15 Eylül 2006 Sayı: 2006/36 (36)
  Kızıl Bayrak'tan
   11 Eylül'ün ardından yaşananların gösterdikleri; ABD emperyalizmi ve uşakları saplandıkları savaş bataklığından çıkamayacaklar
  ABD-İsrail taşeronluğuna izin vermeyeceğiz!
  Kardeş halklara karşı değil emperyalizme ve sermayeye karşı savaşalım!
  Kürt halkına dönük kirli savaş her haksız savaşın vardığı sona doğru gidiyor
  Amerikancı ordu emperyalizmin savaş taşeronluğuna hazırlanıyor
12 Eylül rejimi sürüyor
Sınıf hareketinden
Oktaş Oluklu Mukavva işçileri ile röportaj
Uzlaştırma Kurulu kararını açıkladı; Emekçilerin birleşik mücadelesi sağlanmalıdır
KESK ve savaş karşıtı muhalefet
Kapitalizmin Hamalları; Çocuk işçiler / Y. Akkaya
   Haluk Gerger ile Ortadoğu’daki
gelişmeler üzerine... Emperyalizmin ezilen halkları köleleştirme operasyonu başarıya ulaşamayacak / Orta sayfa
  Üniversitelerde soruşturma terörü sürüyor!
  Fındıkta çözümsüzlük sürüyor!
  GOP-DER'e saldırı
  Katil Blair'in Lübnan ziyareti tepkiyle karşılandı
  Emperyalist-siyonist saldırganlığa karşı devrimci direniş cephesi
  Halkların katili NATO Afganistan'a yeni birlikler istiyor
  Dünyadan...
  Paris'te 15 bin kişi göçmenlerin barınma hakkı için yürüdü
  İlerici-devrimci güçlere karşı saldırılar... Saldırılara karşı devrimci dayanışma!
  MLKP MK'nın operasyona ilişkin açıklaması
  Basından...
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Haluk Gerger ile Ortadoğu'daki gelişmeler üzerine konuştuk...

Emperyalizmin ezilen halkları köleleştirme operasyonu başarıya ulaşamayacak!

Halkların direnişini altedemiyorlar

- Lübnan'a karşı yıkıcı bir savaş başlatan siyonist İsrail, emperyalist güç odakları, bunların güdümündeki uluslararası kurumlar, medya tekelleri, gerici Amerikancı Müslüman-Arap rejimleri tarafından desteklendi. Bu geniş koalisyonun Lübnan halklarının direnme umudunu kırmak için gösterdiği pervasızlık nasıl değerlendirilmeli?

Saldırganlık, genellikle, çelişik görünen ama birbirini besleyen iki nedenden kaynaklanır. Bunlardan biri fırsat algılamasıdır. İkincisiyse korkudur. Sözünü ettiğiniz koalisyonun son saldırganlığında da bu iki unsuru birlikte bulmak mümkündür. Fırsat olarak gördükleri belli: Dünyayı, taşların bağlanıp köpeklerin salıverildiği bir “değneksiz köy”e dönüştürdüklerine inanan bu güçler, çürüttükleri ülkelerin, bölgelerin, giderek tüm yeryüzünün, dallarından kopan çürük meyveler gibi tuzaklarına düşürülebileceğini hesaplamaktalar. Ya da bunun ellerine geçmiş son fırsatın son anları olduğunu düşünüyorlar. Her seferinde, öndeki direnişin kırılmasıyla bütün mevzilerin ardarda düşeceğine ilişkin kör umutların kumarını oynuyorlar. Korkularıysa, halkların, kendileri açısından en olumlu gördükleri anlarda bile bir türlü kıramadıkları bitmez-tükenmez, altedilemez direnişi. Hep gelen direniş dalgalarının altında kalma korkusu biçimlendiriyor davranışlarını.

