Katliamlara ve hücrelere rağmen kırılamayan büyük zindan direnişinin 3. yılındayız...
Zindanlar, zindancılık ve direniş geleneği Zindanların, sınıflı toplumlar kadar eski ve karanlık bir tarihi olduğu bilinir. Bu kadar uzun bir zaman zarfında, toplumlarla birlikte zindanlar da kuşkusuz evrim geçirmiştir. Ne var ki bu evrim, tüm sınıflı toplumları kesen ortak paydada en küçük bir değişikliğe yol açmış değildir. Tarih boyunca zindanlar, egemen sınıfların temel hakimiyet araçlarından biri olmayı sürdürmüştür. Ezilen sınıfların başkaldırıları, önderlerinin imhası yanında hapsedilmeleri yoluyla da önlenmeye çalışılmıştır. Ama ezen sınıflar sadece başkaldıranları değil, tarihe ışık tutacak, insanlığı aydınlatıp bilinçlendirecek çalışmalar yapan bilim insanlarını da zindanlarda çürütmeyi tercih etmişlerdir. Sonuç olarak zindanlar, egemen sınıfların elinde toplumsal gelişme ve ilerlemeyi dizginlemenin kanlı ve karanlık birer aracı olagelmiştir. Son sınıflı toplum olan kapitalizmde de zindanların temel işlevi, devrimcilerin, ilerici muhalif insanların toplumdan ve mücadeleden uzaklaştırılması yoluyla devrimci eylemi dizginlemek, toplumsal devrimi geciktirmek; sık sık gündeme getirdiği zindan katliamlarıyla da kitlelere gözdağı vermek şeklinde özetlenebilir. Türkiyede zindanlar ve katliamcılık Zindancılık, tüm sınıflı toplumları kesen ortak bir baskı aracı olmakla birlikte, farklı ülkelerin toplum ve devlet yapılarında görülen farklılıklar zindan uygulamalarında da kendini göstermektedir. Türkiyede zindanların birer sessiz imha aracı olarak kullanılması ise bir devlet geleneği haline getirilmiştir. Ancak cumhuriyetin, diğer pek çok gelenek gibi, bu geleneği de Osmanlıdan devraldığını belirtmek gerekiyor. Padişahların iktidar hırsıyla kendi çocuklarını boğdurduğu Osmanlı zindanları, Mithat gibi onlarca aydına da mezar olmuştu. Daha ileri bir rejim olarak Cumhuriyet elbette Osmanlıdan geri kalacak değil. Ceza yasalarını faşist İtalyadan kopya eden cumhuriyet rejimi altında da, yüzlerce-binlerce aydın zindan terbiyesinden geçirildi/geçiriliyor. Binlerce devrimci zindanlarda katledildi/ediliyor... Ancak, caydırma aracı olduğu açıktan ilan edilen zindancılığın, Türkiyede birer kan gölüne çevrilmiş haliyle bile caydırıcılıktan ne kadar uzak olduğu görülüyor. Özellikle zindanlardaki devrimcilerin yarattığı direniş geleneği, sistemin içinde bulunduğu açmazı daha bir ortaya sermeye yetiyor... Devrimcilerin zindanlarda yaratılan direniş Tüm faşist darbeciler gibi 12 Eylül darbecileri de zindanlardan büyük medet ummuşlardı. Darbe sabahı başlatılan insan avı sonucu, onbinlerce devrimci, sendikacı, öncü işçi, aydın, öğretmen, öğrenci... hapishanelere dolduruldu. Bunca insanı kapatacak hapishane olmadığı için de pek çok askeri garnizon hapishane olarak kullanıldı. Hapishanelerde işkence ve eziyetin ayyuka çıkarıldığı bu süreçte, devrimciler, katliamların yanı sıra çeşitli yöntemlerle teslim alınmaya da çalışılıyordu. Bu saldırı, Diyarbakır zindanında Dörtlerin kendini yakma eylemi ve 84 yılında gerçekleştirilen ve 4 devrimcinin daha şehit düştüğü ÖO direnişi ile yanıtlandı ve adım adım örülen direnişlerle püskürtüldü. Ancak bu eylemler ve devamında sürdürülen mücadele