İçindekiler:

1 Ağustos 2021
Sayı: KB 2021/Özel-27

Faşizme ve ırkçılığa karşı omuz omuza!
Seçim hesapları ve Kürt sorunu
Covid-19 salgınında vahşi sömürü...
Yaşam alanlarımız için mücadeleye!
AKP iktidarının “küresel ısınma” bahanesi
İnternet yayıncılığı rejimin hedefinde
“Sağlıkta daha çok sorun yaşanacak”
Yasalar ve sınıf mücadelesi
Sinbo direnişçisinin Ankara yürüyüşü...
İstanbul Sözleşmesi ve mücadele
Boğaziçi Direnişi sürüyor...
Marx ve Engels’ten "Genelge Mektup"... Burjuva sosyalizmi üzerine
Alman devleti anti-komünizmi tırmandırıyor
Brauns: Almanya'nın antikomünizmi...
Cenevre Mülteci Sözleşmesi’nin 70. yılı
Emperyalistlerin harap ettiği Afganistan
Kapitalizm, iklim krizi ve “doğal afetler”
Dünyayı insanlığa dar edenler...
“Örgütlülük sadece müzisyenler için değil”
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Alman devleti anti-komünizmi tırmandırıyor

C. Ozan

 

Burjuvazi tarih boyunca her coğrafyada işçi sınıfı ve komünistlere düşmanlık yapmıştır. Dünya tarihi bunun onlarca kanlı örneğiyle doludur. Fakat denebilir ki bu konuda hiç kimse Alman burjuvazisinin eline su dökemez. Alman burjuvazisi ve devleti komünist harekete ve işçi sınıfına yönelik sürekli ve sistematik saldırılar düzenleyen devletlerin başında gelmektedir. Deyim uygunsa Almanya anti-komünizmin “ana yurdu”dur.

Tarihte Alman devletinin bu özelliğine kanıt oluşturan onlarca olay sayılabilir. 1919’da başlayan Alman Kasım Devrimi kanlı bir şekilde bastırıldı. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in de aralarında bulunduğu binlerce komünist ve işçi hunharca katledildi. Ardından gelen Hitler faşizmi dünyada eşi benzeri bulunmayan bir insan kırımına ve yıkıma yol açtı. Milyonlarca insanın yaşamını yitirdiği bu vahşette de baş hedef, içerde ve dışarda yine komünistlerdi.

Çok daha öncesinde, Paris Komünü’nün bastırılmasına yardım eden de zamanın Prusya imparatorluğunun ordularıydı. Yine İspanya ve İtalya ile Avrupa’nın onlarca başka ülkesinde faşizmi destekleyen ve onlarla ittifak kuran da dönemin Alman faşizminden başkası değildi. Hatta “Ülkücü Hareket” şahsında, Türkiye’de paramiliter ve sivil faşist hareketin oluşmasında ve gelişmesinde de Alman faşizminin ideolojik ve maddi anlamda ciddi katkıları olduğu tarihi belgelerle sabittir. Yani sadece Almanya’da değil, dünyada da faşist ideoloji ve hareketlerin gelişmesinde Alman burjuvazisinin önemli bir rolü vardır.

Baki kalan anti-komünizm yeniden hortluyor

İkinci dünya savaşının yıkımıyla birlikte “komünizm tehlikesi” de bertaraf edilince, Alman burjuvazisi bir rahatlama dönemine girdi. Savaşın ardından rejimin “parlamenter demokrasi” adı altında sürdürülmesi, Alman sermaye devletinin artık anti-komünizmi bir tarafa bıraktığı anlamına gelmiyordu. Onun bu özelliği hep baki kaldı. Devrimci ve komünist gruplara ve işçi hareketine karşı düşmanca tavrını hep sürdürdü.

Kimlikleri gizlenen çok sayıda eski Nazi kadrosu, poliste, orduda, siyasette ve devlet bürokrasisinin değişik kademelerinde istihdam edildi. Rosaların kurduğu KPD, 1956’dan bu yana Almanya’da hala yasak. ‘70’li yıllarda ortaya çıkan RAF’a (Kızıl Ordu Fraksiyonu) karşı korkunç bir devlet terörü estirildi. RAF üyeleri ya sokaklarda kurşunlanarak ya tecritte delirtilerek veya işkencede katledilerek imha edildiler. Sonra DDR’e (eski Alman Demokratik Cumhuriyeti) ve Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen “soğuk savaş”ın başını çekenlerden biri de hep Almanya olmuştur.

