26 Ocak '02
Sayı: 04 (44)


  Kızıl Bayrak'tan
  Kürt sorunu ve "ana dilde eğitim" hakkı
  "AB'ye uyum yasaları" adı altında faşist rejim tahkim ediliyor
  Sermayenin yeni saldırı hamlesi
  Soygun yasası onaylandı
  Türkiye nasıl "dünya devleti" oldu?
  Sınıfın kazanımlarına yönelik saldırı kurumlarına bir yenisi ekleniyor
  Emperyalist tekellere sınırsız sömürü özgürlüğü
  F tipi "sohbet genelgesi"
  "F tipinde isyan", "Hain tuzak" ya da "The Day After"
  Dünya ölçüsünde güçlenen sınıf mücadeleleri
  Nazım Hikmet'e mektup...
  Siyonist terör kıskacında boğulmak istenen Filistin direnişi
  İsrail şimdi daha mı güvende?
  "Anadilde eğitim" kampanyası ve gerçekler...
  Sorunlarımızı devrimci mücadele programıyla aşabiliriz
  Mücadele tarihimizden...
  TİSK saldırı hazırlığı içinde
   Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Sorunlarımızı devrimci mücadele
programıyla aşabiliriz

Arkadaşlar,

Yeni bir seçim sürecindeyiz. Seçimleri mücadele olanaklarını gözden geçirdiğimiz, ekonomik ve demokratik taleplerimizi dile getirdiğimiz, bunun için mücadele programları ürettiğimiz platformlar olarak kullanmak zorundayız. Böyle yapmayıp bu platformları matematiksel hesaplar yaptığımız, kulis faaliyetlerinden öteye götüremediğimiz, kısır tartışmaların hüküm sürdüğü yarış alanlarına çevirirsek, sendikal hak ve özgürlükler mücadelesini güçsüzleştirmiş oluruz.

Görevimiz, zayıf ve güçlü yanlarımızı ortaya koyarak örgütlülüğümüzün düzeyini gözden geçirmektir. Kamu emekçileri dünya tarihinde başka bir benzeri olmayan bir mücadele geleneği yarattılar. Bulunduğumuz dönemin tarihsel anlamını kavrayarak seçim süreçlerini dün olduğu gibi bugün de mücadelenin ihtiyaçları çerçevesinde kavramak tarihsel sorumluluğu ile yüzyüzeyiz.

Dünden bugüne kamu emekçileri hareketi

Kamu emekçileri ‘80 öncesinde de ilerici-devrimci sosyal mücadelelerde önemli bir yer tutmuştur. ‘60’lı yıllardan itibaren başını öğretmenlerin çektiği hareket daha sonra genişleyerek yayılmış, hatta devletin stratejik önemdeki kurumu niteliğini taşıyan polis örgütü içinde de etkili olup onu sıkıntıya sokmuştur. O dönemlerde faşizmin Maraş, Çorum, vb. katliamlarına karşı öğretmelerin başını çektiği boykotlar örgütlenmiştir.

‘77 1 Mayıs’ında Taksim’de katledilen insanlarımızdan 6 tanesinin öğretmen olmasının özel bir anlamı var. Devrimci eğitim şuraları adıyla öğretmelerin siyasal mücadelelerde belli bir inisiyatifle var olduklarını görüyoruz. Bu ve daha birçok örnek, bize kamu emekçileri hareketinin geçmiş örgütlenmelerin birikiminden kök aldığını göstermektedir.

Bugüne geldiğimizde ise kamu emekçileri hareketini ortaya çıkaran başka dinamiklerden de söz edebiliriz. Sadece ülkemizde değil hemen tüm dünyada, kapitalizmin kamu hizmeti denilen bu alana yönelik saldırı politikaları nedeniyle gelişen bir hareket vardı. ‘80 sonrasında daha belirginleşen düşük ücret politikasına, sosyal hakların tasfiyesi ve nihayet kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi eklendi.

Türkiye kapitalizmi, dünya kapitalizminin sürmekte olan bunalımıyla doğrudan bağlantılı ek yüklerle boğuşuyor. İMF programlarıyla nefes almaya çalışıyor. İşleri iyi-kötü idare edebilmelerinin tek nedeni, bunun faturasını biz emekçilere kolaylıkla ödetebilmeleridir.

