28 Aralık 2018
Sayı: SYKB 2018/01 (49)

Düzenin açmazları, sınıf mücadelesinin olanakları
Burjuva hukukun dayanılmaz hafifliği!
Hak sokakta kazanılır, güç birlikten alınır!
Türkiye işgal ve “ABD’nin yerini doldurma” heveslisi
Asgari ücret açlık sınırının altında kaldı!
Asgari ücrete AGİ dahil edilir mi?
Kriz derinleşiyor, işsizlik büyüyor
2018’de işçi ve emekçiler eylemdeydi
2018 yılının siyasal tablosundan yansıyanlar
Avrupa Birliği: “Refah toplumları”ndan sefalete
2018’de dünya sınıf ve kitle hareketi
İşgalci Amerikan ordusunun Suriye’den çekilmesi üzerine
Kıdem tazminatı hakkımızı gasp ettirmeyelim!
Güvenli ve nitelikli barınma hakkı sağlansın!
Roboski Katliamı 8. yılında!
Gustave Courbet: Bir komünar, bir ressam!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

2018 yılının siyasal tablosundan yansıyanlar

 

15 Temmuz darbe girişimini bulunmaz bir fırsat olarak değerlendiren AKP, halihazırda toplumun üzerine dayanılmaz bir ağırlık olarak çökmüş durumda. Artık saldırgan icraatlarının ne haddi hesabı, ne de ölçüsü ve kuralı var. Olağanüstü Hal ortamında ve Kanun Hükmünde Kararnamelerle ülkeyi yönetmesi ona bu olanağı sağlamış bulunuyor. Kendisini bağlayan hiçbir anayasal ve yasal kural ya da kaide yok. Başta parlamento olmak üzere kendisini denetleyen ve dolayısıyla sınırlayabilen herhangi bir yasal güç ya da kurum da yok.” (Referandum ve devrimci sınıf çizgisi)

Komünistlerin Şubat 2017’de yaptıkları bu değerlendirme, sermayenin vurucu gücü olan AKP-saray rejiminin niteliğini gözler önüne seriyor. Aradan geçen iki yıla yakın süreçte rejimin saldırganlığı ve kural tanımazlığı yeni boyutlar kazanmış bulunuyor. Bu durum iç politikaya olduğu kadar, dış politikaya da damgasını vuruyor.

Bu kaba saldırganlık ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel, psikolojik vb., yaşamın her alanında hissediliyor. Şiddeti iyice boyutlandıran rejim, siyasal ve ekonomik krizlerinin yanı sıra bir meşruiyet krizi de yaşıyor. Zira toplumsal meşruiyeti olan bir iktidar, bu kadar tahammülsüzlük sergilemeye, kırıp dökmeye, biat etmeyenlere tehditler savurmaya, on binleri zindanlara kapatmaya ihtiyaç duymaz. Bu tablo, dinci-faşist iktidarın, yönetmek için elinde “zulmün kamçısı”ndan başka bir araç kalmadığını gösteriyor.

2018’e Efrîn işgaliyle girdiler

Krizlerle sıkışan dinci-faşist koalisyon, geride bırakmakta olduğumuz yılda, işçi sınıfına, emekçilere, ilerici ve devrimci güçlere saldırmakla yetinmedi. Başta Kürt halkı olmak üzere bölge halkları da bu saldırganlıktan payını aldı.

Sermaye iktidarının 2018 yılına Efrîn işgaliyle giriş yapması, iç politikanın sınır ötesine taşınması anlamına geliyordu. Efrîn işgalini içeride şoven ırkçılığı kışkırtmanın fırsatına çeviren dinci-faşist iktidarın hedefi, Kürt halkının kazanımlarını ortadan kaldırmaktı. Tetikçi olarak kullandığı cihatçı katil sürüleri eliyle Efrîn’i yağmalayarak, kentin demografik yapısını değiştirerek, ilhak heveslerini ortaya koydu. Osmanlı’nın devamı olmakla övünen AKP iktidarının yayılmacı-ilhakçı hevesleri Efrîn işgaliyle daha da belirginleşti.

