mücadelenin sorunları
Türkiye işçi ve emekçi hareketi son 6 yılda özelleştirmeye karşı mücadelenin
nasıl olması ya da olmaması gerektiği noktasında zengin bir deneyim
edindi. Bugünkü tıkanma tablosunun nedenlerini anlamak için döne döne
bu deneyimin incelenmesi, buradan sonuçlar çıkartılması gerekmektedir. Özelleştirmeye karşı mücadelenin 1997-98 yıllarındaki düzeyi, diğer
yıllara göre belirgin bir biçimde yüksektir. Türk-İşin 97 5 Ocakında düzenlediği Özelleştirme
ve İşsizliğe Hayır! Türkiyeye Sahip Çık! mitingine 300 bin
kişi katılmıştır. Aynı yıl enerji ve maden işçileri özelleştirmeye karşı
yaygın ve militan eylemler gerçekleştirmişlerdir. 15 Şubatta Lüleburgazda,
16 Şubatta Çayırhanda ve 23 Şubatta Yatağanda
kitlesel ve coşkulu mitingler yapılmıştır. Liman-İş üyesi işçiler tarafından
da o yıl limanların özelleştirilmesine karşı 24 saat iş bırakma eylemi
gerçekleştirilmiştir. Bu eyleme ülkenin tüm limanlarından sendika üyesi
7 bin işçi katılmıştır. Petlas işçilerinin özelleştirme karşıtı eylemleri
de 97 yılı boyunca sürmüştür. Hesaplamalara göre özelleştirme
karşıtı eylemlere 97 yılında toplam 318 bin kişi katılmıştır.
Bu özelleştirme karşıtı mücadelede ulaşılan en yuuml;ksek sayıdır. 1998 yılı da özelleştirme karşıtı mücadele bakımından yoğun sayılır.
O yıl POAŞ işçileri değişik eylemler yaptılar. En ileri eylemleri 12
Haziran 98de hayata geçirdikleri yarım gün iş bırakma eylemi
oldu. Diğer eylemler ise basın açıklamaları, işyerinde bildiri okunması,
toplantılar ve sendikanın Cumhurbaşkanı ile görüşme çabalarından oluşuyordu 98de özelleştirmeye karşı mücadeleye damgasını tartışmasız
bir biçimde SEKA işçisi vurdu. SEKA işçisi özelleştirmeye karşı haftalarca
işyerlerini terketmedi. Bu eylem fiili mitingler, çocukların okula gönderilmemesi,
yürüyüşler türünden tamamlayıcı etkinliklerle desteklendi. SEKA eylemleri
aynı zamanda bir hayli de yaygındı. Kuruma bağlı işletmelerin bulunduğu
hemen her kentte paralel eylemler yapıldı. O yıl TEKEL ve Sümerbank işçilerinin özelleştirme karşıtı eylemleri
de gündemdeydi. Enerji sektöründeki özelleştirme karşıtı eylemler, bir
önceki yıla göre zayıflasa da sürdü. Birçok iş bırakma, yürüyüş vb.
örgütlendi. Zayıflamanın nedeni bu sektördeki özelleştirme saldırısının
hızını yitirmesiydi daha çok. 18 Ocak 1998de Özelleştirme Karşıtı Platformun İstanbul
ve İzmirde düzenlediği mitinglere toplam 35 bin kişi, Türk-İşin
16 Mayısta düzenlediği İşsizliğe hayır, özelleştirme talanına
son mitingine ise 50 bin kişi katıldı. O yıl özelleştirme karşıtı
eylemlere toplam 194 bin kişi katıldı. 99 yılına geldiğinde özelleştirme karşıtı eylemler büyük ölçüde
hız kesmiş bulunuyordu. Parçalı ve güçsüz eylemlere 99 yılı boyunca
yalnızca 27 bin kişinin katılması da bunu gösteriyor. Son 6 yıl üzerinden düşünüldüğünde, enerji santralleri, Petrol Ofisi,
Petlas, SEKA kağıt fabrikaları, TÜPRAŞ, Sümerbank özelleştirmeleri gündemde
öne çıkan örneklerdir. Bu örnekleri, bugüne bıraktıkları dersler ve
mücadele mirası bakımından iki ayrı gruba ayırarak değerlendirmek mümkündür. Militan direniş çizgisi Enerji santralleri ve SEKAdaki mücadele pratiği diğerlerinden
belirgin şekilde ayrılmaktadır. Bunun nedeni, elbette ki, buralarda
özelleştirmeye karşı sergilenen militan eylem çizgisi ve ortaya konulan
direniştir. Yukarda da sözünü ettiğimiz gibi, enerji santrallerinde
ve SEKAda özelleştirme girişimleri ayları bulan direnişlerle,
iş bırakmalarla, yaygın protesto ve mitinglerle karşılanmıştır. Enerjide
