22 Temmuz 2016
Sayı: KB 2016/27

Faşist baskı ve zorbalığa karşı tek yol devrim
Darbe girişimi ve emperyalistlerle ilişkiler
AKP “darbe girişimi” gerekçesiyle darbe koşulları yaratmaya çalışıyor
Gericiliğin karanlığını işçi ve emekçiler dağıtacak!
Ne dinci-gerici AKP iktidarı ne de darbe
Kendi davası için dövüşmeyen…
Türkiye’de darbeler
15 Temmuz “darbe girişimi”
Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde!
Katliamın birinci yılında Suruç anmaları
Düzen cephesi ve rejim krizi - H.Fırat
15 Temmuz darbesi ve Türkiye sol hareketi
Tarih, başarılı bir darbe olana kadar çok geçmeyeceğini gösteriyor
Fransa’da Nice katliamı ve kirli hesaplar
ABD’den Suriye’yi parçalama planı
Evvel Temmuz Festivali üzerine
Memleketimden manzaralar...
Yaşamları, direnişleri ve ölümleriyle geleceği şekillendirenlere...
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

15 Temmuz darbesi ve Türkiye sol hareketi

D. Yusuf

 

Türkiye tarihine 15 Temmuz askeri darbesi olarak yazılacak olan girişim bastırıldı. Generali, albayı ve subayı ile darbeyi yapanların bir bölümü tutuklandı. Ordu içinde sayıları 3 bini bulan çeşitli kademelerde askeri personel tasfiye edildi. Resmi rakamlara göre 6 bin kişi gözaltına alındı. Darbe, bir de bıçak ve satırla boğaz kesmek şeklindeki çağdışı usullerin de kullanıldığı infazların mahsulü yüzlerce ölü geriye bıraktı.

15 Temmuz darbesi başarıya ulaşsaydı, Türkiye, kelimenin gerçek anlamıyla zifiri bir karanlığın hakim olduğu bir cehenneme dönüşecekti. Ancak darbeyi bastıranların da onlardan santim farkı yok. İktidarda olan dinci-gerici kanadın tümüyle it ve kopuktan oluşan, cinayet işlemeye son derce hevesli “linç taburları” aracılığıyla sokaklarda sergilediği ve ardından da ilerici ve devrimci güçlerin bulunduğu emekçi semtlerine taşımaya kalktıkları icraatların tümü buna yeterli bir kanıttır.

Kaldı ki dinci-gerici AKP iktidarı ve “reis” adını taktıkları “führer”lerinin bugünkü rejiminin koyu karanlık bir cehennem olduğu tartışılamaz. Türkiye işçi sınıfı, emekçi halkları, Kürt ve Alevi emekçileri, ilerici ve devrimci güçleri, 15 Temmuz sonrası birkaç gün, hep birlikte, darbe yapanı ve bastıranı ile Ortaçağ gericiliğinin ne menem bir şey olduğunu bir kez daha ve tüm açıklığı ile gördüler.

Darbe bastırıldı ama yankıları hala devam ediyor. Tüm iğrençliği ve vahşeti ile çember sakallı, boğaz kesen, satırlı ve palalı güruh cinayet işlemek üzere hala sokaklarda kol geziyor. Zira onları oraya “führer”leri Erdoğan çağırmıştı. Henüz orayı terk edin de dememiş bulunuyor. Tam tersine bir kez daha “orada kalın” talimatını verdi. Görünen odur ki, “reis” kendisini, “saray”ını ve rejimini korumada, halihazırda dümeninde oturduğu devletin resmi güçlerinden çok, bu gerici güruha güvenmektedir.

Darbe vesilesiyle oluşan gerici atmosfer ve hareketlilik bilinçli biçimde korunuyor. Dinci-gerici AKP iktidarı ve Erdoğan da yoğun bir hareketlilik içinde. Darbeyi bastırmaktan kaynaklı bir moral ve motivasyonla, onu sarsılan iktidarını tahkim etmenin ve uzun dönemdir ulaşmaya çalıştığı başkanlık hedefi ile taçlandırmanın, böylece otoritesini daha da güçlendirmenin bir olanağı olarak değerlendirmek istiyor. Hiç kuşkusuz, “Darbeye karşı, demokrasiyi kurtardık” yalanı eşliğinde yapıyor tüm bunları.