Efrîn işgaliyle girdikleri yıldan savaş tamtamlarıyla çıkmaya hazırlananlar, 2019 yılında da, içeride sosyal yıkım ve faşist zorbalığa, bölgede işgalci-yayılmacı savaşlara devam edeceklerinin işaretini vermiş bulunuyorlar.

Kriz korkusu ve erken seçim

Efrîn işgaliyle tırmandırılan dinci-şoven ırkçılık saray rejimine kısa süreli soluk aldırsa da, AKP, şefi ve dalkavukları diken üstündeydiler. Zira tüm veriler ekonomik krizin kapıda olduğuna işaret ediyordu. Saray rejiminin “uzman takımı” ekonomik krizin kaçınılmaz olduğunu gizlemeye çalışsa da, minareyi kılıfına uydurmak giderek zorlaşıyordu.

Ekonomik krizin yaratacağı sosyal yıkımın kaçınılmaz olarak seçim sandıklarına yansıyacağını bilen dinci-faşist koalisyon, MHP şefi aracılığıyla baskın seçimleri gündeme getirdi. Bahar aylarında seçime odaklanan saray rejimi, krizin daha yıkıcı bir biçimde gelmesine zemin hazırlayan önlemlerle seçimleri atlatma taktiğine sarıldı.

Baskın 24 Haziran seçimleri

24 Haziran seçimleri saray rejimi için kritik önemdeydi. Zira hile ve hırsızlıkla kazanılan referandum hamlesinin tamamlanması için bu seçimin de kazanılması gerekiyordu. Bu amaçla %95’i beslemelerden oluşan düzen medyası seferber edildi. AKP şefinin toplumu taciz eden nutukları, saraya biat eden MHP şefinin ırkçı histerilerinin öne çıktığı bir seçim kampanyası yürütüldü.

İşin kolay olmadığını bilen AKP-MHP koalisyonu “cumhur ittifakı” safsatasını ortaya attı. Oysa biliniyor ki, “Türkiye’de, sosyal uyanış ve mücadele ile belirlenen 1960’lı yıllardan itibaren, gericiliğin bu iki türü, dinsel gericilik ile şoven milliyetçilik, emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazi tarafından bir arada ve iç içe kullanıldı. Sosyal uyanışa ve mücadeleye karşı bir barikat, daha genel planda devrime karşı birer dalgakıran olarak…” (Tarihsel temelleriyle Türkiye’de dinsel gericilik)

Emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin vurucu gücü olan AKP-MHP koalisyonunun “cumhur ittifakı”, tüm çırpınışlara rağmen seçimlerde hedeflenen etkiyi yaratamadı. Kıbleleri emperyalizm olanların “yerli-milli” söylemlerine toplumun yarısından fazlası itibar etmedi.

Dinci-faşist koalisyon: Sahte vaatler, hile, hırsızlık ve tehdit

24 Haziran’da hem sermayenin tek adama dayalı dikta rejiminin başı, hem milletvekilleri seçilecekti. Tüm veriler AKP şefinin kazanma şansının olmadığına işaret ediyordu. Sarayın stepnesi MHP parçalanmış, oy oranı %5’lerin altına düşmüştü. Bundan dolayı “cumhur ittifakı” sahte vaatlerde sınır tanımadı. Yanı sıra her türlü kirli yol ve yöntemi kullandı. Sonuçta sandıklardan çıkan oyların, burjuva hukukunun paspasa çevrildiği bir rejimde, seçim sonuçları açısından çok da önemli olmadığı görüldü.

Bilgisayar Mühendisleri Odası tarafından yapılan araştırma, 24 Haziran seçimlerinde 10 milyon oyun yönünün değiştirildiğini saptadı. Ancak bu sayede “seçim zaferi” kazanılabildi. Yani seçimlerin sonucunu belirleyen “milletin iradesi” değil, hile, hırsızlık ve bunun yetmediği yerde tehditler oldu. 24 Haziran seçimleri, kitleler açısından her bakımdan tartışmalı ve şaibeli bir seçim olarak geride kaldı.

Millet İttifakı”

CHP’nin başını çektiği düzen partilerinin “millet ittifakı” iddialı bir başlangıç yapsa da, seçim hileleri karşısında çapsızlığını gösterdi. Saray rejiminin kaba seçim hilelerini bilmelerine rağmen, diş göstermesi karşısında korkarak geri çekildiler. Kendilerine verilen oyları savunma gücü ve iradesinden yoksun olduklarını gösterdiler. Bu tutum hezimete uğramış dinci-faşist koalisyona “ucuz zafer” kazandırdı.