ABD, 1991'den başlayarak, tek “süper güç” olmanın ve bölgenin çürütülmüşlüğünün verdiği cüretle, salt kaba kuvvet kullanarak, şiddet yoluyla ve doğrudan kendi askeri varlığıyla bölgeyi yeniden düzenleyebileceğini ve köleleştirebileceğini düşündü. Ne var ki, Irak'taki yaygın ve etkin direniş ABD yöneticilerini sarstı, perspektiflerini, akıllarını karıştırdı, ortaya çıkan geniş muhalefetin itmesiyle de bir farklı model arayışına girdi. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) diye anılan çırpınış ve panik “proje”si böyle alelacele gündeme sokuldu. Buna göre, ABD, bir yandan dışladığı öteki ülke ve kurumları, Avrupalı müttefiklerini, NATO'yu, BM'yi devreye sokmaya çalıştı, bir yandan da kaba kuvvet yerine kendi “yumuşak gücü”nü, yani değerler hegemonyasını tesis etmenin yollarını aramaya başladı.

Böylece, beynelmilel sermaye tarafından belirlenmiş değerler bütününe ve Amerikan hayat tarzına, “Amerikan rüyası”na kölece bağlanmış seçkinler eliyle, toplumları ve kurumlarını, kültürünü, insanların gündelik yaşam dinamiklerini, hayata bakışlarını, yaşam biçimlerini, emperyalizme, küreselleşmeye, vahşi kapitalizme boyun eğmeye uyarlayacak bir düzen değişikliği sağlanacaktı. Bu düzenlerde, bağımlılık yerel hayatın kendi içsel dinamikleriyle yeniden üretilecek, halklar ayırdına dahi varmadan, hatta özgürleşme sanarak, kendiliklerinden kölelik zincirlerini kendi boyunlarına geçireceklerdi. Böylece, artık diplomasiye, politik tavizlere, hukuku gözönüne almaya, hatta şiddete başvurmaya dahi gerek kalmadan, zalimlerin “organik hakimiyeti”, yapısal ve kalıcı kölelik sağlanmış olacaktı.

Ne var ki, BOP ölü doğdu. İş yine başa düştü, herşey aslına rücu etti ve yeniden şiddet, kaba kuvvet devreye sokuldu. Yani bir bakıma, son saldırganlığın vahşeti, hakimiyet tesisi yolunda bir zorunluluk olarak ortaya çıktı.

Bölgedeki Amerikan uşağı rejimler büyük bir korku içindeler

- Gerici-Amerikancı Arap rejimleri -somut olarak Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün-, ilk kez siyonist savaş makinesinin Arap halklarına karşı giriştiği ağır yıkım ve bir etnik temizlik hareketini açıkça desteklediler. Sözkonusu rejimleri bu derece soysuzlaşmaya iten sebepler nelerdir?

Korku! Yılların işbirlikçiliğinden, işlenen suçlardan, kıyıcılıktan, uşaklıktan duyulan korku. Başka hiçbir şey değil. Bu rejimlerin efendileri ve hizmetlileri biliyorlar ki, halkların gazabı aynı zamanda kendilerine de yönelik ve efendileri yenildiği, hatta zayıfladığı an ilk giden kendileri olacak. Ya panik halindeki efendilerce terkedilecek, satılacak, ya her toplum kendi göbeğini kendisi kesecek, toplumsal muhalefet yerel zalimleri devirecek.

Geçmişten bir örnek bugün de yaşanıyor. 1956 yılında Nasır emperyalizme bir başkaldırı olarak Süveyş Kanalı'nı millileştirdi. Bir anda bütün Ortadoğu ayağa kalktı, Nasır bir kahramana dönüştü, her yerde emperyalizme karşı çığ gibi büyüyen toplumsal hareketlenme başladı ve işbirlikçi rejimler felç oldu. Bugün açıklanan zamanın gizli belgelerinden biliyoruz ki, Türkiye de dahil olmak üzere, bütün işbirlikçi ülkelerin yöneticileri, ABD'ye, İngiltere'ye başvurarak bölgeye müdahale edilmesini, Nasır'ın ve öteki “ilerici” rejimlerin devrilmesini, toplumsal muhalefetin yönetimi etkilediği ülkelerin işgalini talep ettiler. Hepsinin gerekçesi aynıydı: Bu dalga durdurulmazsa kendileri de gidecek, emperyalizm bölgede yandaşsız kalacaktı! O dönemde Irak Başbakanı olan Nuri Sadi şöyle diyordu emperyalist elçilere: “Vurun, hemen şimdi ve sert vurun. Başka çare yok, yarın geç olur.”