özelleştirme tam da bu mücadelenin sonucu olarak bir süreliğine olsa
da durdurulmuştur. SEKAda ise ortaya konulan direnişe karşın sendikal
bürokrasiyi aşacak bir inisiyatif yaratılamadığı için özelleştirme saldırısı
SEKAda kısmen başarıya ulaşmıştır. Kendiliğinden de olsa SEKAnın
tüm işyerlerinde paralel biçimde başlayan direniş bilinçli ve örgütlü
bir düzeye erişemediği için, 2. raundda kısmi bir yenilgi kaçınılma
olmuştur. SEKAnın taşradaki bazı işletmelerinin özelleştirilmesinin
yolunun açılması bununla ilgilidir. Herşeye karşın tabana malolmuş militan direniş çizgisinin, özelleştirmeye
karşı mücadelenin başarısı için vazgeçilmez bir koşul olduğunu bu örnekler
yeterli açıklıkta göstermektedir. Ya da uzlaşma arayışları Olumsuz örneklere baktığımızda ise, ilk önce Petlas ve POAŞ örnekleri
göze çarpmaktadır. Gerçi bu işletmelerde de özelleştirmeye karşı bir
dizi eylem yapılmıştır. Özellikle Petlas işçileri çeşitli kereler iş
bırakmaya kadar giden eylemler örgütlemişlerdir. Hatta bir kez de jandarmayla
boğaz boğaza gelmişlerdir. Ama direniş inisiyatifii sendikada kaldığı
ölçüde, düzen partilerinin ve sendikacıların manevralarına boyun eğmek
durumunda kalmışlar, fabrikanın özelleştirilmesini ve toplu işten atmaları
önleyememişlerdir. Petlas dışındaki örneklerde ise sendikacıların inisiyatifi
çok daha belirgindir. Nitekim özelleştirmeye karşı mücadele çoğu kez
sendikacıların burjuva siyasetçilerle yaptığı görüşmelere ya da mahkemelerin
vereceği kararlara indirgenmiştir. Yasal engellerin tek tek düzlendiği
bir dönede tümüyle hukuk mücadelesine bel bağlamanın yolaçtığı
sonuç, tabandaki işçi ve emekçilerin oyalanması ve bekleyişe itilmesi
olmuş, bu da elbette ki sermayenin işine yaramıştır. POAŞ özelleştirmesine karşı Petrol-İş Sendikasının tutumu buna
nispeten yakın dönemden bir örnektir. Özelleştirmenin ardından 17 Ekim
2000 tarihinde 1200 işçi işten atılmıştır. İşten atılanlar hemen o günden
itibaren direnişe geçmişlerdir. İşyerinde örgütlü Petrol-İş, SEKAda
olduğu gibi direnişi sahiplenip gelişmesi için çaba sarfedeceğine, işveren
ve hükümetle uzlaşmak için kendini parçalamıştır. Direniş başladıktan sonra sendika tarafından yayınlanan bir metindeki
şu sözler, sendikaların özelleştirmeye karşı mücadeleden ne anladığını
gösteren bir ibret belgesidir: ... işveren, bu karşılıklı anlayış ve sorunları birlikte çözme
yaklaşımımıza rağmen tek yanlı bir karar alarak, mevcut 2200 dolayındaki
üyemizin 1200ünün işten çıkarılacağını ilan etmiştir. POAŞ işverenine; toplu iş sözleşmesi hükümlerine uyarak, sendikamız
önerisi doğrultusundaki plana uymasını ve sorunların karşılıklı anlayış
içinde çözülmesi önerisini bir kez daha ifade ederiz. Bu sözlerde direnişi sahiplenmek yoktur. Bu sözlerde mücadele kararlılığı
yoktur. Tam tersine işverene yalvarma ve uzlaşma çabası vardır. Bunun
sonucunda da 1200 işçinin bir günde kapı dışarı edilmesine rağmen hiçbir
ciddi eylem ortaya konulmamış, direnişe geçen işçileri bundan vazgeçmeye
ikna etmek de gene sendikacılar sayesinde başarılmıştır. Hatta bundan daha ileri giden, satışa çıkarılan işletmeleri işçilerin
alması gerektiğini savunan, bunun için şirketleşmelere önayak olan sendikalar
da vardır. Elbette ki geçmiş deneyimin bugüne bıraktığı dersleri her yönüyle incelemek,
bundan geleceğe ilişkin sonuçlar çıkarmak önemli bir ihtiyaçtır. Fakat
burada birkaç cümleyle değinmeye çalıştığımız örnekler bile özelleştirmeye
karşı mücadelede yaşanan temel sorunların ne olduğunu göstermektedir.
