekilde tanımlanan çocuklar, pek çok yan etkisi olan ilaçla “tedavi ediliyor”.

Sömürülen yoksul halkların karşılaştığı salgın hastalıklara karşı ilgisiz kalan, kar getirmeyen bir pazar için yeni ilaç üretmeye gerek görmeyen ilaç tekelleri, eğer söz konusu salgın hastalık ABD ya da Avrupa’da ortaya çıkmışsa, mükemmel bir pazar yakalamanın hevesiyle yeni ve pahalı ilaçlar üretmek için kolları sıvıyor. İlaç alabilecek parası olan ve salgın hastalığa yakalanmaktan korkan yığınlar için gerekli ilacı hiç vakit kaybetmeden üretiyor ve pazara sürüyor.

Bugünlerde ilaç tekelleri yine, pazara yeni ilaç yetiştirmek için böyle hummalı bir çalışmanın içindeler. Geçtiğimiz Mayıs ayında Dünya Sağlık Örgütü’nün, domuz gribinin çok sayıda ölüme sebep olabilecek bir salgına dönüşme olasılığı olduğunu açıklaması, ilaç tekellerini biran evvel domuz gribi aşısı üretmek ve pazara sunmak için harekete geçirdi. Söz konusu aşı iki ay içinde üretildi ve pazara sokulmak üzere. Fakat bu arada, farklı ülkelerden uzmanlar gerek domuz gribi salgını gerekse üretilen aşı hakkında tereddüt ve sorularını ifade ettiler. Bu soru ve tereddütleri şöyle özetlemek mümkün:

- İlk olarak Şubat ayında Meksika’da ortaya çıkan domuz gribi, her yıl yaşanan “normal” grip salgınlarına kıyasla çok yavaş yayılıyor. Hastalığa yakalanan pek çok kişi de hastalığı hafif geçiriyor. Bu tablo, domuz gribinin dünyayı tehdit edecek boyutta bir salgına dönüşmeyeceğini düşündürüyor. Bu durum, acaba Dünya Sağlık Örgütü’nün “salgın” alarmı, ilaç tekellerine para kazandırmak için hazırlanan senaryonun bir parçası mı, sorusunu akla getiriyor.

- Domuz gribi aşısında hayvansal kanserli hücreler kullanılıyor. Pek çok uzman aşıda bulunan kanserli hücrelerin aşı olan insanların kansere yakalanmasına sebep olabileceğini düşünüyor. Domuz gribi aşısı, bu şüpheyi ortadan kaldıracak yeterli araştırma yapılmadan pazara giriyor.

- Uzmanlar, domuz gribi virüsünün diğer grip virüsleri gibi hızla antijenik yapısını değiştirebileceğini, önümüzdeki aylarda beklenen yeni domuz gribi salgının antijenik yapısı çok farklı bir virüsle meydana gelebileceğini söylüyorlar. Brezilya Bakteriyoloji Enstitüsü, Sao Paulo’da bir hastadan izole edilen H1N1 virüsünün genetik yapısının Kaliforniya’da salgına sebep olan H1N1’den farklı olduğunu belirledi. Virüsün antijenik yapısı değiştiğinde, bugün pazara sunulan ve yığınlara uygulanan aşı da hastalığa karşı önleyici olmayacak.

- Üretilen herhangi bir ilacın yan etkilerinin belirlenebilmesi için uzun zamana yayılan deneme ve araştırma süreci şart. Domuz gribi aşısını bir an önce üretmek “zorunluluğu” ise, aşının sınırlı sayıda denek üzerinde denenerek güvenli kabul edilmesine sebep oldu. Aşı yapıldıktan kısa süre sonra ortaya çıkabilecek yan etkiler yetersiz sayıda deneme ile belirlendi, fakat orta vadede ortaya çıkabilecek yan etkiler henüz bilinmiyor. Yan etkileri hakkında yetersiz araştırmaya rağmen aşı güvenli kabul edildi.

Kapitalist sömürü düzeninde insan sağlığına en ufak bir önem verilmediği tüm açıklığıyla ortadadır. İlaç tekellerinin insanlığı tehdit eden hastalıkları kendilerine kâr sağlayacak olanaklar olarak gördükleri de defalarca kanıtlanmıştır. Böyle bir düzen içinde, domuz gribi salgınına yönelik ilginin ve alelacele üretilen domuz gribi aşısının bir istisna oluşturacağını düşünmek için bir neden yoktur.