Tarihi devrime ve komünizme karşı düşmanlık ve kanlı katliamlarla örülü olan günümüzün sözde demokratik “Federal Almanya Cumhuriyeti” de her fırsatta anti-komünizm yapmaya devam ediyor. Yakın zamanda yerlisi ve göçmeniyle devrimci ve sol güçlere karşı gittikçe tırmanan baskı ve saldırılar, Alman devletinin gittikçe sağcılaştığını, Nazilerden devraldığı mirası bütünüyle koruduğunu ve onun izinden gideceğini bir kez daha kanıtlamıştır. 

Son zamanlarda gittikçe artan saldırıların hedef aldığı güçlerden biri MLPD’dir. 37 yıl partiye başkanlık yapan ve şu anda da partinin teorik yayın organı olan “Devrimci Yol”un redaktörlüğünü yapan Stefan Engel, saldırıların baş hedefi durumunda. 2018’den bu yana “tehlikeli kişi” kategorisinde yer alıyor. Buna gerekçe olarak da 2018’de Thüringen’de düzenlenen Rebellische Muzikfestival (İsyancı Müzik Festivali) gösteriliyor. Söz konusu festivalde S. Engel ile birlikte toplam dört organizatör hakkında bu nitelemede bulunulmuştu. Aynı festivale katılan Grup Yorum da “terörist grup” olarak nitelendirilmişti. Bu niteleme ve suçlamalar, başta Grup Yorum olmak üzere, geri çekilirken, S. Engel hakkındaki bu yargı savunulmaya devam edildi. S. Engel aynı organizasyonda tanınmış 10 organizatörden sadece biriyken, onun özel olarak hedef alınması, onun devrimci kimlik ve konumuyla ilgilidir.

S. Engel’e yönelik saldırılar “tehlikeli kişi” nitelemesiyle de sınırlı kalmadı. Aralık 2019’dan bu yana, Anayasayı Koruma Örgütü, Federal Kriminal Dairesi’ne, S. Engel’i tüm ülkede takip etme ve araştırma isteğinde bulundu. Burada da gerekçe polis kayıtlarında “tehlikeyi önleme” olarak geçiyor.

İçerisinde S. Engel’in de bulunduğu 10 MLPD çalışanı ve partinin yayınevi olan Neuer Weg’e (Yeni Yol) ait 14 yıllık banka hesapları da Commerzbank tarafından hiçbir gerekçe gösterilmeden feshedildi. S. Engel ve diğer parti çalışanlarının karşı karşıya kaldıkları bu saldırılara ve hukuksuzluklara karşı dava açmaları da üç yıldan bu yana engelleniyor. Üç yıldan sonra nihayet Engel’in Thüringen İdare Mahkemesi ile Essen Eyalet Mahkemesi’nde açtığı davalar kabul edildi.

Stefan Engel, özellikle Thüringen’deki davada, kendisi hakkında “tehlikeli kişi” nitelemesinde bulunulmasından; başta Almanya İçişleri Bakanı Horst Seehofer (CDU), Thüringen eyalet gizli servisi başkanı SPD’li Stephan Crama, eyaletin Emniyet Müdürü Dirk Löther ve ayrıca emniyet müdürünü atayan Eyalet Başbakanı Bodo Ramelow’u (Die Linke) sorumlu tutuyor. Ramelow’un adı daha önce Thüringen’de AfD ile koalisyon ortaklığı kurma skandalına da karışmıştı. Stefan Engel’in açtığı dava 3 Ağustos 2021’de Thüringen’de görülecek.

MLPD’nin gençlik örgütü Rebell de saldırılardan nasibini alıyor. 2018’de Gelsenkirchen Sosyal Mahkemesi, “Eğitim Ve Sosyal Yaşama Katılım Yasası”na göre, Rebell’in sosyal ve kültürel yaşama katılım imkanı sunamayacağına karar verdi. Bu karar, gençlik örgütüne yönelik bazı sosyal yardımların önüne geçmeyi amaçlamaktır. Nitekim İçişleri Bakanlığı benzer bir kararla, 2015’te Gençlik Dairesi’ne, Rebell’in gençlik kamplarına katılacak gençlere maddi katkıda bulunulmaması yönünde bir tebligatta bulunmuştu. Rebell’in 2019’da Thüringen’de yapmak istediği gençlik kampı polis tarafından yasaklanmak ve dağıtılmakla tehdit edilmişti.

