Ocak 1991 ayı, 1990 yılını boydan boya kaplayan büyük grev ve direniş dalğasının tepe noktası olmuştu. Zonguldak madencilerinin Ankara yürüyüşü, Türk-İş'in 3 Ocak eylemi, büyük maden, metal ve kağıt grevleri hep bu ay içinde üstüste düşüyorlar.

Fakat 1990 yılının büyük eylem dalgasının doruğu olan 1991 Ocak ayı, aynı zamanda bir hız kesme ayıdır da. Türk-İş'in baştan savma 3 Ocak genel eyleminin hiç bir sonuç yaratmaması ile madencilerinin Ankara yürüyüşünün Mengen barikatlarında kırılması, sınıf kitlelerinin eylem şevkine büyük darbeler oldular. Bunları, Körfez Savaşı (17 Ocak) ve bu baheneyle gündeme getirilen toplu grev yasaklamaları (27 Ocak) izledi. 27 Ocak 1991'de, Bakanlar Kurulu kararıyla, 158 işyerinde sürmekte olan ve 102.846 işçiyi kapsayan grevler ertelendi. Bu "erteleme"nin gerçekte grevleri bitirmek demek olduğunu biliyoruz.

Ancak gelişmeler bununla da kalmadı. Burjuvazi, Körfez Savaşı'nın yarattığı atmosferi en iyi biçimde de¤erlendirerek, işçi sınıfına karşı, somut biçimini toplu tensikatlarda bulan, genel bir saldırıya girişti. Büyük çoğunluğu 1987-90 işçi eylemlerinin öne çıkardı¤ı ileri işçilerden oluşan binlerce işçi sokağa atıldı. İşçi sınıfı buna tümüyle sessiz kalmadı, fakat kendisine güç ve moral kazandırabilecek düzeyte anlamlı bir tepki de ortaya koyamadı.

Sonuçta, işçi hareketi, 1987 yılından itibaren kesikli dalgalar halinde gelişen, her yenisi bir öncekini yaygınlık ve etkinlik bakımından aşan, 1991 Ocak ayında tepe noktasına varan bir sürekli gelişmenin ardından, hala da kurtulamadğı bir nispi durgunluk dönemine girdi.

Tam da işçi hareketliliğinin kendini belirgin bir biçimde hissettirdiği tarihden (1987) itibaren, yeni bir toparlanma çabası içine giren, 1987-90 dönemi içinde, bu hareketliliğin uygun atmosferinden toparlanma doğrultusunda iyi-kötü yararlanan Türkiye devrimci hareketini, işçi hareketindeki bu ani gerilemenin sonuçları kaçınılmaz olarak etkileyecekti.

Gel gelelim sorun bundan ibaret de¤ildi. Burjuvazi, grevleri yasaklayarak ve yaygın işten atmalara girişerek işçi sınıfına yönelttiği saldırıyı, paralel biçimde devrimci harekete de yöneltti. Bu saldırı iki boyutlu fakat tek amaçlıydı. Terörle yıldırmak ve düzen legalitesi içine çekerek terbiye, demek oluyor ki, tasfiye etmek...

Dolayısıyla, bugünden bakıldığında daha net görülebiliyor; Ocak-Şubat 1991, bir dönüm noktası olmuştur. Üstüste binen tüm bu gelişmeler, 12 Eylül'le birlikte girmiş bulunduğu yapısal bunalımı aşamamış, fakat 1987'den itibaren giriştiği yüzeysel toparlanma çabaları ile bunu bir süre için hafifletmiş gibi görünen Türkiye sol hareketini, son iki yılda yeni bir tasfiye sürecinin içine sokmuştur. Son iki yıl, 1991-1992 yılları, solda tasfiyeciliğin yeni bir evresi olmuştur.