Nitekim öyle de oldu: İngiltere, Fransa ve İsrail, Mısır'a saldırdılar, Sina'yı işgal ettiler. Ne var ki, bölgesel direniş ve dünyadaki tepkiler o boyutdaydı ki, sonunda, işgalciler geri çekilmek zorunda kaldılar, emperyalist müdahaleyi kışkırtanlardan Nuri Said ve baş destekçisi Menderes ile İran Şahı gittiler, Ürdün Kralı Hüseyin, daha sonra, ABD'nin çıkartma yaptığı Lübnan'ın işbirlikçi rejimiyle birlikte, ancak Amman'a İngiliz paraşütçülerinin inmesiyle kurtuldu. 1970 yılında FKÖ'ye ve demokratik muhalefete karşı da, İsrail'in destek bombardımanını ve gerekirse Amerikan işgalini talep ederek tahtını korumaya çalıştı. Tarih bugün de tekerrür ediyor; kahramanlarını iyice soysuzlaştırarak, bütün süreci soytarılığa dönüştürerek...

“Halkların direnişi her zaman için baş ‘ortak düşman'dır”

- Emperyalist güç odakları, -diğer sebeplerin yanısıra- Ortadoğu enerji kaynaklarının yağmalanmasından pay almak veya aldıkları payı büyütmek için sürekli rekabet/çatışma halindedir. Düzeyi farklı olmakla birlikte, çatışan bu güçlerin tümü nasıl oluyor da siyonist barbarlığa aynı cepheden destek verebiliyorlar?

Emperyalistler arasındaki ilişkiler ikili bir karakter taşırlar. Bir yandan, bu güçler arasında çelişki ve çatışkı sözkonusudur, rekabetleri özünde hasmanedir. Ama aynı zamanda bunlar kırk haramiler misali bir ortaklığın da taraflarıdırlar; gerektiğinde kendi efendilik düzeninin sürmesi için işbirliği yaparlar. Özel olarak da, “ortak düşman”a karşı güç ve işbirliği içinde olurlar. Halkların direnişi her zaman için baş “ortak düşman”dır, onun bastırılmasında bunlar çoğu kez doğal müttefiktirler. Bu en tehlikeli düşmana karşı, “rakibimin düşmanı dostumdur” türünden riskli bir taktik esnekliği göstermezler. Bu tavrı ayrık duran, sorun çıkartan (İran gibi) bir devlete ilişkin olarak gösterebilirler, ama halklara ya da ortak çıkarlara tehdit oluşturabileceğine inandıkları bir farklı ülkeye (örneğin, bir zamanların Sovyetler Birliği) asla böyle yaklaşmazlar.

İkinci olarak, Ortadoğu'nun küreselleşmeye eklemlenmesi ve Yeni Dünya Düzeni'nin “ölü toprağı” altına gömülmesi, ortak bir stratejidir ve bunun engelleri de ortak düşmandır, bütün emperyalistlere göre. Sadece taktik mülahazalar değişebilir, yaklaşım farkları olabilir ama karar anlarında bunlar geriye itilir. Ayrıca unutmamak gerekir ki, Avrupa, saldırganlık treninin arka vagonlarına binerek, kapıdan kovulduğu bölgeye bacadan girme imkanı da yakaladı. ABD'nin iyice itibarsızlaştığı, siyonist devletin bünyeden reddedildiği bir ortamda, onu çaresiz yakalamış Avrupalılar'ın sadece “işbirliği” için denklemde yer aldıklarını düşünmemek gerekir.

Üçüncü olarak, siyonizmin politik ve ekonomik gücü emperyalist dünyanın pek çok yerinde etkindir.

