16 Kasım 2007 Sayı: 2007/01(44)

  Kızıl Bayrak'tan
   Egemenlerin “ümit kırmak” dışında
bir çözümü yok!
  Sosyal yıkım saldırısında perde yeniden açılıyor...
2008-2010 arası özelleştirme yağması açıklandı...
İşçi ve emekçi eylemlerinden...
Telekom işçileriyle dayanışma eylemlerinden...
“Düşük yoğunluklu” sıkıyönetim (mi?)
Yüksel Akkaya
  6Kızıl Bayrak hakkında toplatma ve yayın yasağı!..
  “Aydınlığın en yakın olduğu an, karanlığın en koyu olduğu andır...”
Haluk Gerger
  “İnsanlık tarihine sahip çıkmak, kapitalizme karşı çıkmaktan geçiyor!”
Yüksel Akkaya
  Şanlı Ekim Devrimi’nin 90., Komünist Hareket’in 20. yılı coşkuyla kutlandı...
  Ankara’da Ekim Devrimi ve Parti etkinliği...
  Tersane İşçileri Birliği Derneği Yönetim Kurulu üyesi Cahit Atalay ile 2. Tersane İşçileri
Kurultayı üzerine konuştuk…
  Dünyadan...
  Irkçı-siyonistlerin Filistin topraklarını
gaspetme pervasızlığı sürüyor!
  Alman Devrimi ve Rosa Luxemburg
Volkan Yaraşır
  Neden birleşik mücadele?
M. Can Yüce
  Ekim Devrimi ve kadın sorunu
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kürt halkını teslim alma politikasını yeni duruma uyarlamak için çırpınıyorlar…

Egemenlerin “ümit kırmak” dışında bir çözümü yok!

“Sonbahar operasyonu” sürdüren ordunun Şemdinli’de çok sayıda asker zayiatı verdiği günlerde, meclisten de Güney Kürdistan’a saldırı tezkeresi çıkmıştı. Tezkereyle birlikte, özellikle de Dağlıca’daki asker zayiatının ardından devlet topyekûn seferberlik başlatmıştı. Seferberliğin en önemli boyutunu Kürt halkına yönelik ırkçı-şoven histeri dalgası oluşturdu. Özellikle 2005’ten itibaren tırmanışa geçen şovenizm ve faşist kudurganlık daha da azdırıldı. Aynı zamanda Kürt hareketine karşı, daha çok da DTP üzerinden süregelen kıskaca alma saldırılarına hız verildi.

Bu dönemde bilinci iyice zehirlenen toplum, öte yandan da 5 Kasım’da Washington’da yapılan görüşmeye odaklandı. Herşeyi Bush’la görüşmeye bağlayan hükümet ve generallerin Washington’dan ne aldıkları, iki tarafın birbiriyle örtüşmeyen açıklamaları nedeniyle henüz net olarak anlaşılmıyor. Erdoğan ve hükümeti başarı gösterisi yaparken, generaller daha dönüş yolundayken kırmızı telefon hattı dışında “yeni bir şey” olmadığını açıkladılar. Bu aynı günlerde şoven histeri ve faşist kudurganlık temelinde toplum ölçüsünde tırmandırılan gerilim azalır gibi oldu. Daha doğrusu genelde Kürt halkına yönelik kışkırtmalarda kısmi bir durulma gözlendi.

Fakat bu arada hem sınır ötesi saldırılara havadan Güney Kürdistan’ı bombalama eklendi, hem de DTP’ye yönelik siyasi saldırganlık, yeni bir linç kampanyası boyutuna çıkarıldı. Esir askerleri teslim alanlar başta olmak üzere, DTP’nin belli başlı isimleri PKK ile bağlantılandırılarak hedefe çakılmış bulunuyor. Bunun nedenlerinden birini, devletin ve ordunun düştüğü zafiyet görüntüsünü DTP’ye ve esir askerlere yıkma gayreti oluşturuyor. Esas neden ise Bush görüşmesinden sonra yapılandırılmaya çalışılan Kürt politikasıdır.

Görüşmeyle ilgili açıklamalardan net bir şey çıkmasa da, görüşmenin ardından geçen günler içinde bir hayli veri birikmiş oldu. Hükümet olarak AKP ve temel düzen partileri olarak da CHP, MHP gibi partiler, konuyla ilgili üst üste açıklamalar yapıyorlar. Kirli savaşın general eskileri, konuyla ilgili bir röportajlar dizisi vesilesiyle itiraf değerinde açıklamalarda bulunmuş, bu arada bugüne dair de önemli ipuçları vermişlerdi zaten. Kürt düşmanlığında başı kimseye bırakmayan Genelkurmay Başkanı ise Bush görüşmesinden sonraki düşüncelerini, “basın sohbeti” düzenleyerek açıklama gereği duydu.