Böylece bizzat düzen muhalefetinin marifetiyle dinci-faşist ittifak, referandum sürecinde ağırlaşan meşruiyet krizini görüntüde aşarak, erken seçim üzerinden hedeflediği sonucu elde etmiş oldu.

CHP, düzen muhalefetinin krizi

Bu seçimlerde CHP’nin adayı Muharrem İnce’nin İstanbul, İzmir, Ankara mitingleri Türkiye tarihinin tanık olmadığı bir kitlesellikte gerçekleşti. Toplumun küçümsenemeyecek bir bölümünün dinci-faşist iktidara karşı biriken tepki ve öfkesi kendini dışa vurdu. Alabildiğine heterojen bu kesimi harekete geçiren gerçekte İnce değil, AKP gericiliğinin yenilebileceği inancıydı. Ancak, CHP’nin adayı, sergilediği dinamizm dışında, toplumun temel sorunlarına ilişkin hiçbir şey söyleyemedi. Dinci gericiliğin kendisini çektiği sahada, kitlelerin geri eğilimleri üzerinden politika yapmaya soyunduğu halde, belli duyarlılıklar üzerinden alanları dolduran kitlelerin ötesine geçebilen anlamlı bir oy desteği elde edemedi.

Bu yeni bir durum değildir. “Sosyal demokrasi” ile hiçbir bağı kalmayan, sol düşünce ve değerlere alabildiğine yabancılaşan, sosyal demagoji bile yapamayan bir ana muhalefet partisi gerçeğinin gerisinde düzenin çok yönlü krizi vardır. Sözde “sosyal-demokrat” CHP ve adayı, pek çok açıdan elverişli koşullara rağmen, dinci-faşist ittifakın etki alanındaki emekçi kitlelerin karşısına sosyal sorunlar üzerinden çıkma gücü bulamamakta, düzenin krizi “sosyal demagoji” olanağını elinden almış bulunmaktadır. Geriye, iktidardaki gericiliğin belirlediği ve çizdiği sınırlarda bir muhalefet kalmaktadır.

HDP ile müttefikleri: Boylu boyunca parlamentarizm

Seçim oyununun bir parçası olan HDP ile onun bayrağı altında toplanan Türkiye solunun önemli bir kesimi, parlamentarizme her zamankinden daha çok angaje oldular. Cumhurbaşkanı adaylarının hapiste “siyasi rehine” konumunda olmasına rağmen, sistemle ilgili boş hayaller yaymayı sürdürdüler.

HDP ile müttefikleri düzenin temsili kurumlarının burjuva ölçülere göre bile saygınlığının yerlerde süründüğü bir dönemde, temelsiz vaatlere dayalı bir seçim çalışması yürüttüler. Oysa hezimete uğradığı 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarını tanımayan AKP iktidarı, Türkiye’de “olağan seçim” dönemini kapatmıştı. Nitekim 1 Kasım seçimlerini Kürt halkına karşı kirli savaşı azdırarak, referandumu ise aleni bir hileyle kazanmıştı. Referandumdan sonra “hukuksal” bir kılıfa kavuşan “partili cumhurbaşkanlığı” sistemiyle, parlamentonun “incir yaprağı” rolü de büyük ölçüde ortadan kaldırıldı.

Bu ortamda gerçekleşen 24 Haziran seçimlerine büyük vaatlerle hazırlanmak, ona angaje olan sol güçler bir yana, Kürt hareketi açısından da anlaşılmaz bir durumdu.

Korku, saldırganlık, dincileştirme...

AKP-MHP koalisyonu, umduğundan kolay bir “seçim zaferi” kazandı. Buna dayanarak iddialı bir şekilde “ilk yüz günlük hedefler” ilan etti. Ancak, “ilk yüz günün hedefleri” bir yana, krizin yıkıcı sonuçları çok geçmeden işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yıkılmaya başladı.