Şu sıralar demokrasi ve milli birlik lafını dillerinden düşürmüyorlar. Buna uygun mizansenler oluşturmaya özen gösteriyorlar. Örneğin, düne kadar yok hükmünde saydıkları TBMM’yi bir anda demokrasinin vazgeçilmezi olarak devreye soktular. Buna uygun bir mizansen içinde, HDP de dahil tüm partileri “demokrasi ve milli irade” parolası ile meclise çağırdılar. Her biri kendisine özgü ses, renk ve tarzla birer konuşma yaptılar. Söz konusu darbeye ve ne türden olursa olsun darbelere kesin olarak karşı olduklarını açıkladılar. Fakat sonuçta tek çıkar yolun demokrasi olduğunda birleştiler. Bu birlikteliği belgelemek ve kamuoyuna sunmak üzere bir de ortak bir deklarasyon hazırlayıp yayınladılar.

Demokrasi lafı bugünlerde tılsımlı bir lafa dönüşmüştür. Sağından soluna her kesimin dilinden düşmüyor. Sağdakiler buna en geniş “milli birlik”i sağlamak hedefi ile sarılmaktadır. Ve demokrasi üzerine söyledikleri hiçbir lafın zerrece bir inandırıcılığı bulunmamaktadır. Biliyoruz ki demokrasi onlar için kurmak istedikleri gerici düzene ulaşmak için ihtiyaç duydukları aldatıcı bir şaldır sadece. Bu şal fırlatılıp atıldığında altında tüm vahşeti ile Ortaçağ karanlığının ifadesi bir gericilik çıkacaktır. Bunun tartışılacak hiçbir yanı yok.

Asıl tartışılması gereken, 15 Temmuz darbesi sırasında ve şimdilerde Türkiye sol hareketinin bu darbe karşısındaki tutumu ve bu vesileyle yeniden gündeme getirilen demokrasi mücadelesi ve demokrasi cephesi konusundaki görüşleridir.

Darbe sırasında toplam olarak sol hareketin içler acısı tablosu

Ne zaman, nasıl ve hangi vesileyle gerçekleşeceğinden bağımsız olarak, Türkiye’nin kısa vadede olmasa da eninde sonunda askeri bir darbeye sahne olacağı az çok tahmin ediliyordu. Dinci-gerici iktidara karşı gündeme gelebilecek alternatiflerden biri olarak, Haziran türü yeni bir kalkışmanın yanı sıra darbe ihtimalinden de söz ediliyor, zaman zaman bu dillendiriliyordu da. Nitekim böyle de oldu.

EMEP, ÖDP, KP, HTKP gibi reformist sol partilerden HDP, KCK ve SODAP’a, ulusalcı Perinçek’in Vatan Partisi’nden DİSK ve diğer demokratik kurumlara, ABC gazetesi yayın yönetmeni sol sosyal demokrat Merdan Yanardağ’dan Özgür Müftüoğlu ve Haluk Yurtsever’e her parti, kurum ve kişi, ilk anlardaki anlaşılır olan şaşkınlığın ardından, olaylar bir parça anlaşılır hale gelir gelmez, darbe konusundaki değerlendirmelerini ve tutumlarını ortaya koymaya başladılar.