Son olarak, belirtmek gerekir ki, emperyalistler arasındaki ilişkilerde karşılıklı konumlanışları son kertede belirleyen ana unsur güçtür ve bugün ABD hala çok güçlüdür. Bu gücü dayattığı özel anlarda akan sular hemen durulur.

Petrol konusundaki rekabete değinmekte haklısınız. Bugün, bölge (ve dış dünya) petrolüne en az gereksinim duyan ABD, orada gerçek ve neredeyse tek hakim olmaya doğru yolalmakta; buna karşılık bu petrole ondan fazla ihtiyacı olanlar dışlanmaktadırlar. ABD, bir yandan hegemon güç olarak, sistemin çıkarlarını bir bütün olarak gözetmek durumundadır ve bu da ortak çıkar birliğini oluşturmaktadır. Buna, kaynağı korumak da dahildir ki, bugün öne çıkan budur. Aynı zamanda, ABD bir “ulus-devlet”tir, “özel” emperyalist çıkarları ve kendi beynelmilel sermayesi vardır. Bu da ötekileri elbette tedirgin etmektedir. Yani bugün de sadece ortaklık sözkonusu değildir, çelişki ve çatışma tohumları da ortadadır. Üstelik şimdi belki bunlar keskinleşebilecektir de, çünkü aynı ipte oynamaya başlamaktadırlar. Unutmayın, Osmanlı'da olduğu gibi, bütün zalimlerin dünyasında oyun çoktur.

Türkiye'deki iktidar kavgasında Amerikan desteği yaşamsaldır

- Türkiye burjuvazisi, İncirlik Üssü'nü siyonist savaş makinesinin “lojistik destek üssü” haline getirerek halklara karşı işlenen ağır suçlara bir kez daha ortak oldu. Şimdi de İsrail'in bıraktığı yerden saldırının devamını getirmek için Güney Lübnan'a konuşlandırılacak “barış gücü”ne asker gönderilmesi onaylandı. Farklı nedenlere dayalı da olsa ABD-İsrail karşıtlığı toplumda bu denli yaygınken, Türk burjuvazisi ve devleti, ABD-İsrail öncülüğünde devam eden bölge halklarını köleleştirme saldırısında daha aktif roller üstlenebilir mi?

Bugün Türkiye'de büyük bir iktidar kavgası var. Taraflar belli ve “seçim”den de büyük oranda ümitlerini kesmiş durumdadırlar. AKP iktidarının seçimleri kazanma yoluyla elde edebileceği iktidar alanı yapısal olarak önceden belirlenmiştir ve oldukça sınırlıdır. Devletin yoğunlaşmış halini ifade eden silahlı bürokrasinin ve yandaşlarının ise, seçim kazanma gibi bir hayali sözkonusu dahi değildir. Seçim kazanan “sivil” rakip karşısında bütüncül iktidarı koruyamamaktadır. “Çuval hadisesi”nden sonra, güç alanı daha da sınırlanmıştır. Bu durumda, iki taraf için de yaşamsal olan, Amerikan desteğini elde etmektir. Bu iktidar desteğinin karşılığı ise bellidir. Terazinin bir yanında Amerikan desteği, ötekinde de örgütsüz ve dolayısıyla manipülasyona son derece açık ve korumasız halk muhalefeti olunca, hangisinin tercih edileceği bellidir. Üstelik, gerek “demokratik gelenekler”, gerek bağımlılık zincirleri, gerekse ideolojik yönelimler bakımından da elbette emperyalist odak ağır basmaktadır.

Bu durumda, halkın demokratik katılım ve söz hakkı bir anlam ifade etmeyeceğine göre, manipülasyon, hile ve desise olanakları yitirildiğinde, ya da bıçak kemiğe dayandığında halka yönelmelerini beklemek gerekir.

Demokrasi, bir sınıflararası güç dengesi rejimidir. Ancak bu durumda, yani bir güç dengesi durumunda, toplumsal muhalefete ve halk katılımına, halk iradesine asgari saygı beklenebilir. Aksi halde, dışardaki militarist roller önce iç bastırmayla başlatılır. Aslında bunun örneklerini görmüyor değiliz.