Özelleştirme karşıtı mücadelenin Bunlardan birincisi, özelleştirme saldırısının politik anlamını ve
gerçek yüzünü bilince çıkartamamaktan gelen sorunlardır. Düzen solu
ve reformist partiler, kendi ideolojik ve politik konumlarının bir ifadesi
sayılması gereken görüşleriyle özelleştirme karşıtı mücadele saflarında
kafa karışıklığına yolaçmaktadırlar. Özelleştirmeye karşı mücadele çoğu
durumda sosyal devletin ya da devlet mülkiyetinin savunulmasına,
burjuva hukukuna bel bağlanmasına indirgenmektedir. Böyle olunca da,
sermayeye cepheden tutum almanın olanakları ortadan kaldırılmaktadır.
İşçi ve emekçilerde özelleştirmeye karşı oluşan tepki ve öfke görüşme
ya da mahkeme sonuçlarını beklemeye kanalize edilmekte, yığınlar çaresizliğin
içine itilmektedir. Bir diğer temel sorun sendika bürokratlarının sınıf içinde oynadıkları
uğursuz rolle ilgilidir. Sendikalar özelleştirme karşıtı mücadelede
de sınıfın çıkarları doğrultusunda hareket etmemektedirler. Çünkü başlarında
burjuvazinin ajanları oturmaktadır. Sınıf bu mücadelede sendikalarını
kullanma olanaklarından yoksundur. Buradan da anlaşılacağı gibi, sorun gelip sınıfın bilinç ve örgütlenme
düzeyinin düşüklüğünde düğümlenmektedir. Fakat buna bugün bir de yığınların
bilinçli bir tarzda içine itildiği çaresizlik ve sahipsizlik duygusunu
eklemek gerekir. Yenilgi ruh halinin yarattığı Son yıllarda yürütülen hak gasplarını durdurma ve özelleştirmeleri
engelleme mücadelesinin umulan sonuçları vermemesi, bu çaresizlik duygusunu
daha da derinleştirmiştir. Bu, tam anlamıyla mücadele meydanına çıkamadan
alınan yenilgilerin yarattığı bir ruh halidir ve sınıf devrimcileri
açısından hiç de şaşırtıcı olmamıştır. Bunu görmek için Kasım 94te çıkartılan Özelleştirme
Yasasının hemen ardından yazılanlara bakmak yeterlidir: İşçi sınıfı şimdi tarihi bir saldırıyla karşı karşıya kalmıştır.
Bu saldırı karşısında gerekli direnişi gösteremez ve onu püskürtemezse
eğer, bu, işçi sınıfı hareketine ancak 12 Eylülle kıyaslanabilir
bir darbe olacaktır. Bu nedenle sermayenin bu büyük saldırısına direnmek,
onu geri püskürtmek, giderek bir karşı saldırı örgütlemek, işçi sınıfı
için bugün yaşamsal bir zorunluluktur. İşçi sınıfı, eğer bu yeni toplu
saldırıya göğüs geremezse, bunu izleyecek yeni saldırılar peşpeşe gelecek,
sermaye işçi sınıfına tam anlamıyla köleliği dayatacaktır. Bu değerlendirme gene işin ciddiyetini en güçlü şekilde vurgulayan
şu satırlarla devam etmektedir: Sınıf devrimcileri bu değerlendirme ve uyarıları boşuna yapmamışlardır.