Emperyalizm bunu dünyada kardeş halkların üzerindeki oyunlarıyla bizde ise uşaklarıyla, kendi memurlarını gönderip uyguladığı İMF programlarıyla yapıyor. Emperyalistler bizzat kendi sömürü sistemlerinin ürünü olan krizlerin faturasını “yapısal reformlar” adı altında biz işçi ve emekçilere ödetme politikasını süreklileştiriyor. Kamu emekçilerinin sayısının 350 bin ile sınırlandırılması saldırısı 7. beş yıllık kalkınma planı içerisinde yer almış, İMF’ye de bu doğrultuda söz verilmiştir. Köy Hizmetleri, DSİ ve Karayollarında yapılması planlanan saldırıların anlamı ve önemi üzerinde dikkatle durmalıyız. Son derece yetersiz olan sosyal ve iktisadi haklarımız gaspediliyor. “Tarımda reform” adı altında çiftçilere yapılan saldırılar ile sermayeye yeni soluklanma alanları yaratılıyor. Yani burjuvazi ve devleti saldırı konusunda pervasızlığını gizlemiyor. T¨m işçi ve emekçilere yapılan bu ekonomik-siyasal saldırıların, bizim taleplerimizle, çıkarlarımızla çeliştiğini görmezlikten gelemeyiz.

Peki sermaye devleti niçin bu kadar rahat ediyor? Ne düşünüyor? Sermaye devleti “nasıl olsa kitleler tepkilerini, hoşnutsuzluklarını sık sık sokağa çıkarak gösterir, bağırır, geri dönerler” diye düşünüyor. “Nasılsa tepkilerini düzen sınırları çerçevesinde dışa vuruyor, bugün için yapacakları bir şey yok!” diye düşünüyor. “Hak verilmez alınır” temel sloganlarının da gereğini yerine getirecek bir önderlik, sendikal mücadele anlayışı da olmadığına göre, endişelenmeleri için çok fazla bir neden yok. Dahası kamu emekçilerinin son 12 yıllık mücadelesine rağmen dayattıkları sahte sendika yasası ile “dayanışma örgütleri”ne çevirdikleri sendikalardaki mücadele anlayışı da yapılan saldırıları püskürtmekten uzak!

Sendikalarımızın durumu

Düzen cephesi saldırılar konusunda bu kadar pervasızca davranırken, örgütlülüğümüz olan sendikalarımız ne yaptı?

Sömürüyü geriletme çalışması gerekirken sömürünün sürgit devamını sağlayan yasalarla ve güçlerle (polis, asker, idareciler vb.) sınırlanmış bir alana sıkıştılar, mücademizin hedeflerini, taleplerini devletin insafına bırakmadılar mı?

Biz sendikalarımızı ne için kurduk? Her geçen gün yoksullaşıp, üzerimizdeki adli-idari baskılar artacaksa, sürekli olarak mevcut haklarımız gaspedilecekse, biz bu süreci tersine çeviremeyeceksek, arkasından sürükleneceksek niçin örgütlendik?

Sürdürdüğümüz mücadele, ödediğimiz bedellerin karşılığı bu sendika yasası mı? Bunun sorumluluğu hangi sendikal mücadele anlayışında aranmalıdır?

Reformist, uzlaşmacı, yasalcı sendikal anlayış

Uzlaşmacı, reformist sendikal anlayış mücadele programları temelinde hareket etme yerine takvim eylemlerini örgütleme kolaylığına kaçıyor. Kamu emekçilerinin ekonomik-demokratik taleplerini fiili-meşru temeldeki mücadele ile kazanılması sürecinden gittikçe uzaklaşıyor. Sermaye sınıfı ve devleti azgınlaştıkça sendika bürokratları daha da ehlileşiyor.

“Hak verilmez alınır!” şiarından hakların yasal yoldan elde edilmesi, devletle uzlaşma, onu ikna temel politika haline gelmiş bulunuyor. Reformist önderlik tabanın mücadele eğilimine, gücüne ve inisiyatifine güvenmemektedir. Kendi geri konumlarını gerekçelendirme çerçevesinde tabanın geri bilinçli öğelerinden bolca dem vurmaktadırlar. Tabanın söz ve karar hakkı için eski mekanizmalarının işlemediği ortadayken, yeni çözüm yolları da üretememektedirler.

Bizim söz ve karar haklarımızın olmadığı bir sendikal işleyiş yukarıdan aşağıyadır. Bu yasa ile yöneticilerin profesyonelleşmesi de eklenince bürokratlaşma tamamlanmış olacaktır. Yönetimler niyetlerinden bağımsız olarak; işyerlerine dayalı dinamik taban örgütlenmelerinden beslenemedikleri koşullarda düzene savrulacaklardır.