Bir kesimi bu darbeye de ilkesel olarak her türlü darbeye de karşı olduklarını açıkladı. Ne acı ve ne yazıktır ki Kürt hareketi yine içler acısı bir tutum aldı. Özetle, “Darbeye karşı demokrasiden yanayız. Bundan başka bir çıkış yolu da yoktur” mealinde, her zamanki gibi oldukça muğlak bir tutum sergiledi. AKP’ye dönük eleştiriler yapmakla, uzun süredir sürdürülen kirli savaşı ve AKP’nin bundaki sorumluluğunu dile getirip teşhir etmekle birlikte, yine aynı basiretsizliği tekrarladı. Dönüp dolaşıp, yine usturuplu biçimde, somutça “Darbe yapmakla suçlananların hemen tümü Kürdistan’daki kirli savaşın kurmaylarıydı” mealindeki açıklamalarıyla, tıpkı 17-25 Aralık operasyonları sırasındaki gibi, sorunu “paralelci”, yani Fetullahçı kanata daralttılar. Bu zaaflı bakıştır ki HDP’yi, “demokrasi ve milli irade” aşağılık mizanseni ile TBMM’de düzenlenen seremonik toplantıya katılmaya ve ortak bildiriyi imzalamaya dek savurmuştur.

HDP de PKK/KCK de grup sözcüsü İdris Baluken de çok iyi biliyorlar ki AKP gericiliğinin ve sermaye devletinin demokrasi dediği, kopkoyu bir faşist diktatörlüktür. Onun Kürt halkına dönük yüzü ise sömürgeciliktir. Kürt halkının, temel ulusal hakları şurada kalsın, varlığının dahi inkar edilmesidir. Milli irade dedikleri de bunun en yoğun halidir. Burada Kürtlere ait hiçbir şey yoktur. Keza onların demokrasi ve milli iradesi, aylardır sürdürülen kent kuşatmalarıdır. Yakıp yıkmalar, yüz binler halinde göçertmelerdir, “hendekçi” denilerek Kürt gençlerinin acımasızca katledilmesidir. Kürdistan’ın bir kan deryasına çevrilmesidir. Peki, tüm bunlar ne içindir? Kürt halkının özyönetim şeklinde ortaya koyduğu iradeyi “hendeklere gömmek” için. Onların kayıtsız koşulsuz Türk sermaye devletinin “milli irade”sini tanıma ve ona teslim olmaları içindir.

Gerçek şu ki bunun böyle olduğunu en iyi Kürt hareketi, Selahattin Demirtaş ve İdris Baluken gibi sözcüleri de biliyor. Söylediklerinin yanlış ve karşılığı olmayan şeyler olduğunu da biliyorlar. Ama söz konusu olan devrimci bir kimlikten ve konumdan, bunun ifadesi bir program ve stratejiden yoksunluk olunca, dönüp dolaşıp aynı vahim hatayı tekrarlayabiliyorlar. Stratejik zaafiyet içinde bir kördüğüme mahkumiyet; olan budur. PKK devrimi kategorik olarak gündeminden çıkardığı günden beridir bu zaafiyetin adeta esiridir. Toplam olarak, Haziran Direnişi sırasındaki tutumu da, 17 Aralık operasyonları karşısındaki duruşu da, 6-8 Ekim Kobanê ile dayanışma amaçlı serhildanlar sırasında sergilenen tutum ve Davutoğlu hükümetine iki bakan vererek AKP’nin “milli irade” yalanına katkı sunması da bu vahim hatanın ifadeleridirler. Kürt hareketi 15 Temmuz darbesi sırasındaki açıklamaları ve düzen partileri ile aynı metnin altına imza koyması ile bu vahim hatayı tekrarlamıştır.

Kürt hareketi bu kadarıyla da kalmamış, darbeyi fırsata çevirmediğini, örneğin iki gün boyunca tek bir gerillanın dahi eylem yapsın diye hareket ettirilmediğini ve bunun “iyi niyetinin” en iyi kanıtı olduğunu dile getirmiştir. PKK’nin Kürt sorununda çözüm olsun diye defalarca bu tür “iyi niyet” gösterileri yaptığı biliniyor. Haziran Direnişi, 17 Aralık vakası, 6-8 Ekim günleri, koalisyon hükümetine bakan verme bonkörlüğü; bunlar da “iyi niyet” gösterileriydi. Peki sonuçları nedir? En kısa ve en yalın bir ifade ile Türkiye cephesinde koyu bir karanlık. Demokrasinin zerresinin olmadığı, 12 Eylül rejimini dahi aratan, kopkoyu bir polis rejimi… Kürdistan cephesinde ise tarihinin en kanlı, en kirli ve en karanlık bir savaş gerçeğidir. Bu açıklama, gösterilen basiretsizliğe daha ağır bir nitelik kazandırmıştır. Kürt hareketinin tablosuna daha vahim boyutlar kazandırmıştır.