Bu “sohbet”, düzen cephesindeki siyasal ilişkilere ya da siyaset mevzilerinin son durumuna dair de bir gösteri mahiyetinde. Fakat diğer açıklamalarla birlikte daha esaslı konulara ayna tuttuğu için bu yanı daha tali sayılır. Gerek generallerin sivil sözcüsü konumundaki Baykal’ın açıklamaları, gerek ordunun medyadaki başlıca rütbelilerinin yazdıklarına bakılırsa, ordu ile hükümet arasındaki gerilim Kürt sorunu sözkonusu olduğu için her zamanki gibi ikinci plana atılmış bulunuyor. Ya da mevzi kapışmaları ve karşılıklı yüklenmeler yeni bir dengeye kavuşmuş görünüyor. Kürt sorununda aynı politikaların-aynı çözümsüzlüklerin sahipleri olarak, daha alttan yürütüyorlar.

Generaller memnuniyetsizliklerini yansıtsalar da, basındaki sözcüleri ve Baykal, Bush görüşmesini hükümetinkine yakın bir dille olumladılar. Güney Kürdistan’a ve Kürt hareketine karşı saldırganlık ve nefrette de benzer bir yakınlık yansıyor. Buna rağmen Güney Kürdistan’la ilgili “açılımlar”dan sözedilmesi, Kürt sorununun yalnızca bir askeri sorun olmadığının dillendirilmesi, sermaye cephesinin yaşadığı sıkışmanın oldukça yoğun düzeyde yaşandığının yeni bir göstergesidir.

Sermaye cephesinden yapılan bütün bu açıklamalara, ABD’nin Güney Kürdistan’daki ve Irak’taki işbirlikçilerinin tavırlarındaki değişimleri de eklemek gerek. Irak’a komşu ülkeler toplantısı ile Bush’un Erdoğan ve general Saygun ile yaptığı görüşmenin sonrasında, Güney Kürt yönetiminin, görüşme öncesindeki keskin sayılabilecek tutumları belli oranlarda geriledi. Hatta bu gerileme, Kürtler’in birbirine kırdırılması politikasının hayata geçirilmeye çalışıldığı yönlü yorumlar yapılmasına yol açtı. Güney Kürt yönetiminden daha yumuşak açıklamaların geldiği günlerde, saldırı halindeki Türk ordusu, Güney Kürdistan’da bazı noktaları uçaklarla da bombalamaya başladı. Yani bir bakıma “sınır ötesi harekat”ını daha açık ve deyim yerindeyse daha tanımlı hale getirdi.

Bu veriler ışığında, Türk sermaye devletinin, ABD’den henüz Güney Kürdistan’la ilgili esaslı tavizler koparamadığını, PKK konusunda eli daha serbest kalsa da PKK’ye karşı yürüttüğü kirli savaşta, ABD’nin şimdilik sınırlı bazı yardımlarıyla yetinmek zorunda kaldığını, ABD’nin bölge ve Kürt politikasını şimdilik çok fazla etkileyemediğini, bu yüzden de kendi Kürt ve bölge politikasını yeniden yapılandırmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Uygulamalar ve dillendirilenlerden anlaşıldığı kadarıyla, kirli savaş cephesinin yeni yapılandırma çerçevesinde şimdilik ortaklaşabildiği bazı unsurlardan da söz edilebilir.

Bazıları devamlılık da arzeden bu unsurların ilki, ABD ile ilişkileri onarmanın tüm olanaklarını değerlendirmek, onun bölge ve Kürt politikasını etkilemeye çalışmaktır. İkincisi, Güney Kürdistan’daki devlet oluşumunu olabildiğince geriletecek ve kontrol altına alacak tüm politik ve diplomatik imkanları zorlamak, Irak’ta merkeziyetin zayıflaması, Kerkük referandumu, petrol gelirleri gibi onu güçlendirecek her türlü gelişmeyi engellemektir. Üçüncüsü Güney Kürt yönetimine havuç ve sopa göstererek PKK’yi izole etmektir. Dördüncüsü ise, ki bu “kırmızı çizgi”lerin aşınmasından sonra Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde revizyona gidildiğinde formüle edildiği haliyle aynen sürmektedir, Türkiye’deki Kürt hareketini kesintisiz bir şekilde terbiye etmek, her türlü Kürt hareketinin ve genel olarak da Kürt halkının tüm “başarı ümidini kırmak”tır. (İlk dillendirildiği andan bu yana bu tanımlama, eski yeni tüm generallerin diline adeta pelesenk oldu.)