Ne yazık ki konfederasyonumuz, sendikalarımız bu yolda önemli bir mesafe almışlardır.

Bugün mücadelemiz hangi sorunlarla karşı karşıya? Dün yüzbinlerce kamu emekçisini aynı talepler etrafında sokağa döken KESK böylesi bir süreçte niçin hareketsizdir? KESK niçin Türk-İş, Hak-İş gibi sarı sendikaların kararına yedekleniyor, kontra Türk Kamu-Sen ile aynı masaya oturuyor? Sahte sendika yasası karşısında yapılabileceklerin hepsinin yapılmadığını unutmadık. Bugün yetki yarışının dışında mücadelenin ihtiyaçları çerçevesinde hiçbir şey yapılmıyor. Zorunlu tasarruflarımız gaspedilmeye çalışılıyor. Her geçen gün daha yoksullaşıyoruz, sefalete teslimiyet dayatılıyor. Tüm bu sosyal yıkım programlarına karşı mücadele programının ortaya çıkarılması doğrultusunda hiçbir şey yapılmıyor. Genelde KESK, özelde sendikamız Eğitim-Sen ülkemizdeki anti-demokratik uygulamalar ve insan hakları ihlallelerine karşı basın açılamaları dışında ne yaptı? Yaşamın hücreleştirilmesi genel saldırısının parçası olan F tipi cezaevleri dayatmasına karşı Eğitim-Sen’imiz ne yaptı?

Bu sorularla amacımız sendikal mücadelemizin ve bizim yaşamakta olduğumuz sorunları tartışmak, kongremizi koltuk kapma yeri hesaplarına boğmaksızın sorunlarımızın çözümüne yönelik programların üretildiği bir platforma dönüştürmektir. Bu tartışmalar doğal olarak hakim olan yasalcı-bürokratik-reformist anlayışı sorgulayacaktır. Bu anlayışla hesaplaşılmadan mücadelemizi ihtiyacımız olan uygun bir çizgiye taşımak mümkün olmayacaktır. Zira mücadelemizin önündeki en büyük engel yasalcı-icazetçi sendikal anlayıştır.

Sorunlarımızı devrimci mücadele programıyla aşabiliriz

Emekçilerin hangi alanda olursa olsun yeni haklar elde etmelerinin ya da mevcut olanları koruyabilmelerinin tek yolunun, bu düzenden devrimci temellerde kopan bir mücadele çizgisi olduğunu, bunu yapamayanların düzenin kırıntılarıyla yetinmek zorunda kaldığını hepimiz deneyimlerimizle biliyoruz. Düzenin yasal sınırlarına hapsolan bir mücadele anlayışının gerçek anlamda hak alması mümkün değildir.

Bu demek değildir ki, biz mücadelemizi yürütürken “yasallık” kaygısını, yasalara atfedilen önemi dikkate almayız. Fakat amacımız, gücümüzü fiili olarak seferber etmek ve böylelikle yaratacağımız meşruiyetten yararlanmak olmalıdır. Hiçbir yasa bizim hak alma mücadelemizden daha meşru olamaz.

Fiili-meşru temelde mücadeleyi yöntem olarak benimseyen, ekonomik taleplerimiz ile siyasal taleplerimizi birleştiren somut sonuç alıcı bir mücadele programı! Gücünü işyerleri temelindeki örgütlenmelerden alan, tabanın söz-karar hakkını canlı tutan bir mücadele anlayışının bizi sadece seçim süreçlerinde değil, her zaman kitlelerle buluşturacağı çok açıktır. Somut, ne dediğini bilen devrimci bir mücadele programının gerekliliğine inanan en geniş birlik hedefimizdir. Program temelinde olmayan her türlü birliği sağlıksız buluyoruz. Sendikamızı güçlendireceğine inanmıyoruz. Program temelinde ortaklaşanlar ancak aldıkları sorumluluğun bilinci ile hareket edebilirler.

Eğitim emekçileri kazanacak, geleceği kucaklayacak!

Kırşehir’den eğitim emekçileri

(Eğitim-Sen üyesi sınıf devrimcisi kamu emekçilerinin “Mücadele Programımız” başlıklı seçim bildirgesinin ilk bölümüdür...)