Darbe sırasında en dikkate değer bir öteki tabloyu da ulusalcı cephe oluşturdu. CHP biliniyordu, o düzen soluydu ve her zamanki misyonunu yerine getirdi. Uzun bir süredir AKP’nin, eşdeyişle de faşizmin koltuk değneği olduğu bu darbe vesilesiyle bir kez daha açığa çıktı. Dolayısıyla CHP’nin duruşunun şaşılacak bir yanı yoktur. Düzen solunun solculuğunun bugün geldiği yeri göstermesi bakımından öğreticidir, hepsi bu. Asıl sıçramayı Perinçek ve liderliğini yaptığı Vatan Partisi yapmıştır. Ki bu yeni bir durum da değildir. Perinçek ve Vatan Partisi darbe karşısında resmen ve açıkça dinci-gerici AKP iktidarı ve ebedi şefi Erdoğan’ı desteklemiştir. Tam bir utanmazlık ve arsızlıkla bu baştan aşağı karşı-devrimci tutumunu, Erdoğan’nın ve AKP’nin Perinçek çizgisine geldiği ile açıklamaktadır. Bu açıklamanın elbette bir ciddiyeti ve inandırıcılığı yoktur. Ve fakat gene de burjuvaziye, eşdeyişle de Kemalizm’e uşaklığın ve bunun en somut ifadesi olarak Kürt düşmanlığının eninde sonunda ezen ulus milliyetçiliğine vardığının, kaçınılmaz biçimde sosyal-şoven bir nitelik kazandırdığının ibret verici bir örneği olması bakımından önemli bir gelişmedir.

Esasında ulusal cumhuriyetin de ulusal cumhuriyetçilerin de bugün geldikleri nokta, cumhuriyetin tarihsel süreç içinde yaşadığı evrimin gelip dayandığı noktadır. Cumhuriyet habire aşınmış, yozlaşmış, iyiden iyiye bozulmuş, gelinen yerde çürüyen bir cumhuriyete dönüşmüştür. Yaşadığı bu evrime ve yıpranmışlığa karşın, TKP cenahı ve Merdan Yanardağ gibileri hala körkütük Kemalizm, aynı zamanda da cumhuriyet savunuculuğu yapıyor, onun kuruluşunda elde edilen kazanımları savunma çizgisinde ısrar ediyorlar. Sorun aynı sorundur; Kürt sorununda Kemalizm’in ideolojik ve politik çizgisinin yankısı görüşler savunmak. Bir başka ifade ile açık ve gizli, ince oportünist görüşler savunmak... Hemen belirtelim ki bu çizginin akıbetini merak ediyorlarsa, dönüp Perinçek ve Vatan Partisi’nin bugünkü akıbetine bakmalarında çok fayda var. Kürt hareketini Fetullah Gülen ve AKP kanadı ile dinci-gericilerle neredeyse aynı paydaya koymaya, sözgelimi PKK’yi olur olmaz AKP ile ilişkilendirmeye çalışan Merdan Yanardağ ekibi bu ibretlik akıbet üzerinde daha çok düşünmelidir.

15 Temmuz darbesi vesilesiyle ayan beyan ortaya çıkan bir gerçek de şu oldu: Türkiye 60’lı-70’li yılların Türkiye’si değil. Perinçek gibi karşı-devrimcilikte karar kılınmamışsa eğer, Kemalizm’in geçmişteki gibi ve geçmişteki türden bir uyarlanması güçtür. Kaldı ki bu çapta kimse de yoktur. Daha doğrudan bir anlatımla, bugün Doğan Avcıoğlu gibi, Türk ordusunun ciddiye alabileceği, ciddi ve yetkin teorisyen ve stratejistler yoktur. M. Yanardağ gibileri bu kapasitede değillerdir ve buna heves etmemelidirler.

