ARSIVANA SAYFA
 
7 Ekim '00
SAYI: 37
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Filistin deneyiminin dersleri, Kürt halkı için paha biçilmez değerdedir
Sırbistan’da hükümet darbesi
Demokrasi yönelimi adına pazarlanan “saygın hukukçu”
Ermeni soykırımı tasarısı ve “hür” Türk medyası
“Öteki Türkiye”nin değil tekelci sermayenin sözcüsü
İşçi ve emekçilere yönelik yeni bir soygun
Kamu emekçi hareketi reformist önderlik engelini aşmak zorunda
EXSA işçisi direniyor
Sendika bürokrasisinin yeni manevraları karşısında sınıf sorumluluğu
“İş güvencesi” yasa tasarısı...
Bu devletin “adaleti” hep emekçi halkın beynini dağıtıyor!
CHP Kurultayı, düzenin çözümsüzlüğü ve devrimci önderlik sorumluluğu
Kürt illerinde devletin “insan hakları” seferberliği!
Ekim Gençliği’nden
“ON’lar birer yıldız gibi parladılar karanlığın içinde”
Onlarla zafere yürüyeceğiz!
Habip Gül anmasına karşı devlet terörü
“Devrimci onur işkenceyi yenecek!”
“Ailelerimize kalkan elleri kıracağız!”
Hücrelere karşı mücadele üzerine notlar
Basından seçmeler
Mücadele Postası...
 



 
 
“İş güvencesi” yasa tasarısı:

Sermayenin “demokratik” eldiven içine gizlenmiş saldırı yumruğu


İMF uşağı sermaye hükümetinin Çalışma Bakanı Yaşar Okuyan geçtiğimiz günlerde yeniden sahneye çıktı. Yaşar Okuyan sadece şov yapmanın değil, sol gösterip sağ vurmanın da ustasıdır.
Komünistler önderlik misyonunun hakkını vermelidirler!


Bu konuda eleştirimiz sadece öncü işçilere değildir. Sorumluluğumuz ortaktır. Sorumluluk işçi sınıfına devrimci önderlik sorumluluğudur. Bu gelişmeler karşısında işçi kitlelerini aydınlatmak, örgütlemek, eyleme seferber etmek için herşeyden önce kendisi seferberlik içinde olmayan komünistler de, kendi iddiaları ne olursa olsun, sınıf devrimcisi olabilmenin çok uzağındadırlar. Sınıf dışı devrimciliği ve kendiliğindenciliği önce kendi pratiğinde alt etmesini başaramayanlar, ister işçi olsun ister ise devrimci olsun, sınıf bilinçli bir devrimci olmanın ve devrimci sınıf mücadelesine önderlik etmenin uzağındadırlar. Sınıf devrimcisi olmak bu tür can yakıcı gelişmeler karşısında sorumluluk almayı, inisiyatif göstermeyi ve harekete geçmeyi gerektirir.

Eğer öncülük iddiasında olanın sınıfın mücadelesini örgütlemeye yönelik böyle bir sorumluluk bilinci ve bununla tutarlı bir eylemi yoksa, bu tür sendikal-politik (örneğin iş güvencesi yasası vb.) sorunlar ile diğer demokratik sorunlar ve görevler (örneğin hücre saldırısı, anti-terör yasası, ABD-İsrail-TC kanlı ittifakının Filistin halkına kan kusturması ve emekçi halkların özgürlük mücadelesi vb.) arasında, ne kafada ne de pratikte gerçek bir bağ kurmak mümkün olur. İşin lafzında bağ kurulur, ama bu hiçbir işe yaramaz. Tersine gözbağına dönüşür. Öyle olduğunda da, hücre saldırısını geri püskürtmenin yakıcı bir gereği olarak sınıf hareketinin aşması gereken eşikten çok sözedilir, ama gerçek olan şudur ki, daha öncülük iddiasında olanlar öncelikle kendi aşmaları gereken eşiğin önünde uykuya dalmışlardır.

