13 Nisan 2018
Sayı: KB 2018/15

Halklar için tek çıkış yolu birleşik direniştir!
Krizi manipülasyonla yönetme çabası
Şovenizm dalgasını kırmak ya da işçilerin birliğini başarmak!
Akkuyu’da nükleer santralin temeli atıldı
TKİP: Sosyalist bir dünya için 1 Mayıs’ta alanlara!
1 Mayıs kimin günüdür?
Performans saldırısı ve AKP iktidarının gerici hesapları
Kaza mı, cinayet mi?
Tarihten güncelliğe dünyada ve Türkiye'de 1 Mayıs
Özgürlüğümüz ve geleceğimiz için 1 Mayıs’a!
Karanlığı yırtmanın adımlarını hızlandıralım!
“Dünyada en büyük adaleti ölüler ister!”
Çifte sömürüye ve gericiliğe karşı 1 Mayıs’a!
Kapitalizmin insanlığa dayattığı fatura
Fransa’da kavga büyüyerek sürüyor
İngiliz eğitim sektöründe yükselen direniş
İsviçre’de polis devleti yasaları
Taşeron işçileri “güvenlik soruşturması” gerekçesiyle işten atılıyor
TTE saldırısına sessiz kalmak tek tipleşmektir
1 Mayıs’ta alanlara!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Dünyada en büyük adaleti ölüler ister!”

 

Oynuyordum sokakta… Oynuyordum arkadaşlarımla… Evde bir korku başladı o günlerde... Gelecekler diyordu annem, belki okula da gidemeyeceksin… Oyun oynamamak, okula gidememek, arkadaşlarımı görmemek, öğretmenimle resim çizmemek… Hep evde ne yapacaktım? Daha da doğru soru; neden böyle olacaktı?

Ben bu sorularıma cevap bile bulamadan annemin tarif ettiği o günler başladı. Ben hep evdeydim. Her yandan sesler yükseliyordu. Bazen kurşun, bazen bomba, bazen yıkıntı, bazen de çığlık ve haykırış sesleri… Çığlık yükseldiğinde tanıdık biri olabilir mi diye düşünüyordum. Korkarak düşünüyordum çoğu zaman, çünkü arkadaşlarımın isimleri bir bir sıralanıyordu. Bir ağlama yükseliyor, sonra boğazıma bir taş oturuyor, sonra da içime akıyordu tüm acılar.

Annem beni bir gün yine konuşmak için çağırdı. En uygun zamanda evden çıkıp başka bir yere gidecekmişiz. Gideceğimiz yer daha güvenli olacakmış. Ama bilmeliymişim ki bir daha buraya dönmeyebilirmişiz. Hazırlıklı olmamı istemişti.

Biz daha yola çıkmadan bir gün ses çok yakınlardan gelmeye başladı. Saatler ilerledikçe daha da yakından gelmeye başladı. Ve bizim evde en son hatırlanan, yakınlaşan ve yükselen bir gürültü sesiydi.

Fotoğraflarda bir kare olmuş sonrası. Yıkılmış tek katlı evimizin altında kalmış bedenler. Ve bizim oradaki tüm evler yıkılmış. Arkadaşlarımın hepsi ölmüş. Fotoğraf karelerini televizyonda, gazetede, internet sayfalarında görünce kiminizin vicdanı sızladı, kiminiz bu savaş bitsin diye çaba harcadı…

Adımı mı soruyorsunuz? Adımın ne önemi var. Bu yıkılmış kentte ölümler kayıtlara geçirilemediğine göre, ölümüm bile kayıt dışı iken, doğduğumda bana konmuş ismi size bahşetsem ne çıkar? Katledilen sayılardan biriyim sadece.

**

Savaşın orta yerinde kalmak, bombaların patladığı savaş meydanlarında olmak mıdır sadece?

Yağmur yerine kurşunların yağdığı, bombaların çocukların bedenlerini parçaladığı, toprakların işgal edildiği, kadınlar için yıkılmış kentlerin ardının tecavüz demek olduğu coğrafyalarda olmayanlar savaşın ne kadar uzağındadır?

Sınırlar neyi belirliyor sizin için? Ülke bütünlüğünü mü? Peki, kendi ülkesinin sınırlarının dışında bir ülkenin topraklarına giderek, şehir merkezine kadar ilerleyerek her yeri yakıp yıkmak kendi sınırlarını korumak mıdır? Ülke bütünlüğü müdür?

Savaş ve katliam haberlerine bakarken izlediğim “Hak” oyunundan cümleler geliyor aklıma;

Belki demir merminin canı olsaydı gitmezdi; belki derdi ben on altısında birini vuramam.”

Direklere, halatlarla, zincirlerle bağlanan bayraklar özgürlükten bahsedemez.”