Direniş “yenilmezlik” efsanesine büyük bir darbe vurdu

- Emperyalist/siyonist saldırganlar Lübnan direnişini kısa sürede ezebileceklerini varsaymışlardı. Oysa saldırı beş hafta sürdüğü halde bu amaca ulaşamadılar. Lübnan direnişi siyonist savaş makinesine kayda değer kayıplar verdirerek Washington-Tel Aviv merkezli planı bozdu. Çatışmanın bu ilk aşaması, ezilen halkların önünde, “ABD-İsrail'e kölelik ya da ölüm” dışında, “direniş” diye bir yol olduğunu somut olarak göstermiştir. Lübnan'dan yayılan umut ışığı, bölge halkları üzerindeki ölü toprağının silkelenip atılmasını ne ölçüde hızlandıracaktır?

Irak'taki direniş bu süreci başlattı. Bunun iki sonucu oldu. Bir yandan, genel olarak bölgede, özel olarak da ilk hedef ülkelerde kamuoyunun yenilgiyi baştan kabullenme, tevekkülle bekleme ve giderek toplumsal felç durumu yerini belirli bir hareketliliğe, direngenliğe, kararlılığa bıraktı. Buna ek olarak, gözüdönmüş Amerikalı yöneticileri frenledi, muhalefeti de yükseltti.

Şimdi bu durum perçinlendi. İsrail'in temel stratejik avantajlarından biri “yenilmez İsrail” imajıydı ve bu yarım asırlık bilinçli bir stratejinin başarıya ulaşması sonucu oluşturulmuştu. Bu da çöktü ve bölgedeki psikolojik dengeler altüst oldu.

Unutmayın, savaş, hasmınınkini kırarak kendi iradesini dayatma siyasetinin şiddet içeren yöntemidir. Dolayısıyla, psikolojik denge hayati önemdedir. Saldırganlık ve direniş böylesi bir stratejik/toplumsal atmosfer içinde oluşur ve hükmünü icra eder. Nasıl ki, örneğin grev işçi sınıfı için çok öğretici bir okuldur, aynı biçimde ama çok daha üst düzeyde, savaş da halklar için kurtuluşa giden yolda eğitici ve seferber edici bir kavşaktır, ölümün eşliğinde gelen hayat öpücüğüdür.

İslamcı yapılara verilen destek özünde direnişe verilen destektir!

- Hizbullah, dinsel/mezhepsel kimliği ile öne çıkan bir hareket. Ancak siyonist barbarlık karşısındaki kararlı direnişi ve özellikle işgalci İsrail ordusunun “yenilmez güç” efsanesini yıkmasıyla, farklı ulus, din ve mezhepten bölge halklarının yaygın desteğini kazandı. Bu olgu, Ortadoğu gibi etnik/dinsel ayrımların sürekli körüklendiği bir bölgede bile, ezilen halkların, örgütlerin/partilerin dinsel/mezhepsel kimliğinden çok direnişteki tutum ve kararlılığına önem verdiklerini mi gösteriyor?

Hiç kuşkusuz. Ortadoğu tarihi bir yanıyla halkların direniş tarihidir, bir yandan da direniş geleneğinin somut hallerinin zamana göre çeşitli ideolojik kılıklarda ortaya çıkmasının serüvenidir. Ortadoğu'da ilk direniş “ulusalcı sol” ve komünist ideolojinin örgütlülüğünde ortaya çıktı. Çeşitli nedenlerle bu ikisi yenildi, itibarsızlaştı, direnişi götürebilecek gücü, önderlik konumunu yitirdi. Ne var ki, halklardaki direniş duygusu ve kararlılığı, iradesi, hareketliliği yitip gitmemişti. İslamcı yapılara verilen destek direnişe verilen destektir, özel olarak bugünkü ideolojik kılıfa değil. FKÖ (ve Arafat), “ulusalcı sol”un son temsilcisiydi, sonu biliniyor. Filistin halkı da direnişe oy verdi, özel olarak Hamas'a değil. Direnişin öncüsü bir zamanlar, ulusacı sol ile çeşitli komünist örgütlerdi ve onlara da büyük destekler verilmişti.