Hiçbir komünist militanının ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı bilmiyoruz, demeye hakkı yoktur. Başka yerde hakkı vardır, ama bizim partimizde yoktur. Harekete geçmek için, sorunlar üzerine kafa yormak için, işçilerle konuşmak, tartışmak, ihaneti, tuzağı, pisliği ve çıkış yolunu göstermek için, eylem çağrısı yapmak için, komite örgütlemek için, sendikacılar üzerinde “ya görev başına ya kapı dışına!” basıncı oluşturmak için vb., ille de ellerine bildiri, broşür yazılıp verilmesini, afiş, pul, kuş hazırlanıp gönderilmesini, talimname yazılıp iletilmesini bekleyenler de sınıf devrimciliğinin uzağındadırlar. Bunun adı sınıf devrimciliği değildir. Bunun adı partinin geçmiş birikimine sırtını yaslayıp günü kurtarmaya çalışan güçlü küçük-burjuva zaaflarla malul hazır yiyiciliktir. İşçi sınıfı devrimcileri kendilerini, kendi sınıflarını yakıcı olarak tehdit eden bu gelişmeler karşısında bir gün bile bekleyemezler. Bekliyorlarsa bunun adı sınıf devrimciliği olmaz, küçük-burjuva dar kafalı pratikçilik olur. Bu durumda olanlar da kendi fikrini ve pratiğini her yönüyle ve ivedilikle sorgulamak zorundadır.

Bu çalışmanın örgütlenmesine önderlik etmek ise en tayin edici görev ve sorumluluk alanıdır. Evet, bu kolay iş değildir. Ama işin kolayını arayanlar, işin kolayına kaçanlar sınıf devrimciliği iddialarını da yeniden sorgulamak zorundadırlar. Sözün kısası, işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde siyasal sınıf çalışmasının örgütlenmesine, bizzat kendi yolgösterici örnek pratiğiyle önderlik edemeyenler, iddiaları ne olursa olsun, gerçek parti birimleri olmanın uzağındadırlar.


Öncü işçiler sınıf mücadelesinin yüklediği devrimci sorumlulukları omuzlamalıdırlar


Kendi sınıfının sorunlarıyla, mücadelesiyle ilgili olan tüm işçiler bu gelişmeler üzerine kafa yormalıdır. Perde arkasındaki gerçekler üzerine düşünmelidir. Ama bu gerçekleri görmek yetmez. Bunun sınıf mücadelesinde yüklediği devrimci sorumlulukları omuzlamak için ileri atılmak gerekir.

Eğer sendika ağaları ile adı işçiler tarafından Yaşar (işçilerin canına) Okuyan olarak anılan sermaye uşakları perde önünde kucaklaşıyorsa, bu demektir ki, işçi sınıfının başına gene büyük çoraplar örülmektedir. Bu gelişmeler karşısında fikirsiz ve eylemsiz kalan bir öncü işçi, kendi iddiası ne olursa olsun, sınıf bilinçli değildir. Bu gelişmeler karşısında rahatsız olup da kendisi harekete geçmek yerine hala irili ufaklı sendika ağalarından, ya da tüm sermayesini meclise ve seçimlere yatırarak ciğeri kediye teslim eden reformist-legalist partilerden beklenti içinde olan bir öncü işçi, sınıf bilinçli değildir. Kendi fikrini ve pratiğini her yönüyle sorgulamak zorundadır.

Zaten böyle bir dönemde sol gösterip sağ vurmanın ustası olmayan sermaye uşakları ne çalışma bakanı ne de sendika ağası olarak uzun süre ayakta kalabilirler. İşçiler, Yaşar Okuyan’ı indirdiği işçi düşmanı sağ kroşelerinden iyi tanırlar. İşçiler Yaşar Okuyan’a öfkelidir. Ama Yaşar Okuyan gibilerinin bir vazifesi de budur. Öfkenin gerçek hedefini bulmasının önünde engel teşkil eden bir paratoner işlevi görmektir. Sendika ağaları da bunu iyi bildiklerinden zaman zaman Yaşar Okuyan’a küfredip dururlar. Böylece Yaşar Okuyan’ı tek suçlu, kendilerini ise masum göstermeye çalışırlar. Aynı şeyi Rıdvan Budak isimli sınıf haini de iyi bilir. İşçilerin sırtından girdiği sermaye meclisindeki asalak ömrünü uzatmak için o da zaman zaman Yaşar Okuyan’a küfreder. Çoğu işçinin aklına da “peki sen hangi partinin, hangi hükümetin, hangi düzenin, hangi sınıfın temsilcisisin” diye sormak gelmez. Kendine öncü diyenler bile ne yazık ki Rıdvan Budak hainini ayakta alkışlarlar.