Rebell’e yönelik bir başka saldırı da Frankfurt’ta yaşandı. Göthe Üniversitesi’nde okuyan Rebell üyesi bir genç kadın hakkında, “Antideutsch” olarak bilinen, sözde solcu ama gerçekte Siyonizm yanlısı olan bir öğrenci tarafından dava açıldı. Davayı kabul eden Frankfurt savcılığı, hakkında bir dizi kriminal soruşturma bulunan bir unsurun şikayeti üzerine, söz konusu Rebell üyesiyle birlikte yedi kişiyi, antisemitist suçlamasıyla yargılayacak.

Alman devletinin saldırı hedefinde bulunan bir diğer sol grup ise DKP. Türkiye’deki Yüksek Seçim Kurulu’na denk düşen “Bundeswahlausschuss” adlı kuruluş aldığı bir kararla, 26 Eylül 2021’de Almanya’da yapılacak genel seçimlere DKP’nin katılamayacağına hükmetti. Karara gerekçe olarak ise DKP’nin mali raporlarını 6 yıldan bu yana düzenli olarak iletmemesi gösterildi. Söz konusu karar sadece seçime katılma hakkını men etmekle de kalmıyor. Aynı zamanda, yine aynı gerekçeyle DKP’yi siyasi parti statüsünden çıkarma ve hatta yasaklamayı da içeriyor.

Konuya ilişkin bir açıklama yapan DKP başkanı Patrik Köbele, kararı “soğuk bir yasaklama” olarak niteleyerek, ileri sürülen gerekçenin bir bahaneden başka bir şey olmadığını, asıl amacın partilerini yasaklamaya giden yolu düzlemek olduğunu ifade etti. Açıklamada “Komünizm yasaklanamaz!” diyen DKP, seçimlere katılımları engellense bile başta anti-komünizm olmak üzere, düzenin saldırılarına karşı mücadeleyi sokaklarda sürdürmeye devam edeceklerini belirtti.

Bu arada Yüksek Seçim Kurulu’nda DKP’nin seçime katılmasıyla ilgili yapılan oylamada karar, Yeşiller temsilcisi hariç ezici çoğunlukla alınırken, Die Linke’nin kuruldaki temsilcisi de aleyhte oy kullandı. Bu durum daha sonra Die Linke tarafından “talihsiz bir hata” olarak nitelense bile, esasında anti-komünizmin “sol”a bile sirayet ettiğinin göstergesinden başka bir şey değildir. Die Linke’nin eş başkanlığına yakın zamanda Thürüngen’den sağcı olarak bilinen bir kadının getirilmesi, sola ayar vermenin ifadesi olduğu gibi, bu türden davranışların da kaynağına işaret etmektedir.

DKP’yi uyduruk bir gerekçeyle seçim dışı bırakan aynı Yüksek Seçim Kurulu, aynı zamanda faşistliği tescilli bir partinin seçime katılmasına onay verdi. Daha önce iç istihbarat örgütü olan, Anayasayı Koruma Örgütü tarafından aşırı sağcı ve ırkçı olarak nitelenen “3. Weg” adlı faşist oluşumun seçime katılmasına onay verilmesi, anti-komünist zihniyetin ürünü bir uygulamadan başka bir şey değildir.

Anti-komünist uygulamalara hız kazandıran Alman sermaye devleti, ilerici ve sosyalist basını da es geçmiyor. Bunlardan en bilineni, kendisini sosyalist olarak tanımlayan ve Die Linke’nin yayın organı olan, günlük gazete Junge Welt’e yönelik çeşitli baskı ve suçlamalardır. Junge Welt yıllardan beri “anayasal düzenin düşmanı” olmakla suçlanıyor ve Anayasayı Koruma Örgütü tarafından gözetleniyor. Dışlama ve kriminalize ederek gözden düşürmeye yönelik bu saldırılar gazete için özellikle maddi kimi dezavantajlara yol açıyor. Mesela gazeteyi basacak basımevi bulmakta veya reklam almakta kimi sıkıntılar yaşanabiliyor.