Bugün de, örneğin Lübnan'da, direnen komünistlere büyük bir toplumsal destek veriliyor. 1980-90'lardaki büyük direnişte Lübnan Komünist Partisi militanları önemli roller oynadılar. İntihar komandoları arasında çok sayıda bu Parti'nin üyesi vardı. Bugün de Lübnanlı komünistler etkinliklerini koruyorlar. Ne var ki, bir bütün olarak bölgede, milliyetçiliğin (ve küçük-burjuvazinin, muhayyel milli burjuvazinin, devlet kapitalizminin) peşinde kendini tüketmiş komünistlerin güçleri kalmadı, direniş de İslamcı güçlerin eline geçti. Halklar kim direniyorsa, kendi direnişine önderlik etme becerisini gösteriyorsa onu destekliyorlar. Çaresiz kalmayı, yalnız bırakılmayı, giderek, aldatılmayı, başarısızlığa mahkum edilmeyi, zalimle uzlaşmaya yönelmeyi kabul etmiyorlar.

Anti-kapitalist olmayan akımlar tutarlı bir anti-emperyalist çizgi izleyemezler

- Siyasal İslamcı akımlar, toplumsal muhalefete hangi düzeyde hâkimler? İlerici-devrimci akımların bu toplumsal hareket içinde ne oranda şekillenme şansları var, ya da toparlanma sürecinde olduğuna dair belli veriler bulunan ilerici-devrimci akımların, verili koşullarda toplumsal harekete yeniden önderlik edebilmelerinin olanakları var mı?

Halklar daha önceki direnişlerin yenilgisiyle sonuçlanan filmi yeniden seyretmeyi elbette reddedecekler. Ortadoğu'da İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki direnişin önderliğini yapan küçük-burjuvazinin anti-komünist sol milliyetçi hareketi, sonunda, kendi dinamikleriyle, ikiye evrildi. Bir kolu, Nasır'ın ölümü sonrasında, Sedat ve Mübarek liderliğinde siyonizmle uzlaştı, emperyalizme teslim oldu, vahşi kapitalizme yöneldi. Mısır köleleştirildi. İkinci kol, Saddam Hüseyin ve Hafız Esad gibileriyle, halklara karşı kıyıcı polis devletlerine, kişisel diktatörlüklere dönüştü, ülkelerini çürüttü. Onlar da emperyalizmle uzlaşmaya çalıştılar. Saddam İran'a karşı ABD'nin tetikçiliğini yaptı, Esad Körfez Savaşı'nda ABD'nin emrine asker verdi ama ABD'ye yaranamadılar.

Komünist partiler ise, ulusalcı solun peşine takıldılar, onların suçlarına ortak oldular. Mısır Komünist Partisi, Nasır uğruna kendini feshetti. Suriye ve Irak'ta komünistler, BAAS hükümetlerine bakan verecek kadar kendilerini kaybettiler. Böyle bir süreç sonunda da, bir zamanlar milyonları etkileme gücüne sahip komünist hareket bölgede neredeyse buharlaştı. Tarih de, bir kez daha, anti-kapitalist olmadan, dolayısıyla da işçi sınıfının öncülüğünde toplumsal kurtuluşa yönelemeyen hareketlerin, önderliklerin antiemperyalist de olamayacakları gerçeğini bir kez daha kanla yazılmış sayfalarına yazdı.

Bugünün İslamcı önderlikli direnişini desteklerken de, bu perspektiften değerlendirmek ve izlemek, ittifak politikalarını bu derslerden hareketle düzenlemek gerekiyor.

Gelecek ve direnişin başarısı, işçi sınıfının ve onun politik önder ve örgütlenmelerinin bu dersleri, kendi tarihimizi iyi okumalarına bağlı.