Evet, sendika ağaları, yeni milletvekili eski sendika ağaları ile “Yaşar Okuyan” gibileri, perde önünde birbirlerine küfrederler, perde arkasında ise kucak kucağa otururlar, işçilerin kanını birlikte emerler. Hepsi sermayenin uşaklarıdır.

Liberal geçinen faşist kurtlardan Yaşar Okuyan geçtiğimiz günlerde işçi dostu postuna bürünerek karşımıza çıktı. Yaşar Okuyan’a zaman zaman küfreden sendika ağaları ise bu sefer onunla kucaklaştılar. Hatta işverenlere karşı gerekirse birlikte miting örgütleyeceklerini bile açıkladılar!

Gündem iş güvencesi yasası. İş güvencesi yasası eğer çıkarsa, aynı işsizlik sigortası, mezarda emeklilik yasası, tahkim yasası vb. gibi, işçi sınıfının büyük bir hak kazanımı olacağı için (!), sendika ağaları ile Yaşar Okuyan’ın bu kucaklaşması boşuna değil. Şimdi bu kucaklaşmanın muradına ermesinin önünde aşılması gereken tek bir engel var, o da yasa tasarısına karşı çıkan işverenler cephesinin direnişini kırmak! Ama sendika ağaları ile Yaşar Okuyan elele verip bir de işçi sınıfının desteğini arkalarına alırlarsa, buna bir de reformistlerin alkış tutması eklenirse, aşılmayacak hiçbir dağ kalmaz!

Sınıf hareketinin ve sınıf mücadelesinin gündemindeki tüm diğer temel sorunlar ve özellikle Yaşar Okuyan ile sendika ağalarının kucaklaşmasına sahne olan bu son gelişmeler son derece yakıcı ve hayati önemdedir.


Bunun önemi nereden ileri geliyor?
Bu kucaklaşma ile amaçlanan nedir?

* Öfkesi burnunda olan işçi kitlelerinin sermayenin saldırılarına karşı meydanlara çıkma, sınıf gücünü birleştirme, sınıf eylemini yükseltme yönündeki hareketinin ayağını kaydırmaya çalışıyorlar. Bunu, işçileri sorunlarına hükümet ve sendika ağaları eliyle çözüm getirileceği konusunda boş beklentilere sokarak yapmaya çalışıyorlar. Dün işyerinde sendika temsilcilerine “daha ne duruyoruz, haydi sokaklara çıkalım, eyleme geçelim, direnişi yükseltelim!” diyen ve karşılığında “doğru söylüyorsun, ama henüz merkezden bir karar çıkmadı” diye oyalanan işçinin havasını boşaltmak istiyorlar. Havası boşaltılan,
Hakların kağıt üzerinde kalmaması mücadeleye bağlıdır!


Sendika hakkı, iş güvencesi hakkı, kıdem ve ihbar tazminatı hakkı vb. işçi sınıfının yüzyıllardır mücadele ederek kazandığı haklardır. Sermaye devleti, bu haklara yasalarda yer vermek zorunda kalmıştır. Bu hakların kağıt üzerinde kalmaması, pratik olarak uygulanması için bile işçi sınıfının dişe diş bir mücadele vermesi gerekmektedir. Çünkü sermaye devleti, kağıt üzerinde tanımak zorunda kaldığı hakların içini boşaltmış ve fiilen işlevsiz hale getirmiştir.