“Demokrasi”, “demokrasi mücadelesi” ve “Demokrasi Cephesi” çağrıları üzerine

Elbette bununla kalmadılar, yanı sıra ve bu vesileyle demokrasi mücadelesi, bunun kapsamı, ekseni, hedefi ya da hedefleri konusundaki düşüncelerini de ortaya koydular. Yeniden mümkün olan genişlikte bir birlikteliğin, bunun ifadesi bir “Demokrasi Cephesi”nin acil ve yakıcı bir ihtiyaç olduğunu dillendirmeye başladılar.

Tartışmayı ve değerlendirmeyi kolaylaştıracağı için, ilk elden kimin, hangi partilerin ne dediğinin, neler savunup neler önerdiğinin tablosunu sunmak yararlı olacaktır. Burada adı geçen parti ve kişilerin ilk elden elbette ki darbeye ve darbelere karşı olduklarını belirttiklerini hatırlatarak çağrılarını özetliyoruz.

EMEP’in bu konulardaki düşüncesi şöyleydi: “Emekçi sınıflarda ve demokrasi ve özgürlük taleplerinden geri durmayan halk kesimlerinde mücadele eğilimleri artacaktır kuşkusuz. Esasında bugün herkesin kendi mecrasında sürdürdüğü bu mücadeleleri birleştirmek, olası mücadele eğilimlerini de bugünden ortaklaştırmak bir gereklilik ve zorunluluktur. Partimiz son günlerde ‘Demokrasi için birlik’ temelli çalışmaları önemsemekte. Bu çalışmaların ilerletilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Siyasi partiler olarak bizler, emek ve meslek örgütleri, inanç örgütleri, akademi ve barış alanında olduğu gibi çeşitli inisiyatifler, kadın, çevre ve gençlik hareketleri, aydın, sanatçı, yazar, gazeteci gibi çeşitli alanlardan kişiler bu oluşumun öncü gücü olması gerekir. AKP’nin gerici ve baskıcı politikalarına karşı; basın ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, laiklik ve inanç özgürlüğü, emekçi sınıfların grev, örgütlenme gibi en temel haklarının güvenceye alınması, yaşam alanlarımızın korunması, yüzde 10 seçim barajı başta olmak üzere seçim ve siyasi partiler yasalarının demokratik temelde yeniden düzenlenmesi gibi temel talepler etrafında ortak mücadele birliklerinin oluşturulması için hızla adımlar atılmalıdır. Ortaya konacak bu temel talepler etrafında ortak mücadeleye varım diyen herkesi ve her kesimi kapsayacak geniş bir birlik olmalı aynı zamanda.”

ÖDP adına açıklama yapan Alper Taş, konuya ilişkin anlayışlarını ve önerilerini, “Darbe girişiminin yarattığı atmosferden yararlanarak gerici ve ırkçı bir süreç yaşandığını gözlemliyoruz. Bu süreç emek ve demokrasi güçleri açısından iyi olmayacak. O nedenle yerel düzeylerde ortak mücadele zeminleri, ortak savunma zeminlerini mahallelerde, okullarda işyerlerinde geliştirmemiz lazım. Bunun yanı sıra birleşik mücadele zeminlerini de güçlendirmemiz lazım. Bu konudaki tartışmaları hızlandırmamız lazım. Noktalamamız lazım. Ortak duruşu, mücadeleyi pratiği büyütmemiz lazım” sözleriyle özetledi.

HTKP’li Erkan Baş, “Ne darbe, ne AKP! Başka çıkış yok, AKP’yi halk devirecek!” şiarında ifadesini bulan açıklaması ile tartışmalara katıldı.

Akademisyen Özgür Müftüoğlu bir parça farklı söylemlerle düşüncesini açıkladı. Kısaca şunları dile getirdi: “Çözüm, tüm bu kesimlerin toplum içerisinde yaratılan ayrımcılığın tuzağına düşmeden cinsiyet, etnik köken, inanç vb. ayrımcılıkla mücadeleyi önemseyerek; suya, toprağa, parka yani yaşam alanlarına karşı saldırıları göz ardı etmeden ve tüm bunların müsebbibinin sermaye sınıfı olduğunu da unutmadan sınıf perspektifine sahip bir demokratikleşme mücadelesidir. Böyle bir mücadelenin başarısı için ise işçi sınıfının rolü son derece önemli olacaktır.”