Almanya’daki anti-komünist histeriden nasibini fazlasıyla alan kesimlerden birini de Türkiyeli devrimci-demokrat yapılar oluşturuyor. On yıllardır Almanya’da PKK ve DHKP-C yasak. Bu örgütlerin sembolleri ve her türlü faaliyeti anında soruşturma konusu yapılıyor. Yıllardır Abdullah Öcalan posterleri, PKK bayrakları yasak. En son bu yasağa YPG bayrakları da eklendi. Grup Yorum’un bazı konserleri defalarca yasaklanırken, bu yıl yaptığı bazı konserleri polis saldırısına uğradı, gözaltına alma girişimi yaşandı. Yasaklı partilerin aktivistleri sürekli takibe uğruyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor veya ağır cezalara çarptırılıyorlar. Almanya cezaevlerinde hala çok sayıda Türkiyeli siyasi tutuklu bulunmaktadır. En son Münih’te görülen TKP/ML davasında, devrimci insanların temelsiz suçlamalar yoluyla kriminalize edilerek tutuklanması ve yılları bulan cezalara çarptırılması buna bariz bir örnektir. Başta Kürt hareketi olmak üzere, “terör örgütlerinin uzantısı” olmakla suçlanan çeşitli demokratik kurum ve derneklerin basılması, faaliyetlerinin yasaklanması veya kapatılması günlük vakalar haline gelmiş bulunuyor.

Çok daha yakın günlerde Alman devleti bir başka skandal yasağa daha imza attı. Avrupa’daki Kürt Hareketinin çatı örgütü olan, Avrupa Demokratik Kürt Toplum Kongresi’nin (KCDK-E), Köln’e yakın Bergisch Gladbach kentinde yapmak istediği toplantı polis tarafından yasaklandı ve fiilen engellendi. “Yasaklı örgütün Avrupa çapında üst düzey yöneticilerinin bir araya geleceği bir buluşmadan haberdar olduk ve buna müsaade etmeyeceğiz” şeklinde açıklama yapan Köln polisinin, yasaklı dediği kişilerin hepsi Almanya veya başka AB ülkeleri tarafından kendilerine siyasi sığınma hakkı tanınmış kişilerdir. Hepsi de yıllardır açık kimlikleriyle Kürt hareketi adına siyasal faaliyet yürüten insanlar. Ama bugün egemenlerin hesabına bu kişileri “terörist” olarak yansıtmak geliyor. Alman devleti son zamanlarda Almanya’da yaşayan Türkiyeli muhalif gazetecilere yönelik faşist saldırılara da adeta seyirci kalarak destek veriyor.

Sermaye “potansiyel tehlikeden” korkuyor

En belli başlı gelişmeler üzerinden görülebileceği gibi, Alman sermaye devleti hızla sağcılaşarak gemi azıya alıyor. Alman burjuvazisi, Fransa veya herhangi başka bir ülkedeki sosyal ve siyasal hareketler sanki kendi ülkesinde olmuş gibi davranıp, ona göre önlem alıyor. En son NRW’deki polis yasasında görüldüğü gibi, polis yasaları sertleştirilerek, polise daha fazla yetki verilirken, diğer yandan protesto ve gösteri hakkına yönelik yeni kısıtlamalar gündeme getiriliyor. Polis, bu saldırıları protesto eden kitle eylemlerine karşı oldukça tahammülsüz. Kısacası adım adım topyekûn bir polis rejimine doğru yol alınıyor. Bunun bir ürünü olarak yerlisi ve göçmeniyle devrimci-komünist hareketlere karşı anti-komünist histeri tırmandırılıyor.

Aslında yerlisi ve göçmeniyle sol hareketler mevcut haliyle sermaye için tehlike arz edecek durumda değiller. Alman solu ideolojik ve pratik açıdan kendini yenileme yeteneği göstermeyi başaramamış, oldukça statükocu ve marjinal bir profil çizmektedir. Toplumda halihazırda sözü edilir bir desteğe sahip olduğu söylenemez. Dolayısıyla Alman devletinin sola yönelik bu saldırıları abartılı bulunabilir.