sayesindedir ki, zindanlardaki faşist saldırı ve keyfi uygulamalar bir parça da olsa sınırlandırılabildi. Fakat yaşam, içerde ve dışarda, az çok paralel bir seyir izliyordu. Devrimci tutsaklar zindanlarda ölümüne direnişlerle hak alma mücadelesi sürdürürken, dışarda işçi sınıfı ve emekçilerin hak mücadelesi de adım adım yükseliyor, sistemi tekrar sıkıştırmaya başlıyordu. Sistem, hem zindanlarda daha kalıcı bir çözüm olarak, hem dışarıda yükselen mücadeleye bir gözdağı vermek amacıyla, 91 yılında F tipi hücre uygulamasının ilk adımı olan yasa ve kararnameleri çıkarmaya başladı. Bu yasa saldırılarını fiili saldırılar izledi. Eylül 95te Bucada, Ocak 96da Ümraniyede gerçekleştirilen ve toplam 7 devrimcinin katliyle sonuçlanan saldırıların ardından merkezi örgütlenmeye giden devrimci tutsaklar, bu saldırılara yanıt olarak Mayıs 96da tekrar direnişe geçti. 69. günde devletin diz çökmesi sonucu zaferle bitirilen bu direnişte devrimci tutsaklar 12 şehit daha vermişti. Bu katliam girişimlerinin yanı sıra, direnişin bir başka önemli hedefi de dönemin Adalet Bakanı Ağar imzasıyla yayınlanan ve hücre saldırısını bir kez daha gündeme getiren 6 Mayıs Genelgesiydi. Sistem tarafından büyük bir korkuyla izlenen ve bir ayaklanma girişimi olarak tanımlanan 96 1 Mayısı, öncelediği bu zindan direnişine güç vermiş, tersinden, 1 Mayıs ve zindan direnişinin gücü kitle hareketinin ivmelenmesine yardımcı olmuştu. Sistem, bir kez daha kitle hareketi üzerindeki bu olumlu etkiyi kırmanın yolu olarak zindanlardaki tutsak devrimcilere yönelik saldırılarını artırma yolunu tuttu. 6 Mayıs Genelgesi zaferle sonuçlanan direniş tarafından yırtılmıştı ama daha direnişin kazanımları doğru dürüst hayata geçirilmeden yeni saldırılarla karşı karşıya kalıyordu devrimci tutsaklar. Faşist devletin daha 91de önüne koyduğu F tipi politikasını hayata geçirmek, Nisan 99daki seçimlerin ardından, Ecevit başkanlığında ve 3 partinin koalisyonu olarak kurulan 57. hükümete nasip olacaktı. Ve elbette, bunun için ihtiyaç duyulan en kanlı, en barbar katliamları işlemek de... Ecevitin sözleriyle; zindanları yola getirmeden İMF programlarını uygulamak mümkün değildi. Daha işbaşına gelişinin ilk aylarında, Marmara depremiyle enkaz altında kalan onbinlerce insanın ölümüne seyirci kalarak ölüm soğukluğu kazanan hükümetin başı ve yardımcıları, sonrasında, sistemin ihtiyaç duyduğu tüm kanlı saldırıların, tüm katliamların usta uygulayıcıları oldular. F tipi saldırısının en kanlı/en gaddar saldırısı olarak tarihe geçen Ulucanlar katliamının startı, ABD yolundaki Ecevit tarafından, havaalanında verilecekti. 20 Ekim 2000: Zindanlarda direniş ateşi bir kez daha tutuşturuldu, hem de bu kez hiç sönmemecesine... Ulucanlar katliamı F tipi hücreleri devreye sokma amacının bir parçasıydı. Ancak, gerek devrimci tutsaklardan gelen sert yanıt, gerekse katliamın dışarda yarattığı tepkiler yüzünden bir süre daha geri durmak zorunda kaldılar. Yine de saldırılar kesilmedi. Önce Burdur vahşeti, ardından Bergama saldırısı geldi. Buna bir dizi cezaevinde sistematik hak gaspları ile hücrelere geçişin öteki hazırlıkları eşlik etti. Bu pervasız gidişi devrimci tutsaklar 20 Ekim tarihi direnişiyle yanıtladılar. 