Örneğin, bugün de yasal olarak sendikalaşmak hakkı vardır. Sendikalaşma nedeniyle işten atılmalara karşı mahkemelere gitme hakkı var. Ama hepimiz biliyoruz ki bu hakkın altı boştur. Güçlü bir örgütlenme ve mücadele vermeden bu yasal sözde sendikalaşma hakkını işçilerin kullanabilmesi mümkün değildir. Sendikalaşmayı başarabilmek için, güçlü bir örgütlenme ve direniş ortaya koymak gerekmektedir. Bu sağlanmadan, kağıt üzerindeki yasal haklar hiçbir işe yaramıyor. Bu gerçeği sadece işçiler değil, kamu emekçileri başta olmak üzere diğer tüm emekçiler de görmelidir. Reformizm grevli-toplusözleşmeli sendika hakkı mücadelesinin içini şimdiden kendi eliyle boşaltmıştır. Bu haliyle sendika hakkını yarın kağıt üzerinde verseler, mücadele dinamikleri dumura uğratılmış bir emekçi kitlesi gerçeği reformizmin marifeti olarak orta yerde duruyorken, bu “hak” hangi sınıfın hizmetini görür? İş güvencesi yasası denilerek “gözboyamaya” çalışılan yeni yasa da aynı işlevi görecektir.

eylem iradesi kırılan ve bu sayede yarın yiyeceği darbelerle mücadele için moral gücünü kaybeden bir sınıf kitlesi, ne hücre saldırısı karşısında ne de diğer demokratik görevler karşısında duyarlı olabilir. Sınıf devrimcileri sorunu ve sorumluluğu aynı zamanda bu yönüyle de düşünmelidir.

* Evet, iş güvencesi yasasını ve bu yasa çıkıyor diye birleşmeden-örgütlenmeden-mücadeleden geri durmayı, işçinin yararına gibi göstermeye çalışıyorlar. Bu sayede işçiye “iş ve ekmek güvencesi” adı altında, sendika ağaları ve Yaşar Okuyan şahsında, işçi düşmanı hükümeti şekerleyip yutturacaklar.

* Sadece bu kadar değil. Aynı zamanda AB yolunda ilerledikçe demokratik haklarda gelişmeler katediliyor zokasını yutturacaklar.

* Hükümet ile işçi kesimi uzlaştı, bir de işveren kesimi buna katılırsa ülke güllük gülistanlık olur diyerek, “toplumsal uzlaşma”, “sosyal barış” zokasını da yutturacaklar.

Bunlar gündemdeki saldırının daha genel, ama sürecin seyrinde büyük öneme sahip olan yönleri.

* Daha özel planda ise, mevcut “iş güvencesi” yasasını, işçi sınıfının “herkese iş, tüm çalışanlara iş güvencesi!” talebiyle yükseltmesi gereken mücadelenin önüne barikat olarak dikmek istiyorlar.

*Sermaye iktidarının işçiye verdiği bu “demokratik hak”, ülkedeki demokratikleşme sürecinin özüne ve esasına örnek teşkil ediyor. Nedir bu? Önce geçmişte mücadeleyle kazanılmış mevcut hakların içini boşaltıyorlar. Sadece hakları kağıt üzerinde tasfiye ederek yapmıyorlar bunu. Haklar uzun süre kağıt üzerinde varolmaya devam ediyor. İşçi sınıfını bu sınırlı haklarını bile kullanmaktan alıkoyacak koşulları örgütleyerek hakların içini boşaltıyorlar. Çünkü hakların içini dolduran, hakları gerçek birer kazanım haline getiren, hak verilmez alınır şiarına anlam kazandıran temel unsur, işçi sınıfının birliği-örgütlenmesi ve sınıf mücadelesidir. İşçi sınıfının birliğini, örgütlenmesini ve sınıf mücadelesini kötürümleştirip mevcut sınırlı hakları bile kullanamamasının koşullarını yaratıyorlar.