Bölgenin geleceği, işçi sınıfının ve onun öncüsü komünistlerin yeniden toparlanmasına bağlı

- Filistin, Irak ve Lübnan direnişleri, bu halleriyle bile, Washington-Tel Aviv merkezli “Büyük Ortadoğu/Büyük İsrail Projesi”ne belli ölçülerde köstek olabiliyor. Bu ise topyekûn saldırının askeri ayağında bazı gecikme ya da sapmalara yol açıyor. Saldırının püskürtülmesi ve emperyalist/siyonist güçlerle bölgedeki işbirlikçilerinin kovulabilmesi için gerekli olan bölgesel direnişin, mevcut veya potansiyel güçlerini birleştirmenin zemini var mı, eğer yoksa bu zemin nasıl yaratılabilir?

Burada bir temel sorun var. Saldırının hedefi olan devletler/rejimlerin kendileri de sizin sözünü ettiğiniz türden bir halk güçleri koalisyonunun topyekûn direnişinden korkmaktadırlar. Onların karakteri, böylesi bir bölgesel direnişi hazmetmeye yatkın değildir elbette. Bir ideolojik oydaşma beklemeksizin inşa edilecek antiemperyalist halk güçleri koalisyonu, bu açıdan kolay değil. Direnişin başını çeken yapılanmaların bağnazlıkları da bir başka önemli engel tabii. Halk güçlerinin çeşitli etnik, mezhepsel parçalanmışlığını, antidemokratik, hoşgörüsüz, bağnazlıkla örülmüş, düşmanlıklarla kirletilmiş, kışkırtmalara açık kırılgan durumunu da tabloya eklemek gerek. Direnişi, öfkeyi, muhalefeti, sadece direnmeye değil de yeni bir hayat projesinin inşasına yöneltmek ve böylece gerçek sağlam temeller üzerine kurmak çok kolay görülmüyor. Bu, büyük oranda, işçi sınıfının, Sınıf Hareketi'nin, onun öncüsü komünistlerin yeniden derlenip toparlanmasına bağlı.

Direniş eninde sonunda zalimin peşindeki emekçilere de kurtuluş yolunu gösterecek

- Emperyalizme ve siyonizme karşı kazanılacak zafer, hiç kuşkusuz İsrail'deki Yahudi işçi ve emekçilerin kurtuluşunu da kolaylaştıracaktır. Tersinden de İsrail'deki işçi ve emekçilerin anti-emperyalist, anti-siyonist mücadelede yer alması da, başarıyı önemli ölçüde kolaylaştıracaktır. Halihazırda, büyük çoğunluğu siyonist rejimin ve politikaların fiili destekçisi olan Yahudi işçi ve emekçileri, ilerici-devrimci güçlerle ezilen halkların direniş cephesine kazanmanın koşulları ve imkanları nelerdir?

İsrail'i bir bakıma bugünün Türkiyesi'ne benzetmek mümkün. Sadece emperyalizmin planlarındaki tetikçilik rolleriyle değil, iç yapılarının kimi özellikleriyle de. İsrail toplumunu da pençesi içinde kahreden bir yaygın militarizm, şovenizm ve yabancı düşmanlığı sözkonusu. Sivillere atılacak bombaların, füze başlıklarının ailelerce küçük çocuklara resmi törenlerle imzalatılması çok şey anlatıyor, beyinlerin ve vicdanların ne denli tutsak alındığını, kirletildiğini gösteriyor. Türkiye'nin “ordulaşmış millet”iyle İsrail'in sözde “yurttaş ordu” geleneğinin ortaya çıkardığı hazin toplumsal tablo büyük benzerlikler taşımaktadır. Isparta türü yapılanma, her iki ülkede de ideolojik yıkım, ahlaki kirlenme, kültürel çöküş yaratmaktadır. Toplumun bir bakıma en korumasız kesimleri olan geniş emekçi yığınların, bir de özellikle hedef seçildikleri gözönünde tutulursa, bu büyük saldırının yıkıcı etkilerini, tahribatını yaşamamaları düşünülemez. Bazen ne yazık ki, savaş ve yenilgi halkların acımasız öğretmeni olabiliyor. Kuşkusuz, zalimin saldırganlığı mazlumun dünyasında direniş tohumları ekiyor ve aynı biçimde mazlumun direnişi zalimin evreninde, geç ve güç de olsa, aklın başa gelmesini, vicdanın insanlaşmasını getirebiliyor. Hayatın yasaları bazen böyle sert olabiliyor, bunalım dinamikleri, nesnel koşullarla öznel fikirlerin diyalektiğini dolambaçlı yollardan işletebiliyor. Aslında, ezilenin direnişi, son tahlilde, zalimin peşindeki mazluma da kurtuluş reçetesi oluyor.