Başka türlü davranmaları da mümkün değildi. Zira saray rejiminin sermaye ve emperyalizme hizmet etmek dışında bir icraata imza atması mümkün değildi. Nitekim, bütün asalak kapitalistler sınıfının çıkarlarını koruma konusundaki kararlılığını kriz vesilesiyle ispatladı.

Krizi emekçilerin sırtına yıkmanın yaratacağı sosyal tepkiden korkan saray rejimi, elinde kalan son yönetme aracına, baskı ve şiddete sarıldı. Hak arayan işçilere, sendikacılara, ilerici devrimci güçlere, gazetecilere, aydınlara azgınca saldırdı. Zira, sosyal mücadele dinamikleri henüz bütünsel bir nitelikte olmasa da, dinci-faşist rejime sonunu kimin getireceğini hatırlatıyor.

Salt kaba şiddetle uzun süre iktidarda kalmanın mümkün olmadığının farkında olan saray rejimi, sistemli bir dincileştirme kampanyası yürütüyor. Bu saldırgan kampanyanın öncelikli hedefi küçük çocuklar ve öğrencilerdir. Yanı sıra medreseler, dinci vakıf yurtları, kuran kursları ve daha birçok kurum aracılığıyla gelecek nesillere yönelen sistematik saldırı devam ediyor. Körpe zihinleri zehirlemek amacıyla yürütülen bu kampanya, saray rejimine biat etmiş bir nesil yaratmayı hedefliyor.

Çıkış yolu sosyal mücadelenin yükseltilmesidir!

Saray rejimi bir kâbus gibi ülkenin üzerine çökmüş durumda. Ekonomik krizin derinleşmesi bu durumu daha vahim hale getiriyor. Bu ise krizin faturasını ödeyen işçi ve emekçilerin öfkesini arttırıyor. Henüz yerel sınırlarda kalsa da, işçiler birçok kentte ve farklı sektörlerde hakları için mücadeleye yöneliyor.

Bu mücadele henüz bütünsel bir boyut kazanmış değil. Öne çıkan taleplerin politik olduğu da söylenemez. Ancak çelişki ve çatışmayı yaratan kapitalizm ve onun saray rejimi toplumsal sorunları çözmekten acizdir. Bu ise sosyal mücadelelerin daha sert, daha kitlesel, daha yaygın ve militan bir nitelik kazanmasını kaçınılmaz kılıyor. Çünkü, “Sosyal mücadelenin, sosyal çatışmanın önüne hiçbir güç geçemez. Bu dizginlenebilir, geciktirilebilir, bir dönem için saptırılabilir. Ama o su gibidir, kendi yatağını bulur.” (Türkiye’de dinsel gericilik)

Din istismarcılığının ve savaş tamtamlarının çalınmasının esas amacı, emekçileri dinci-gerici ve ırkçı-şoven ideoloji ile sersemletmektir. Toplumda dikey yarılmanın derinleştiği koşullarda, burjuvaziyi ve onun rejimini rahatlatabilecek şey emekçilerin bu zehri yutmalarıdır. Ama krizin ağır bir sosyal yıkım yarattığı koşullarda bu eskisi kadar kolay değil.

Sınıfın yerellerde devam eden eylemlerinin geliştirilip birleştirilmesiyle yaratılacak sosyal bir hareketlilik, dinci-şovenizmi sınıfın bilinç dünyasından söküp atmanın olmazsa olmaz koşuludur. Sosyal mücadelelerle hakkını arayan, onurunu korumak için eyleme geçen işçiler ve emekçileri, gerici ideolojilerin tuzağına düşürmek kolay olmayacaktır.

Emekçilere saldıran, dikey yarılmayı derinleştiren rejime karşı alınacak devrimci tutum nettir: “Sorunun sınıfsal anlamını ve önemini ön plana çıkarmak ve bunu her yolla işçilerin gündemine sokmak bu nedenle fazlasıyla önemli ve önceliklidir. Sınıf devrimcileri, devrim umudunu işçi sınıfına bağlamış tüm devrimciler, öncelikle bunu yapmalı, ama tüm öteki kesim ve katmanların bu saldırı karşısında özellikle kendini gösteren
ilerici duyarlılıklarını da her açıdan önemsemeli ve desteklemelidirler.”
(Referandum ve devrimci sınıf çizgisi, Şubat 2017)