Aradan geçen 6 yıl ve sınıf hareketinin bugün içinde bulunduğu durum
bu değerlendirmeleri fazlasıyla doğrulamıştır. Sonuç olarak özelleştirme karşıtı mücadele bugün tam anlamıyla bir
tıkanıklıkla yüzyüzedir. İşçi ve emekçiler cephesinde özellikle son
aylarda elle tutulur bir hareketlenme gözlenmemektedir. Tersine önceki
yıllara göre hayli ciddi bir gerileme sözkonusudur. Sınıf ve emekçi
hareketine bir sessizlik ve bekleyiş havası hakimdir. Ne son saldırının
muhatabı Telekom işçileri, ne de özelleştirmeyle yüzyüze olan diğer
sektörlerden işçi ve emekçiler ortaya ciddi bir tepki koyabilmiş, bu
konuda mücadele örgütleyebilmişlerdir. Bölgesel toplantılar ya da imza
kampanyası türünden girişimler ise, iyiniyet taşımakla birlikte, saldırının
boyutlarıyla kıyaslandığında bir hayli mütevazi kalmaktadır. Saldırıya karşı sınıf barikatı Fakat bütün bunlar, sermayenin bu tarihsel saldırıda tartışılmaz bir
zafer kazandığını, tersinden ise işçi ve emekçi hareketinin tarihsel
bir yenilgi aldığını göstermiyor. Geç kalınmış olsa da yitirilmiş çok
fazla bir şey yok. Zira süreç devam ediyor ve en kritik aşamalar henüz
yaşanmadı. Bu nedenle umutsuzluğa ve çaresizliğe prim vermemek, geçmişten ders
alarak mücadelenin görevlerine yüklenmek gerekiyor. Hem enerji ve SEKA
işçilerinin direngen tutumu, hem de bugün zindanlardaki devrimci tutsakların
teslimiyete prim vermeyen direniş çizgisi mücadelede tutulacak yolu
gösteriyor. Başta Telekom, TEKEL, THYde çalışanlar olmak üzere öncü işçi
ve emekçiler, özelleştirme saldırısına karşı güçlü bir barikat örebilmek
için, saldırının kapıya gelip dayanmasını beklemek yerine şimdiden harekete
geçmelidirler. Diğer yandan özelleştirme karşıtı mücadelenin en temel
zayıflığı olan sınıf dayanışmasının yokluğu ancak direnişe geçmiş sınıf
kardeşlerine, diğerlerinin yapacakları eylemli destekle aşılabilecektir.
Yani nerede özelleştirme karşıtı bir direniş varsa, başta özelleştirme
saldırısıyla yüzyüze olan sınıf bölükleri olmak üzere sınıfın eylemli
desteğiyle karşılanabilmelidir. Enerji sektöründe ihaleleri tamamlanmış santrallerden bazılarının
Haziran ayında yeni sahiplerine devredileceği açıklanmıştır. Sektördeki
işçi ve emekçiler de buna karşı direniş kararlılıklarını dile getirmişlerdir.
Dolayısıyla bugün özelleştirme saldırısıyla yüzyüze olan tüm işçi bölükleri
güçlerini birleştirmek için harekete geçmeli, enerjide patlayacak muhtemel
bir direnişi yalnız bırakmamalıdırlar. Eğer bunu yapabilirsek, bu desteği
örgütleyebilirsek, direnişçi işçilerin direngen çizgisini de genelleştirmiş,
sınıf ve emekçi hareketine maletmiş oluruz. Güncel planda enerjide sermayeye
geri adım attırılması havanın işçi ve emekçilerden yana dönmesi açısından
büyük bir önem taşımaktadır.
Vatana ihanet çizgisinde birleşenler...
Derviş yasaları olarak piyasaya sürülen ABDnin 15 emiri,
kimi düzen partileri üzerinden yaratılmaya çalışılan sahte milliyetçilik,
bağımsızlıkçılık vb. yanılsamaların son kalıntılarını da silip süpürdü.
Sağdan ve soldan en uç düzen partilerinin koalisyonuyla kurulan 57.
hükümet, sadece ABDnin atadığı fiili başbakanın emrine girmeyi
sindirmekle yetinmedi, sindirme sorununu her vesileyle öne süren başbakanları
şahsında, büyük birader başkanın yazılı emrini de hazmetti.