İşçi sınıfının her bireyini diğer bireyinden kopar, aralarına hücre duvarları ör, esnek üretim adı altında işçiye sermayenin küreğiyle kendisinin ve sınıfının kuyusunu kazdır, işçinin beynini boşalt, tabandan kendi inisiyatifiyle örgütlenmesini engelle, olan
İş güvencesi değil, kıdem ve ihbar tazminatlarını gaspetme saldırısı


Patronlar, kıdem ve ihbar tazminatlarını bu vesileyle pazarlık masasına getirerek, sözde iş güvencesi yasasını yeni bir saldırının basamağı olarak kullanmak istiyorlar. Yani bir taşla iki kuş birden vurmak istiyorlar. Bu yasayı yeni hak gasplarının, yeni saldırıların aracı haline getirmek istiyorlar.
Sermaye temsilcileri; işsizlik sigortası çıkarıldı, bu yasayla da iş güvencesi sağlanıyor, işten atılmalar zorlaştırılıyor, öyleyse kıdem tazminatlarında indirime gitmek gerekir, diyorlar. 158. sayılı İLO sözleşmesinin ve AB standartlarının da bunu gerektirdiğini iddia ediyorlar. Her bir yıllık çalışma karşılığı verilen bir aylık ücret karşılığı tazminatın artık 15 güne indirilmesini istiyorlar. Bu indirim yapılmadan iş güvencesi yasasını desteklemeyeceklerini açıklıyorlar.

Madem bu yasa işçi atmanızı zorlaştırıyor, iş güvencesi sağlıyor, kıdem tazminatını niye sorun ediyorsunuz? İşten atmayacağınız işçiye kıdem tazminatı vermeniz gerekmiyor ki! İşçi atmaya niyeti ve imkanı olan, kıdem tazminatlarının indirilmesini ve giderek de kaldırılmasını ister. Demek ki bu yeni yasa iş güvencesini sağlamayacak. Tersine her bahane ile işten atılmaları meşru hale getirecek. Üstelik patronlar artık tazminat yükünden de büyük ölçüde kurtulmak istiyorlar. İşte bu yasa değişikliği ile yapılmak istenen budur.

örgütlenmenin de başına sendika ağalarını yerleştir, on milyon ücretlinin dokuz milyonunu sendikal örgütlenme hakkını kullanmaktan yoksun bırak, bunun için eylem yapan, sendikal örgütlenme çalışması yürüten, emeğinin hakkını kararlılıkla savunan işçiyi “anarşist, terörist” diye suçlayıp tazminatsız işten çıkar, sınıf devrimcilerini katlet, sokağa çıkan, eylem yapan ama faşizmin çizmelerini aşan işçinin, emekçinin kafasını kır, öncü işçileri boş hayallerle reformizme bağla, reformizmi sopa ve havuç karışımı bir madde ile yemleyerek CHP’ye bağla, CHP’yi de hükümete bağla!..

Tüm bunları başardıktan ve faşist anayasa ve yasalarla işin tepesini güvence altına aldıktan sonra, istersen işçiye “iş güvencesi” ver, istersen solcuya “legal komünist parti” hakkı ver, istersen Nazım Hikmet’e “vatandaşlık hakkı” ver! İşte kapitalizmin vahşeti ile burjuvazinin “demokrasisi” aynı elmanın iki yarısıdır, aynı madalyonun iki yüzüdür. İşçi sınıfının örgütlülüğü, demokratik hak ve özgürlüklerini mücadele içinde kazanma ve kullanma koşulları işi gerçekte ne kadar gerilerse, burjuvazinin bahşedeceği “demokrasi” de o kadar “ilerler”.

* Yukarda iş güvencesi yasası çerçevesinde değindiğimiz noktalar kadife eldiven gibi gözükse de, aslında her biri öncelikle öncü işçilerin beynini ideolojik olarak darbeleyen sermayenin “demir” yumruklarıdır.

* Ama sözde “iş güvencesi” yasa tasarısı, sadece mücadeleyi engellemek, öfkeyi dizginlemek, hava boşaltmak, sendika ağalarını ve hükümeti cilalamak, öncü işçileri hayallere sevketmek vb. için değildir. Bu tasarı, sermayenin yıkım saldırısı doğrultusunda emeğin mevcut sınırlı hak ve kazanımlarının gaspedilmesinin çok somut bir aracıdır.