HDP adına ilk açıklamayı eşbaşkanlardan Selahattin Demirtaş yaptı. En kısa bir anlatımla darbeye karşı demokrasiden yana olduklarını ve bir an önce tüm demokrasi güçlerinin bir araya gelerek geniş bir demokrasi bloğu oluşturmasının zorunluluğuna vurgu yaptı. Bu aynı şeyleri KCK yürütmesi de dile getirdi, “Türkiye’de demokratikleşmeyi sağlatacak bir demokrasi ittifakının yaratılması” çağrısında bulundu.

HDK Eş Başkanı Ertuğrul Kürkçü, “Türkiye’yi eşit ve özgür yurttaşların ortak vatanı olarak yeniden kurmak üzere acilen bir demokrasi mücadelesi inşası için harekete geçmeye çağırdı.” HDK Eş Başkanı Gülistan Koçyiğit ise, “Bir an önce anayasal düzenin tekrardan tahsis edilmesi, yasaların uygulanması, meclisin etkin şekilde çalışmalarına zemin hazırlanması ve bütün anti-demokratik uygulamaların bir an önce terk edilmesini istediklerini” belirtti.

SODAP’ın tutumu ise şöyle özetlenebilir: “Saray darbesine karşı gelişen 15 Temmuz darbesinin demokrasi ve özgürlükler gibi bir derdi yoktur. Durum, darbecilerin taht kavgasıdır. O taht, tüm darbecilerin kafasında paralanmadan demokrasi ve özgürlükler gelişemez. Bugün için bu yolda acil görev olarak geniş bir demokrasi cephesinin yaratılması önümüzde durmaktadır.”

Son olarak, İleri Haber yazarlarından Haluk Yurtsever, “Sahte ve kolay demokrasi kahramanlarının topluma ‘darbe karşıtlığı-yandaşlığı’ ikileminde taraflaşma dayattıkları, tazelenmiş ‘milli irade’ demagojisinin on bin kanaldan üzerimize boca edildiği, bir bölüm solcunun ve HDP sözcülerinin, AKP’nin örgütlediği yandaş topluluklarını ‘sokak’ ve ‘halk’ diyerek kutsadıkları koşullarda serinkanlı çözümlemeler yapmanın güçlükleri var” şeklinde bir değerlendirmenin ardından, ötekilerin tümünden farklı görüşlerle tartışmaya katıldı. Darbe ve bu vesileyle yaşanan gelişmeler ve ortaya çıkan çıplak gerçeklerden yola çıkarak o da bir çağrı yaptı. Çağrısının özeti ise şudur: “Bu durumdan çıkarılacak görev, ‘demokrasi güçlerinin birliği’ türünden klişeleri yinelemek değil, emek ve sosyalizm bayrağı altında devrimci bir siyasal odak yaratmak için çalışmaktır.”

Tarihin inkarı: Faşizme karşı burjuva demokrasisi çağrısı

Hatırlanacağı üzere, en geniş bir birlikteliğin ifadesi olarak, bir demokrasi cephesi inşa etmenin aciliyeti ve bağlı olarak da birleşik mücadelenin gerekliliği ve yakıcılığı darbeyi önceleyen günlerde de dile getirilmekteydi. Bundan yola çıkılarak komünist basında bu konuya ilişkin yazılar da yazıldı. Tekrardan kaçınmak için soruna ilişkin düşüncelerimizi bir özet yaparak sunmak istiyoruz.