Elbette bölgedeki farklı gelişmelerin, özellikle de ABD’nin İran’la ilgili saldırı planının nasıl işleyeceğinin, Türkiye’nin, PKK ve Güney Kürt bölgesinin bu planda oynayacağı rollerin, Türk devletinin Kürt politikasında yeni değişimler yaratacağından kuşku duyulamaz. Nihayetinde bugün reel politik icabı ve yalnızca bu boyutuyla yapılandırılmaya çalışılan daha genel bir sorundan, daha genel bir politikadan bahsediyoruz.

Sermaye cephesinden en namlı kirli savaş generallerinin de itiraf etmek durumunda kaldıkları gibi, Türkiye’deki sermaye iktidarının Kürt sorunu konusundaki temel politikası, inkar, asimilasyon ve yok etmenin dışına pek fazla taşmadı. Devrimci yükseliş döneminde sermaye cephesinden farklı sesler duyulsa da, bunlar çok geçmeden bastırıldı. PKK şahsında Kürt hareketinin düzen içi çözüm çizgisine kaydığı, giderek de onu politik ve askeri yenilgiye, ardından da İmralı teslimiyetine götüren süreçte, bu tür çıkışlar tümüyle kayboldu. İmralı’dan sonra ise, “AB’ye uyum” adı altında atılan göstermelik adımlarla bir yandan Kürt hareketinin eritilerek tümüyle elimine edilmesi, diğer yandan da Kürt halkındaki özgürlük özleminin tümüyle yok edilmesi, verilenle yetinen, fazlasını istemek şöyle dursun, düşünmeyi bile unutan bir halka dönüştürülmesi politikası benimsendi. Atılan adımların bir taviz olduğu algısının oluşmaması içinse, Kürtler, artık liberal-reformist de olsa o güne kadarki mücadelenin mirasçısı olan hareketin etkisinden çıkarılmaya çalışıldı.

Türkiye’de tezkere kazası, Irak’ın işgali, çuval vakası ve kırmızı çizgilerin silinmesi, Güney Kürdistan’da devletsel oluşum, bu arada Irak’ın ABD için batağa dönüşmesiyle bölgedeki siyasal süreçlerin girdiği belirsizlik hali, sermaye iktidarının Kürt sorunundaki hesaplarını tümüyle altüst etti. Bu gelişmelerin üst üste düştüğü konjonktürde sermaye iktidarı tam bir çözümsüzlük ve çaresizlik durumuna savruldu. Önce tüm toplumun şovenizmle zehirlenmesi için yoğun bir kampanya başlatıldı. Bunda ABD karşıtlığı bile kullanıldı. Kürt halkının özgürlük özlemini kitlesel dillendirdiği bir evreden itibaren ise bu kampanya Kürt halkına, Kürt hareketine ve Türkiye’nin devrimcilerine karşı ırkçı-şoven kışkırtmalara, faşist kudurganlığa evriltildi.

DTP’lilerin meclise girmesi ile birlikte bu saldırganlığın artacağı, Kürt hareketine yönelik ayrıştırma ve terbiye operasyonuna hız verileceği daha ilk anlarda kendini dışavurmuştu zaten. Bugün Kürt hareketine yönelen saldırganlık bunun devamından başka bir şey değil.

DTP’nin meclise girmesiyle yaşananlar, başka hayati gerçekleri de ister istemez gündeme getirdi. Özellikle Türkiye’deki sermaye egemenliği bugünkü haliyle ayakta kaldığı sürece, Kürt ulusal sorununun düzen içi bir çözümünün bile mümkün olmadığı bir kez daha görüldü. Daha da önemlisi, burjuva parlamenter zeminin düzen içi bir çözümün yolunu açamayacağı, esaslı sorunlardaki reformlar için devrimin basıncından başka yol olmadığı gerçeği, bugün dünün devrim kaçkınlarının bile döne döne karşısına çıkmaktadır. Kürt sorununda taraf olarak görülenlerin çözümsüzlüğü o denli derindir ki, tam tersine etki yaratmak için bilinçli tutumlar sergilense de, sermaye iktidarı kendi eliyle kendi parlamenter zeminini teşhir etmek zorunda kalıyor, parlamentodan çözüm bekleyenler de bu teşhirin öznesi oluyorlar.