ABD emperyalizminin tam tahakkümünü koşullayan 15 yasa, 15 günde değilse
bile, jet hızıyla çıkarıldı. Telekom yasası üzerinden MHPli bakan şahsında koparılan milli
çıkarlar, ulusal bağımsızlık yaygaralarının ömrü,
ABDnin doğrudan devreye girmesi ve ulusal bağımsızlığın
sözde koruyucusu ve kollayıcısı ordudan tek ses çıkmaması üzerine, sabun
köpüğü gibi birden söndü. Aynı ulaştırma bakanına, bir gün önce tükürdüğünü
yalatırcasına, kabul edilen Telekom yasası bizzat okutuldu, üstelik
savunma ifadeleri kullandırılarak... Gerçi faşizmin milliyetçiliğinin ne menem bir şey olduğunun kanıtlanması
için Telekom yasası başta olmak üzere, ülkenin ve milletin
toptan satışa çıkarılması anlamına gelen yasaların MHP ortaklığındaki
koalisyon tarafından çıkarılması gerekmiyordu. Gerek dünyanın yakından
tanıdığı Alman ve İtalyan faşistlerinin icraatı, gerekse bizzat kendi
serencamı, MHP milliyetçiliğinin karakteri hakkında yeterince veri sunuyor.
Ülkenin gerçek yurtseverleri, anti-emperyalist mücadelenin kahramanı
devrimcilerin katlinde üstlendiği tetikçilik bile tek başına yeterlidir.
Bir dönemin başrol oyunculuğunu üstlenen MHP yetiştirmesi bu katil beslemeleri
güdüleyen vatanseverlik duygularının, CİA tarafından ödenen
maaşın miktarıyla yakından ilgili olduğu çoktan açığa çıktı. MHPnin
milliyetçiliği, CA kaynaklı kontr-gerilla talimnamelerinde ev
sahibi ülkenin yurtsever güçleri olarak ifade edilenlerin, CİA
ajanlarıyla işbirliği görevinden ibarettir. Dün bu rolü gönüllü olarak
üstlenen ve onlarca devrimcinin, aydının, bilim adamının katline, Maraş,
Sivas, Çorum gibi toplu katliamlara imzasını atan MHP, bugün de, vatanın
toptan satışını hazırlayan yasalara imza atmaktadır. Vatana ihanet koalisyonunda
üstlendikleri bu rlle birlikte, yurtseverlik görevleri de
bir bakıma tamamlanmış olacak. Çünkü arkalarında seve seve satacak tek
bir şey bırakmama kararlılığında oldukları görülüyor. Açıkça görülen bir başka gerçek, MHPnin bu Amerikan vatanperverliği
konusunda yalnız olmadığıdır. Başta hükümet ortakları sol
DSP ile muhafazakar ANAP olmak üzere, muhalefetteki ve iktidardaki
tüm burjuva partiler; başta hukukçu cumhurbaşkanı olmak
üzere tüm devlet kurumları ve hepsinin tepesinde MGK (onun şahsında
ulusal bağımsızlığın koruyucu ve kollayıcı gücü ordu); ve tabii tüm
bu kişi ve kurumların sahibi olarak tekelci burjuvazidir satışın asıl
mimarları. MHP şahsında en uçtan kendini gösteren tüm özellikler aslında
işbirlikçi burjuvazinin karakterini ortaya koyan, ihtiyaçlarına yanıt
veren özelliklerdir. Susurlukla bir kısmı ortalığa saçılan kirli
ilişkilerin bir ucundan MHPli katiller tutmaktaysa, diğer uçlarından
askerinden polisine, bürokratından politiacısına kadar, devletin en
etkili ve yetkili mevkilerindeki şahsiyetler tutmaktadır. Bu tabloda,
o günden bu güne özenle üstü örtülmeye çalışılan Susurlukun sermayedeki
ayaklarıdır. Ancak ne denli çaba gösterilirse gösterilsin, gerçekleri
uzun zaman gizlemek mümkün olmuyor. İşte nihayet, ABDli Dervişin
vatana ihanet yasalarını hararetle desteklemekle yetinmeyip, geç
kalındı diye azarlama yüzüzlüğü göstermekten de çekinmeyen TÜSİAD
patronları şahsında o da ortaya çıkıyor. Sermaye sınıfının değer verdiği tek şey paradır. Onun ötesinde vatan,
millet, sakarya edebiyatı, soyup soğana çevirdikleri işçi-emekçi
kitleleri aldatma, oyalama dışında kendileri için bir anlam ifade etmemektedir.
Bu gerçek bugün, MHPnin sahte milliyetçiliği, DSPnin sahte
solculuğu, ANAPın sahte tutuculuğu biçiminde, sermaye partileri
şahsında kendini tüm çıplaklığıyla göstermektedir. |
|||||