“Devrimci toplumsal muhalefetin yükseldiği bir Türkiye, bölgedeki dengeleri altüst edecek bir potansiyel taşımaktadır”

- İsrail kıyım makinesinin Amerikan bombalarıyla Lübnan'ı yakıp yıktığı günlerde, neo-faşist ekibin etkin isimlerinden ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, yeni bir Ortadoğu'nun şekillenmekte olduğunu ilan etti. Onların “köle sürülerinin yaşadığı bir Ortadoğu”yu hayal ettikleri bilinmektedir. Direnişin varlığı ve toplumlar nezdindeki saygınlığı ise, bölge insanının emperyalist/siyonist saldırganlara teslim olmayı reddettiğinin göstergesidir. Artık bir ölüm-kalım meselesi haline gelen bu çatışmanın zaferle taçlanabilmesi için, bölgeye göre nicel ve nitel yönden ileri düzeyde olan Türkiye işçi sınıfına ve devrimci hareketine ne tür sorumluluklar düşüyor?

Bizim ilk sorumluluk alanımız ülke coğrafyası. Türkiye işçi sınıfının aklını ve vicdanını körleten, bilincini çarpıtan büyük ideolojik saldırı püskürtülmeksizin ondan hayırlı bir konumlanış beklenemez. Bu elbette sadece bir ideolojik karşı müdahaleyi içermiyor. Egemenlerin emperyalizme tetikçilik politikası karşısında milliyetçiliğin tuzağına düşmeden kararlı bir tutum alınması ilk koşul. Bu, sadece emperyalist saldırganlığa ve onun tetikçiliğine ilişkin olsaydı çok kolay olabilirdi. Ne var ki, böylesi bir tavrın öncelikle Kürt sorununda da yerini ikirciksiz belirlemesi gerekiyor. Bunun da toplumun güncel değer yargılarına, ideolojik yönelimine, politik tercihlerine ters düştüğü açık. Beceri işte bu noktada gösterilebilmelidir. Bunun kolay olmadığı ortadadır ve Kürt hareketinin de yardımlarının, katkılarının sağlanmasını gerektiriyor. Türk emekçileriyle, sınıf hareketiyle Kürt direnişi arasındaki “stratejik ittifak”tan kastedilen de budur. Her iki tarafın da henüz bu konuda yeterli olgunluğa ulaştığı, geçerli projeler üretebildiği söylenemez. Türkiye emek hareketini siyaseten ve ideolojik olarak felç eden, gericiliğin destek kaynağına dönüştüren hastalık buradadır. Oysa, kimsenin kuşkusu olmasın, devrimci bir dönüşüm geçirme sürecine giren ya da hatta sadece devrimci toplumsal muhalefetin yükseldiği bir Türkiye, bölgedeki dengeleri altüst edecek, emperyalist-siyonist hesaplara nihai darbeyi vuracak potansiyeli taşımaktadır.

Bu zaman alacaktır elbette. Bu durumda, ideolojik müdahaleye ve öncü konumundaki unsurlara büyük iş düşmektedir. Bugünkü dağınıklığı ve etkisizliği ile sınıfın bilinçli üyelerinin ve sınıf adına siyaset yapan komünistlerin, örgütlerin hayata gerekli ilk müdahaleleri yapmaları beklenemez. İlk büyük derleniş bu alanda gerçekleştirilebilirse, önümüz açılabilir. Ondan sonrası ise şimdiden kestirilemez. Kavga zorlu olur, görkemli olur ve pek güzel olur...