Bu açıdan bakıldığında aslında Alman devleti Alman solunun verili durumuna değil, onun olası potansiyel gelişmesine saldırmaktadır. Uzunca bir süredir Alman burjuvazisi sadece kendisine yönelik somut tehditlere değil, esas olarak gelişebilecek potansiyel tehlikelere göre önlem almaktadır. Artık suç ve suçlu tanımı bile buna göre yapılmaktadır. Kişiye suç işleme potansiyeline göre muamele edilmektedir.

Almanya dünyanın en güçlü ve stabil ekonomilerinden birine sahip. Ülkede güçlü bir sınıf hareketi yok. Deyim uygunsa “sosyal barış” hakim. Ama buna rağmen egemenler rahat değiller. Bunun uzun vadede sürdürülebilir olmadığını biliyorlar. Zira Çin eksenli gelişen Asya kapitalizmine karşı Alman tekelleri rekabet güçlerini hızla yitiriyorlar. Bu onları çok tedirgin ediyor. Rekabet güçlerini yükseltmenin çaresini, emeğe yönelik yeni saldırılarda görüyorlar. Fakat bunun da gerisin geri kendilerine sosyal tepki olarak döneceğini biliyorlar. Nitekim son birkaç yılda yaşanan ve özellikle gençliğin damgasını vurduğu kitlesel eylemler, onların bu korkularının pek de yersiz olmadığını göstermiştir. İklim eylemleri, George Floyd protestoları, Hanau katliamına karşı eylemler ve en son 1 Mayıs’ta yaşanan kitlesel gençlik eylemleri bunun somut örnekleridir.

Alman kapitalizmi dünyada gittikçe derinleşen krizin ortasında, uzun süre bir “refah adacığı” olarak kalamayacağının farkında. Etrafında gelişen toplumsal olayların bir gün kendilerine de uğrayacağını iyi biliyor. Sola bu kadar saldırmasının gerisindeki asıl sebep budur. Solun olası sosyal hareketlerin önüne düşme ihtimaline karşı veya tersinden gelişecek sosyal bir dalganın solu yükseltmesini mümkün mertebe önlemek istiyor.

Bırakalım devrimci ve radikal solu, Alman burjuvazisi Yeşiller ve hatta SPD’nin bazı taleplerini bile dönemsel çıkarlarına aykırı bularak törpülemek istiyor. Alman devleti onların ne kadar “solcu” olup olmadığını iyi biliyor kuşkusuz. Ama onları bile eleştirerek daha da sağa çekmenin ne zararı var ki?

Bu yüzden özellikle iklim krizi ile ilgili talepler öne süren ve son yapılan seçimlerde oyunu hızla yükselten Yeşiller’in önü, türlü oyun ve komplolarla kesilmek isteniyor. Eylül’de yapılacak genel seçimlerde Yeşillerin adayı olan Annalena Baerbock’un (40) yeni yayınlanan, “Şimdi Almanya’yı Nasıl Yenileyeceğiz” adlı kitabında intihal yaptığı gerekçesi ile basında adeta linçe tabi tutulması ibretlik bir olaydır. Bunun ardından kamuoyu araştırmalarında Yeşiller’in oy oranının hızla düştüğü görülüyor.

Bu olaydan bir süre önce, Alman Metal İşverenleri Birliği Başkanı Stefan Wolf, Die Welt gazetesine verdiği bir röportajda, Yeşiller’i ve SPD’yi bile “sosyalist tandanslı partiler” olarak niteleyerek, bunların kimi politikalarının Almanya’nın başka güçlere karşı rekabet gücünü sınırladığını ifade etmesi, bu operasyonun hangi karanlık dehlizlerde hazırlandığını gösteriyor.

Saldırıları püskürtecek olan dayanışmadır!

Almanya’da yer yer ucu düzen soluna kadar varan geniş bir yelpazede anti-komünizm gittikçe tırmandırılıyor. Anti-komünist histeri özellikle devrimci-komünist güçleri hedef alan somut saldırılara dönüşüyor. Bu saldırılar kime yapılırsa yapılsın, bütün devrimci-demokratik ve ilerici güçler, saldırı kendilerine yapılmış gibi davranmalı ve ciddi bir dayanışma pratiği sergilemelidir. Sınıf devrimcileri de sermayenin işçi ve emekçilerin geleceğini topyekun karartmaya dönük bu saldırılarına karşı cepheden bir tutum almalı, saldırıya uğrayan kişi, parti veya kurumlarla tam bir dayanışma içerisinde olmalıdır. Devrimcilere karşı açılan davalara sahip çıkılarak, hesap soran bir karşı saldırıya dönüştürülmelidir.