Bu koşullarda Kürt halkıyla dayanışmayı örgütlemek, Kürdüyle Türküyle tüm bölge halkları arasında kardeşlik bağlarını güçlendirmek, giderek daha yakıcı bir önem kazanıyor. Buradan çıkan sorumluluğun bir yanı, emperyalizmin plan ve hedeflerini, yerli işbirlikçilerinin üstlendikleri uğursuz rolleri teşhir edebilmektir. Diğer yanı ise, burjuva düzen zemininin çözümsüzlüğünü işçi sınıfına ve emekçi kitlelere anlatabilmek ve onları devrimci sınıf çizgisine kazanabilmektir. Bu sorumluluğun hakkını vermek, Kürt ulusal sorununda proletaryanın tutarlı devrimci çizgisinden şaşmayan komünistler payına günün en önemli görevlerinden biridir.

 

Sermaye düzeni saldırıları daha da sertleştirmeye hazırlanıyor!

TBMM Adalet Komisyonu tarafından ertelenen uyum tasarısı kabul edildi. AKP’nin 1. hükümet döneminde Temel Ceza Mevzuatı’na uyum kapsamında gündeme gelen, ancak daha sonra seçim döneminin sonrasına ertelenen bu tasarı 170 yasada değişikliği kapsıyor ve 651 maddeden oluşuyor. Daha anlaşılır bir ifadeyle, mevcut mevzuatın TCK, TMY ve Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’na uyumunu öngören bu paket, hemen bütün kanunların yaptırım öngören hükümlerinin yeniden düzenlenmesi anlamına geliyor.

Kapsamlı bir saldırı sürecinden geçiliyor. Bir yandan kışkırtılan şovenist histeri atmosferi ile Kürt halkına inkar ve imha dayatılıyor, devrimci, demokrat, ilerici güçler devlet terörüne maruz kalıyor, diğer yandan bu atmosferin perdelediği bir çabuklukla sosyal yıkım saldırıları ardı ardına yürürlüğe sokuluyor. Doğal gaza, suya zamlar yapılıyor, yeni zamlar kapıda bekliyor. Emekçiler sefalet batağına sürüklenirken sermaye düzeni de toplumsal muhalefetin önünü kesmek amacıyla yeni saldırılara hazırlanıyor. Sermaye düzeni baskı ve terörünü artıracak yeni yasal düzenlemelere gidiyor, işçi ve emekçilerin hak arama mücadelesinden demokratik hak ve özgürlük istemlerine kadar birçok alanda toplumsal dinamikleri sindirmeyi amaçlıyor.

Yasal değişiklikler kapsamında oda ve borsa organlarına seçilme usulünden, çocuğunu okula göndermeyenlerin cezalandırılmasına kadar çok sayıda kanun maddesi tekrar yazılıyor. Değişiklik öngörülen maddelerin bir kısmı doğrudan işçi sınıfının mücadelesini ilgilendirirken, bir kısmı coğrafyamızdaki hak ve özgürlükler mücadelesinin önüne her zaman olduğu gibi hukuki bir takım engellemeler çıkartılmasını öngörüyor.

Grev silahına saldırı!

Uyum tasarısının en önemli hükümleri işçi sınıfının grev silahına ilişkin olanlar.

Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’ndaki “kanunsuz grev” tanımlaması aynen korunuyor. Ancak yeni düzenleme ile birlikte kanunsuz grev kararı alanlara uygulanacak olan cezalarda artışa gidiliyor. Buna göre şartlar gerçekleşmeden grev kararı alanlarla, bu kararı teşvik edenler, zorlayanlar ya da propagandasını yapanlar 3 aya kadar, bu greve katılanlar ise 6 aydan 2 yıla kadar hapisle cezalandırılacaklar. Yine grevin sürekli ya da geçici olarak yasaklandığı işyerlerinde bu kararı verenler, teşvik edenler, zorlayanlar veya propagandasını yapanlar 2 aydan 6 aya kadar hapis cezası ile karşılaşacakken, buna katılanlar 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası ile karşılaşacaklar.

Yine taslakta grev uygulanan işyerlerinde “Bu işyerinde grev vardır” ibaresini içeren ilanlar dışında grev gerçekleşen işyeri çevresine afiş, pankart vb. görsel ilan asmak yasak. Böyle görsel ilan araçları kullananlar ya da grev çadırı kuranlar 6 aya kadar hapis cezasına çarptırılabilecek.