* Eğer izin verirsek, seyirci kalırsak, sol gösterip sağ vuracaklar dedik. Yeni yasa ile verdiklerini iddia ettikleri ve reklamını yaptıkları “haklar”, yani işçinin sendikal etkinlikten ötürü işten çıkartılamayacağı, eğer çıkartılırsa mahkeme kararıyla işe geri alınması gerekliliği zaten mevcut iş yasasında da kağıt üzerinde vardır.
Sendikasız 9 milyonu aşkın emekçinin “iş güvencesi” kağıt üzerinde de yok sayılıyor


Çalışma Bakanı, bu yasanın sendikalaşma nedeniyle işten atılmaları engelleyeceğini söylüyor. Bu yalandır!

10 milyon işçiden sadece 700 bini sendikalıdır. Üstelik hiçbir patron, “sendikaya üye olduğun için işten atıyorum” demez. Mevcut iş yasasına göre de bu yasal değildir. İşten atılmalar genellikle iş yasasının 13., 17. maddeleri üzerinden ya da ekonomik durum bahane edilerek toplu tensikatlar yapılıyor. Sözkonusu yasalarda bunlar haklı gerekçeler olarak kabul ediliyor. Yani, işten atma bizzat iş güvencesi yasası ile yasal güvence altına alınıyor. Sözde işçiye mahkemeye gitme “hakkı” veriliyor. Ama işçilerin yıllarca sürecek mahkemelerde hak aramaya ne parası ne de zamanı yeter. Bunu onlar da çok iyi biliyorlar. Üstelik sermaye devletinin mahkemeleri, sermaye sınıfının çıkarlarını korumak için var, işçi sınıfının çıkarlarını koruyabilmesinin tek yolu ise mücadeleden geçiyor.

Bu yeni yasa tasarısı, sendikasız çalışan 9.300.000 dolayında ücretliyi tamamen yok sayıyor. Onların iş güvencesi hakkına ihtiyaçları, imkanları diye bakılıyor. Onların kanını sudan ucuza emmek ve gerektiğinde işten atmak da bu yasa ile güvence altına alınmış oluyor, üstelik maliyeti daha da düşürerek.

Ama işçi sınıfı mücadelesini yükseltmediği sürece bu hakkın pratikte hiçbir hükmü yoktur. Hergün onlarca, yüzlerce, bazen binlerce işçi sendikal çalışmadan dolayı işten atılmaktadır. Ki işgüvencesi hakkı bir kez bu dar kapana kısıldığında, işçi, iş güvencesini ve insanca yaşamayı tartışma kabul etmez ve söke söke kazanılacak bir hak olarak görmediğinde, meydanı boş bulan sermaye işçiyi işten atmak için bahane üzerine bahane bulur ve bulmaktadır da. Devlet ise sermayenin bekçisidir ve tüm bunlar karşısında seyirci kalır. Mahkeme hakkı vb. hepsi hikayedir, hangi işçi işe geri dönmek için avukat tutup da mahkeme kapılarında sürünme yolunu tutar. Avukatın bir günlük ücreti işçinin bir aylık ücreti kadardır. Ve bu ülkede savcıların, hakimlerin vicdanlarından önce cüzdanları vardır, cüzdanlarını ise en iyi patronların bahşişleri doldurur.

Bu açıdan yasanın getirdiği değil götürdüğü şeyler vardır. Çünkü yeni yasa tasarısı sendikal etkinlikten dolayı işten atılmanın sözde engellenmesi hakkını sendikalı işyerleriyle sınırlı tutmaktadır. Böylece 10 milyon ücretliden 9 milyonu bir kalemde defterden silinmiştir.

Geri kalan ve sayısı şişirme rakamlarla en fazla 1 milyon olan sendikalı işçilerin durumu? Yasa onlara da gerçekte işten atılma güvencesi getiriyor. Çünkü haklarını birleşerek-örgütlenerek-mücadeleyi yükselterek korumak yerine, bu tür yasalardan ve bu tür
Haklarımızı söke söke kazanmak için birleşelim, örgütlenelim, direnelim!