Adı geçen parti, örgüt ve kişilerin sözünü ettikleri ve uğruna mücadele etmeye çağrıldığımız demokrasi nasıl bir demokrasidir? Kimin demokrasisidir? Biz nasıl bir demokrasi için mücadele edeceğiz? Bu demokrasi bir devlet durumu mudur? Bu aynı anlama gelmek üzere bir devrim sorunu mudur? Yine buna bağlı olarak bu demokrasi dosdoğru devrime çıkıyor mu? Mücadele tastamam bir sınıfın, doğal olarak burjuvazinin iktidarının yıkılarak, yerine sosyalist bir işçi ve emekçi iktidarını hedefliyor mu? Hangi sınıfa dayandırılıyor ya da sınıf ekseni nedir? Bu yönlü sorular çoğaltılabilir ama bu kadarı yeter.

Belirtmek gerekir ki kimilerinin konuya ilişkin oldukça genel ve o ölçüde de muğlak kimi söylemleri dışta tutulursa, hiçbirinin bu sorulara kesin, tutarlı ve tok bir cevabı yoktur. Tümü de bundan bilerek kaçmaktadır. Zira, hepsi de devrimci bir kimlikten ve konumdan yoksundur. Devrimi kategorik olarak çoktandır gündemlerinden çıkarmışlardır. Kullandıkları demokrasi ve devrim kavramları çoktandır bilimsel içeriğinden arındırılmış olarak onların dilindedir. Zaman zaman sözünü ettikleri demokrasi ve devrim bu bilimsel içeriğinden yoksundur ve daha çok da ideolojik bir manipülasyonun icabı kullanılmaktadır.

Türkiye solu tüm kusurlu haline rağmen geçmişte bir iktidar perspektifine sahipti. Bir iktidar sloganı vardı. Az çok iç bütünlüğü olan, az çok tutarlı devrimci bir programa sahipti. Her sorunu devrimci bir perspektifle ve devrim hedefine bağlı biçimde ele alır, çözümünü devrime bağlardı. Keza çok doğru ve tutarlı olmasa da savunduklarının bir sınıf ekseni vardı. Demokrasi ve özgürlükler sorunu da dahil toplumun temel sorunlarını sınıf mücadelesi tabanına dayalı biçimde çözmeyi savunuyordu. Yani o günlerde demokrasi mücadelesi bir devrim sorunu olarak görülürdü. Yeri gelmişken, tutarlı biçimde olmasa da faşizm sorunu da bir devrim sorunu, demek oluyor ki bir iktidar sorunu olarak savunuluyordu.

Günümüzde bu durumdan eser kalmamıştır. Çoktandır geriye doğru bir savrulma ile karşı karşıyayız. Önce programlar geriye doru budandı. Bunu en başta iktidar sloganı olmak üzere, sloganların budanması izledi. Renkler değişti, ilkelerin adı anılmaz oldu. İşçi sınıfı, sınıf ekseni, sınıf mücadelesi, devrim ve sosyalizm; zaman içinde onlar için güncelliğini ve geçerliliğini yitirir oldu. Eski bir nakaratın bıktırıcı bir tekrarı gibi geldi onlara. Ya da sınıf ve sınıf mücadelesi onlar için sadece ve sadece %10 bir değer ifade etti. Sınıf siyaseti terk edildi, yerine kimlik siyaseti geçirildi. Devrim, düzen içinde bir dönüşümü, daha doğru bir ifadeyle, temel sınıf ilişkilerine, özel mülkiyete dokunmayan, paylaşım alanı ile sınırlı bir müdahaleyi anlatan bir durumu ifade eder oldu. Sınıf ayrımı yerine, sınıf işbirliğine kapı aralandı. Böylesi ayrımlar sekter bir tutumun ifadesi sayıldı. En geniş birliklerin ve cephelerin engeli olarak damgalandı. Bunların tersini savunanlar yükselen değer haline geldi ya da getirildi.

Bir kez daha, demokrasi bir devlet durumudur. Bir devrim sorunudur. Burjuvazinin iktidarını yıkma ve devrimin tüm imkanlarını bunun için seferber etme ile tanımlanan bir mücadeledir. Devrime bağlı biçimde ele alınmayan ve burjuvazinin iktidarını yıkmayı hedeflemeyen bir demokrasi mücadelesi, eninde sonunda burjuva demokrasisinin bir parçası haline gelir. Onun dolaylı ya da dolaysız müttefiki olur. Daha uç örneklerinde görüldüğü üzere kapitalizmin ve burjuva düzenin restorasyonunun edilgen bir bileşeni olmaktan kurtulmaz, kurtulamaz. Bu aynı şeyler faşizm konusunda da geçerlidir.