Yasal değişiklik kapsamında grev uygulamalarına ilişkin bu yeni hükümlerin dile getirilmesi sermaye düzeninin hiç umursamıyormuş gibi davrandığı Telekom grevinin nasıl bir korkuya yol açtığını gözler önüne sermektedir. Yalnızca Telekom grevi de değil. Telekom grevini önceleyen süreçte grev yasağı kapsamındaki sektörler de dahil birçok işletmeyi kapsayan grev tehditlerinin sermaye düzenini hızlı önlemler almaya ittiği açık!

Hak aramaya yasak, keyfiyete vize!

Yasal değişikliklerle beraber “kanuna aykırı” toplantı veya gösteri yürüyüşleri düzenleyen veya yönetenlerle, bu eylemlere katılanlar, şayet fiil daha ağır bir cezayı gerektirmiyorsa, 1 yıl 6 aydan 3 yıla kadar hapisle cezalandırılacak. Yasa “miting ve eylem tertip komitelerini” de atlamıyor. “Kanunda belirtilen görevleri yerine getirmeyen düzenleme kurulu üyeleri, 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezasına çarptırılacak” diyen tasarı bütün bu düzenlemelerle beraber fiili meşru siyasal eylemlerin önüne geçebilmeyi hesap ediyor. Ancak bu düzenlemenin tek başına siyasal eylemleri kapsamadığı da açık. Bu düzenlemeler yoluyla her türden hak arama mücadelesi fiili baskı ve zorun yanısıra hukuk terörüyle de bastırılmaya çalışılacak.

301’in kapsamı genişletiliyor!

301’in kaldırılmasına ilişkin tartışmalar yürütülmesine rağmen gündeme gelen yeni düzenlemelerle beraber 301 aynen korunduğu gibi, kapsamı kimi alanlarda, örneğin basın-yayını ilgilendiren boyutuyla, daha da genişletiliyor. Yeni düzenlemelere göre “Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık ve bağımsızlığına, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü aleyhine yayın yapan kuruluşların işletenleri, yayın yönetmeni, sorumlu müdürü, haber müdürü, program yapımcısı ve sunucularına, TCK’da yer alan suçlardan iştirak hükümlerine göre verilecek cezalar yarı oranında artırılarak uygulanacak”. Zaten varlığından söz edilemeyen basın-yayın özgürlüğünün tümüyle yok edilmesi anlamına gelen bu hüküm, kapsadığı muğlak ifadelerle beraber yine dizginsiz bir keyfiliğin önünü açacak. Dönemsel politik ihtiyaçlara göre sözcükler ve haberler sakıncalı ilan edileceği gibi, genel olarak hak ve özgürlük mücadelesine ilişkin hiçbir haber “olumlu bir yorumla” verilemeyeceği gibi, sermaye düzeninin seçtiği sözcükleri kullanmamak dahi suç olabilecek. Örneğin PKK militanı ifadesi bir kanalı kapatabilecekken, maddede sayılan tüm ilgilileri ağır cezaya çarptırabilecek. Bunun yerine hiçbir ara ifade değil ama mutlaka “terörist” denmesi zorunlu hale gelecek. Elbette bu örnekler yasalarda yazmayacak. Ancak fiili uygulama, yasanın amacına uygun bir biçimde bu yönde olacak.

Saldırı yasaları sokakta parçalanacak!

Doğal olarak 170 yasada değişiklik söz konusu olunca, ilgili ilgisiz bir dizi madde de gündeme geliyor. Ancak değişiklik paketine bir bütün olarak bakıldığında, toplumsal yaşamda denetimin artırılmasının ve yaptırımların ağırlaştırılmasının hedeflendiği rahatlıkla görülüyor. Ara durakta yolcu indirmek, sokakta kitap satmak, çocuğunu okula göndermemek gibi çok çeşitli suça ilişkin cezanın katbekat artırıldığı bu düzenleme ile birlikte korku toplumunun duvarlarına adeta sıva çekilmek isteniyor.

Sermaye düzeni tarafından gündeme getirilenin bir saldırı paketi olduğu su götürmezdir. Ancak bu ülkenin sermaye düzenine karşı saf tutmuş güçleri de benzer saldırı paketleri ile onlarca defa karşı karşıya gelmişlerdir. Saldırı yasalarını etkisizleştirecek olan açık ki, bu yasalarla beraber bütün olarak saldırının kaynağı olan sermaye düzenine karşı mücadeleyi kesintisiz sürdürmektir. Saldırı yasaları ceylan derili koltuklarda hazırlanıyor, sokakta parçalanacak!