Etrafında birleşmemiz, örgütlenmemiz ve sınıf mücadelesini kararlılıkla yükseltmemiz gereken acil mücadele taleplerimiz nelerdir?

- Herkese iş tüm çalışanlara iş güvencesi!
- Tüm çalışanlar için grevli ve toplu sözleşmeli sendika hakkı. Sınırsız grev ve genel grev hakkı. Lokavtın yasaklanması
-Sınırsız söz, basın, gösteri ve toplanma özgürlüğü!

İş güvencesi konusunda anlamlı bir başarı sağlayabilmenin tek yolu bu talepler için kararlı bir mücadele ortaya koymaktır. Sendikaları bu talepler için mücadeleye zorlamalıyız. Ne AB üyeliği ne de sermayenin çalışma bakanları durduk yerde iş güvencesi vb. taleplerimizi yerine getirmezler. Sermaye sınıfından hak almanın ve bu hakkı korumanın tek yolu mücadele etmektir. İş güvencesini kazanmanın ve pratik olarak kullanmanın yolu buradan geçmektedir. Hak verilmez, militan devrimci sınıf mücadelesiyle söke söke kazanılır!

Sermayenin yıkım saldırılarına karşı haklarımızı söke söke kazanmak için birleşelim, örgütlenelim, direnelim!
İşbirlikçi hainleri başımızdan defedelim! Sendika ağalarından ihanetlerinin hesabını soralım!
Kahrolsun emperyalizmin-İMF’nin uşağı sermaye iktidarı ve onun işçi düşmanı hükümetleri!
Esnek üretime geçit yok! Yaşasın sosyalist üretim!
Çözüm mücadelede, iktidar devrimde, kurtuluş sosyalizmde!

yasalar sayesinde cilalanan sendika ağalarından ve hükümetten beklenti içinde olan bir işçi sınıfı, sermayenin yasal ve yasadışı her türlü saldırısı karşısında kendisini silahsız, savunmasız bırakmış demektir.
* Bu kadar da değil. Hani “iş güvencesi yasası” işçi sınıfına yeni haklar getiriyor da, işverenler cephesi buna karşı şiddetle direniyor ya (!), öyleyse “toplumsal uzlaşma”nın, “sosyal barış”ın bir gereği olarak işverenler cephesinin de bazı taleplerini kabul etmek, “orta noktada” buluşmak gerekir!!!

Nedir işverenler cephesinin bu talepleri? Bir, işçilerin canına her yoldan okuma serbestisi demek olan esnek üretimin yasalaşması! İki, bir seferde değil ama kademe kademe kıdem ve ihbar tazminatlarının tırpanlanması! Kıdem tazminatının her yıl için 30 gün hesabı yerine 15 gün üzerinden hesabı tutulsun! 5 yıl çalışan bir işçi 2.5 aylık tazminatla kolayca kapı dışarı edilsin! İşte “iş güvencesi” yasasının köprü olduğu yolun ilk durağı bu: İşverenler bugün kıdem tazminatının yüklü olmasından ötürü işçileri (yalnızca sendikalı işçileri) çok kolay işten atamıyorlar. Eğer işçiler bu “iş güvencesi” yasası karşılığında kıdem tazminatı haklarının tırpanlanmasına seyirci kalırlarsa (ki bu toplumsal uzlaşmanın gereğidir, sadece işçilerin haklarını koruyan yasa ve kazanımlarla yetinilemez, işverenler mağdur durumda kalır!) bu maliyet de aşağıya çekilecek ve sonuç itibarıyla “iş güvencesi” yasası işçilerin daha kolay kapı dışına koyulmasına aracılık yapmış olacaktır!

Kaldı ki, işveren cephesinin bir talebi daha var; esnek üretim! O nedir? Esnek üretim en başta, işverenin işçiyi istediği zaman işten çıkarma, istediği kadar ücret verme, istediği işte çalıştırma, istediği zaman çalıştırma vb. haklarının yasal güvence altına alınması demektir. Yani, 10 milyonun 9 milyonuna (%90’ına) fiilen uygulanan bu saldırının yasallaşarak, kapsamının %99’a yükseltilmesidir.