20 Ekim 2000 tarihinde 3 devrimci hareket tarafından başlatılan SAG eylemi, birinci ayında ÖOna dönüştürülürken, dışarda ve içerde büyük bir yankı bulmuştu. İçerde diğer devrimci hareketler de eyleme bir yanından katılma zorunluluğu duyuyor, dışarda ise giderek artan bir kitle desteği görülüyordu. Ancak devlet de, daha sonra bir yıldır prova yapıyorduk sözleriyle itiraf edildiği gibi, direnişi bastırmanın ve F tipi hücre saldırısını hayata geçirmenin fırsatını kolluyordu. Nitekim, 19 Aralıkta harekete geçtiler. Aynı anda, devrimci tutsakların bulunduğu tüm cezaevlerine birden düzenlenen bir katliam saldırısı ile adım atıldı. Ateşli silahların yanı sıra iş makinelerinin de kullanıldığı bu vahşi saldırı ile 28 devrimci tutsak katledilmiş, yüzlercesi yaralanmış ve cezaevleri yakılıp yıkılmıştı. Devrimci tutsakların bir kısmı yakılarak katledilmişti. Katliama büyük bölümü yaralı ve perişan devrimci tutsakların hücrelere nakli eşlik etti. Ancak, tıpkı Ulucanlarda olduğu gibi, katliam ne kadar kanlı ve vahşi idiyse, devrimci tutsaklardan aldığı yanıt da o derece sert oldu. Direniş hücrelerde daha bir kararlılıkla sürdürülmeye devam ettiği gibi, giderek yaygınlaştı. Katliamın barbarlığına ve hücrelerin vahşetine karşı dışarıda oluşan tepkilerle de desteklenerek sistemi sıkıştırmayı sürdürdü. Sonrasındaki gelişmelerle unutturulmaya çalışılsa da, her yeni ölümle tekrar toplumun gündemine oturan direniş, 3. yılında sistemin başını ağrıtmayı sürdürüyor. Hücreler AB standardında cezaevleridir Zindancılık ve zindanlarda katliamcılık, her ne kadar Türk devletinin bir geleneği olarak karşımıza çıksa da, F tipi zindanlarla birlikte bu gelenek kapitalist sistemin uluslararası geleneğiyle örtüşme sürecine girmiş bulunuyor. Hücre saldırısının başından beri devletin en yetkili ağızlarınca tekrar edilegelen, uluslararası standartlara uygun cezaevleri vurgusu da bunu anlatıyor. Her ne kadar, yol açtığı problemler nedeniyle artık Avrupada kullanılmadığı iddia edilse de, Avrupanın Türkiyedeki kullanıma herhangi bir itirazı bulunmadığı da görülüyor. AB üyeliği konusunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine giden işkence davalarını Türkiyenin önüne sürmeyi alışkanlık haline getiren ABden, 28 devrimci tutsağın hunharca katledildiği hücrelerin açılış tarzına karşı tek bir itiraz duyulmadığı gibi, sonrasında sürdürülen direnişi kırmaya yönelik hücrelerde ve hastanelerde sürdürülen işkenceler de görmezden gelinmektedir. ABye uyum yasaları adı altında gerçekleştirilen tüm yasal düzenlemelerde de tablo aynıdır. Bu yasa ve düzenlemeler hak ve özgürlükleri genişletmek şöyle dursun, yasak ve kısıtlamaları daha da artırıcı bir içeriğe sahiptir. AB standartları iddia edildiği gibi özgürlük ve demokrasi değil, tersine, devrimci tutsaklara hücre ve katliam; işçi sınıfı ve emekçilere mezarda emeklilik ve tahkim, esnek üretim ve örgütsüzlük, eskisinden beter bir açlık ve sefalet getirmiştir. Büyük zindan direnişimiz henüz başlangıçtaki taleplerini elde edemese de, kitlelere hak ve özgürlükleri kazanmanın yolunu göstererek en büyük kazanımına çoktan ulaşmış durumdadır. Demokratik hak ve özgürlükler, en büyük demokrasi düşmanı olan emperyalistlerden dilenerek değil, uğruna mücadele edilerek kazanılacaktır...