“Hak” oyununun kadın karakteri kana boyanmış her çeşitte ve her büyüklükte ayakkabının ortasında kalmıştır. Hem kirli bir savaşın ortasında kalmak hem bu savaşta bir kadın olmak hem de bir kadının gözüyle savaşı yorumlamak var oyunda. Dünyanın karanlık ve aydınlık yüzü yansıtılıyor oyunda. Ve insanlığın karanlıkta kalmış ve aydınlığa aç yanları… Dekorların üzerine yansıyor, suyun kenarına vuruyor minik bedeniyle Aylan bebek ve savaşlarda ölmüş onlarca bebeğin yüzleri…

Sınırları belirleyenler var… Sınırların iki tarafındakileri birbirine düşman ilan edenler… Bu da yetmeyince sınırın içinde düşmanlık yaratanlar… Düşmanlıktan gücünü büyütenler, gücü büyüdükçe düşmanlığı körükleyenler… Düşmanlığın ve savaşın resmidir sokağın ortasında günlerce yatan, meydanlarda sürüklenen ölü bedenler…

Her ölü bilinmesini ister neden orada yattığını, her ölü bilinmesini ister kimin onu yatırdığını ve dünyada en büyük adaleti ölüler ister.”

“Hak” oyununda da denildiği gibi, “Biz adalete üvey olanlar”ız. Bu düzenin adaletinin öz evlatları mülkiyetin sahipleridir. Bundandır ki mülkiyete sahip olanlar ile mülkiyet sahiplerine işgücünü satanlar arasında, bazen dalgalı bazen durgun sular gibi olsa da hep bir savaşım vardır. Durgun sular aldatmasın adaletin öz çocuklarını. Dipten gelen dalgalar suları ters düz etmesini bilir. Ve elbette bir gün kalır dalgalı suların altında adaletin öz çocukları.

Z. İnanç

 

 

 

 

Karanlık geçicidir, baki olan devrim mücadelesidir!

 

Sermaye iktidarı 15 Temmuz’un ardından OHAL ve KHK düzeni yaratmış, kamu alanında ilerici ne kadar memur, öğretmen, doktor, akademisyen vb. varsa tek gecede mesleklerinden ihraç etmiş, onlara adeta sosyal ölüm dayatmıştı.

Son dönemde Ortadoğu’daki pay kapma savaşından nemalanmak isteyen, içeride ise düşen oy oranını yükseltmenin telaşına düşen AKP iktidarı, Efrîn’e işgal saldırısı başlattı. Bu işgalin hiçbir meşruluğunun olmadığını bilen dinci-gerici iktidar, sosyal medya operasyonları adı altında etrafa azgınca saldırdı. Ardı arkası kesilmeyen ev baskınları gerçekleştirdi, yüzlerce insan ya gözaltına alındı ya da tutuklandı.

Ayrıca açıktan yürüttüklerinin yanı sıra bir de günlük yaşantımıza sinsice sızan, hissettirmeden etrafımızı kuşatan saldırıları da farklı boyutlar kazanmış durumda. Medyasıyla, televizyonlarda dizileriyle, evde-sokakta-okulda-fabrikada çok örgütlü bir şekilde etrafımız gerici propaganda ile sarılmış vaziyette.

Tüm bunların yarattığı sorunlar karşısında çıkış yolu bulamayan işçi ve emekçiler bireysel kurtuluş yolları arıyor, bedenlerini ateşe veriyor veya intihar ediyorlar. Artık ‘baskıcı, gerici, karanlık bir dönemin içerisinden geçiyoruz’ demek kalıpsal cümle olmaktan çıktı, gerçekten yakıcı bir şekilde hissedilir hale geldi.

İnsanın akıl sağlığına aykırı olan bu sistemin karşısında devrimciler olarak örgütlü olmanın bilinci ve marksist öğreti ile durabiliyoruz. Böylesi bir tabloda, hele de sınıf ve kitle hareketi hiç canlı değilken, tam da kitlelere anlatmaya çalıştığımız bu umutsuzluk ve yılgınlık durumuna bizler de kapılabiliyoruz. Fakat devrimci olmak anlık olaylara daralmak, günlük yaşamak, güne takılıp kalmak, moralimizi bunların belirlemesi demek değildir. Gerici cereyanın estirdiği rüzgârda savrulup gitmek hiç değildir!

Marksizm demek tarih bilinci demektir. Elbette biliyoruz ki o rüzgar bizden doğru esmeye başlayacaktır. O rüzgara yön verebilecek olanlar ise günü kurtaran değil, tarihsel bilinç ve marksist bir perspektif ile dönemi ve koşulları değerlendirebilenler olacaktır.

Örneğin Karl Marx ve Friedrich Engels siyasal yaşamlarının durgunluk döneminde asla atalete kapılmadılar. Devrimci hareketi politik ve teorik anlamda yarına daha güçlü hazırlayabilmek için hız kesmeden çaba sarf ettiler. En durgun dönemde dahi pratik uğraşlarından da vazgeçmediler. Çünkü onlar durağan dönemlerin geçici, baki olanın devrim mücadelesi olduğunun berrak bilincine sahiplerdi.

Yılmayalım yoldaşlar! Baskılar, tutuklamalar, gözaltılar, işkenceler devrim yolunda ödeyeceğimiz, lafı bile olmayacak küçük bedellerdir. O gün gelene kadar, insanı bir bütün haline getiren kolektifimizi güçlendirerek, teorik ve pratik çabamızda dur durak bilmeyelim. Tıpkı, havalandıktan sonra varacakları hedefe haftalar sürecek dahi olsa durmadan uçan Albatros kuşları gibi…

İstanbul’dan bir DGB’li

 
§