Faşizm sorunu da bir devrim sorunudur. Ama bir iktidar sorunudur. Faşizm burjuvazinin belli bir durumda başvurduğu karşı-devrimci bir yönetim biçimidir. Burjuva demokrasisinin yerine ikame ettiği bir çılgınlık durumudur. Fakat ona karşı mücadele asla sadece bir yönetim değişikliği olarak sınırlanamaz. Burjuvazinin iktidarının yıkılması esastır. Demokrasi ya da faşizm, birinden biri tercih edilemez. Bu büyük hata olur. Tüm bir önceki yüzyılın komünist hareketi bu hatalı tutumu hem de ağır bir fatura olarak ödedi. Hitler faşizmine karşı mücadele burjuvazinin iktidarını yıkma stratejisinden kopartıldı. Faşizme karşı burjuva demokrasisi için mücadele çizgisine çekildi. Bu o denli hazin sonuçlar doğurdu ki dünün toplumsal devrim partileri birer sosyal-demokrat parti haline geldi. Zamanla toplumsal devrim partileri olmaktan çıkıp, toplumsal ihanet partilerine dönüştüler. Avrupa komünizmine terfi ettiler.

İkinci dünya savaşı yıllarında Avrupa’da hiç dinmeyen devrimci çalkantılar bu çizgi yüzünden zafere taşınamadı. Bu çizgi yüzünden birçok yerde devrim imkanları kaçırıldı. Sovyetler coğrafyasındaki bozucu her şeyin kaynağında da bu vardı. Fransa başta olmak üzere birçok yerde devrimci partilerin burjuva hükümetlere katılmasının, bu hükümetlere bakan verme vahim hatasının gerisinde de bu anlayış yatmaktaydı. Bu partilerin kapitalizmin restore edilmesinde rol alması bu durumun bir başka bedeliydi.

Umutsuzluğun kol gezdiği, orta sınıf damgalı, kimlik eksenli program ve mücadelelerin revaçta olduğu, ucu burjuvazinin kimi kesimleriyle ittifaka açık en geniş birlikler, alabildiğine kapsayıcı cepheler bugün için çekicidir. Kimilerine cazip gelebilir. Ancak bunun sonu yok. Tarihsel tecrübe ve bilimle kanıtlıdır ki sonuç bir kez daha ağır bir yıkımdır. Her şey bir yana Kürt hareketinin 14 yıllık AKP iktidarı sırasındaki basiretsiz tutumları ve bu çerçevede yaşadığı macera bu konuya yeterli bir açıklık getirmektedir.

Komünistler olarak demokrasi sorununu bir devrim sorunu olarak görüyoruz. Tam bir kararlılıkla burjuvazinin iktidarını yıkma ve yerine sosyalist bir işçi-emekçi iktidarı kurma programını savunmaya devam edeceğiz. Demokrasi mücadelesi ancak ve ancak ona ait ve ona ilişkin tüm hassasiyetlerin, demek oluyor ki tüm imkanların burjuvazinin iktidarını yıkmak amacı ve hedefi ile seferber edildiği zaman oldukça yaşamsal bir öneme sahiptir. Ama temel bir farklılıkla: Komünistler olarak, devrim hedefi ile yürütülecek bir demokrasi kavgasının ve devrimci bir eksende inşa edilecek bir demokrasi cephesinin aciliyetine ve dahası toplumun demokrasiden gerçekten çıkarı olan tüm ezilenlerini kendi bayrağı altında toplama, onları kendi çıkarları için seferber etme, bu anlama gelmek üzere en geniş birliktelikleri ve cepheleri inşa yeteneğine sahip biricik sınıfın işçi sınıfı olduğuna inanıyoruz.


 
§