BDSP bağımsız, sosyalist milletvekili adaylarının açıklama ve çağrısıdır... Tecrit kaldırılsın, ölümler durdurulsun! Düzen partilerinin temsilcileri günlerdir meydanlarda ve televizyonlarda demokrasi vaazları verip duruyorlar. Daha fazla demokrasi ve özgürlük elde etmenin yolunun Avrupa Birliğine girmekten geçtiğini söylüyorlar. Onlar meydanlarda demokrasi nutukları atadursunlar, cezaevlerindeki Ölüm Orucu Direnişi 2. yılını geride bırakmış bulunuyor. F Tipi Cezaevlerinin kapatılması başta olmak üzere, bir dizi temel demokratik taleple 20 Ekim 2000 tarihinde eyleme geçen devrimci tutsaklar, o günden bu yana akıl almaz baskı, işkence ve katliamlara maruz kaldılar. Direnişi kırmak, devrimci tutsakları F tipi cezaevlerine kapatmak isteyen devlet, 19 Aralıkta 20 cezaevine operasyon düzenledi. İnsanları diri diri yaktı. 19 Aralık katliamından bugüne kadar geçen sürede devrimci tutsaklar talepleri uğruna destansı bir direniş sergilediler. Bu uğurda 100e yakın devrimci tutsak yaşamını yitirdi. Bir yanda demokratikleşme yalanlarıyla emperyalizme köleliği pekiştiren, ülkeyi Amerika ve Avrupa emperyalistlerinin çiftliği haline getiren düzen siyasetçileri; diğer yanda ise ortaya koydukları demokratik talepler için ölümüne bir direniş sergileyen, işçi ve emekçilere dönük saldırıları en önde göğüsleme çabası gösteren, tam da bu yüzden sermaye devletinin baskı, katliam ve tecrit politikalarının hedefi olan devrimci tutsaklar. Çok açıktır ki, demokratik hak ve özgürlükler için mücadele verenler, baskı ve terörle yönettikleri ülkeyi emperyalistlere peşkeş çeken düzen politikacıları değil, ölümleriyle işçi ve emekçileri mücadeleye çağıran devrimci tutsaklardır. İşçi ve emekçilerin çıkarlarının, hak ve özgürlüklerinin gerçek savunucusu, gerçek öncüsü devrimcilerdir. Ve bugün hak ve özgürlüklerimize sahip çıkmak, sömürüye ve savaşa karşı mücadeleyi yükseltmek için yerine getirilmesi gereken görevlerden biri de, devrimci tutsakların devam eden mücadelesine omuz vermek, onların taleplerini sahiplenmektir. Bizler bağımsız sosyalist milletvekili adayları olarak, işçi ve emekçileri, bütün duyarlı insanları düzen partilerinin yalanlarına kanmamaya, devrimci tutsakların yükselttiği bayrağı sahiplenmeye, aşağıda sıraladığımız temel demokratik talepler için örgütlü mücadeleyi yükseltmeye çağırıyoruz. Sınırsız söz, basın, örgütlenme ve gösteri özgürlüğü! 18 Ekim 2002 BDSP |
|||||