Bu açıdan, şimdiye kadar birbirlerine karşı oldukça mesafeli duran MLPD ve DKP gibi güçlerin saldırılar karşısında ortak eylemler düzenlemeleri, birleşik mücadele ve dayanışma çağrıları yapmaları oldukça anlamlıdır. Bu tutumu iradi bir çabayla daha da geliştirmek gerekli ve zorunludur. Ayrıca MLPD zunca bir süredir, “Anti-komünizme şans tanıma!” şiarlı bir kampanya ile konuyu kamuoyunun gündemine taşımaya çalışıyor. Stefan Engel’in, “Burjuva İdeolojisinin Krizi ve Anti-komünizm” adını taşıyan son kitabı da yakın zamanda yayınlandı. Konunun ciddiyeti ve kapsamıyla ilgili değerli bilgiler taşıyan bu kitap, mücadele eden güçlerin faydalanabileceği bir kaynak sunuyor.

Diğer her şey bir yana, anti-komünizme karşı asıl panzehir sınıf mücadelesidir. Zira kendisini her açıdan yenilemiş ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına cevap veren başarılı taktikler geliştirebilen ve kitlelerle ciddi bağlar kurabilen bir devrimci ve sol hareketi hiçbir güç kolay kolay kriminalize edip toplumdan tecrit edemez. 

 

 

 

 

 

Stefan Engel’le dayanışmayı büyütmeye!

 

Sermaye sınıfının tarihi, başta işçi sınıfı ve komünistler olmak üzere her türlü ilerici fikre ve eyleme düşmanlık tarihidir. Son dönemde sola yönelik baskılarını tırmandıran Alman sermaye sınıfı ve onun örgütlü gücü Alman devleti ise bu karaktere fazlasıyla sahiptir. 1919 yılında yenilgiye uğrayan Kasım Devrimi’nin ardından işçi sınıfı mensubu binlerce işçi ve komünist acımasızca katledilmişlerdir. Alman devrimci hareketinin yetiştirdiği Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht de hunharca katledilenler arasındadır. Alman burjuvazisinin Hitler faşizmini iktidara taşıma süreçleri, aynı tarihsel süreçlerde İspanya İç Savaşı’nda oynadığı uğursuz rol ve ikinci emperyalist paylaşım savaşının ardından devam ederek bugünlere kadar taşınan komünizm düşmanlığı bitmek bilmiyor.

MLPD (Almanya Marksist-Leninist Partisi) de son yıllarda bu sermaye gericiliğinin düşmanlığından payına düşeni almaya başlamıştır. Devrimci bir müzik festivalinin 10 kişilik organizatör ekibinden biri olarak sadece Stefan hakkında yasal işlem yapılması ve Stefan’ın, Anayasayı Koruma Örgütü tarafından “tehlikeli kişi” olarak tanımlanması bilinçli bir tercihin ürünüdür. Söz konusu olan, Stefan Engel’in devrimci kişiliği ve temsilcisi olduğu değerlerdir.

Anti-komünist histeri artık yerini daha sistematik saldırılara bırakmış bulunuyor. Alman sermaye gericiliğinin devrimcilere karşı bitmek bilmeyen kini bir sınıf refleksidir ve ancak devrimci bir dayanışmayla geriletilebilir. Daha genel planda komünizme karşı yürütülen kirli propaganda başta olmak üzere, bütün ilerici kurum ve kişilere karşı başlatılan kovuşturmalar ve saldırılar ise ancak devrimci bir sınıf hareketiyle önlenebilir. Lakin devrimci bir sınıf hareketini kriminalize etmek bireyleri kriminalize etmeye benzemediği gibi, yaratacağı sonuçları da sermaye sınıfı kolayından göze alamaz.

Tam da bu bilinç açıklığıyla bir kez daha her şey devrimci bir sınıf hareketinin yaratılması için diyor ve Stefan Engel’le dayanışma içinde olduğumuzu vurguluyoruz. Emekten yana mücadele eden herkesi dayanışmayı büyütmeye çağırıyoruz.

Yaşasın devrimci dayanışma!

Yaşasın işçilerin birliği halkların kardeşliği! 

BİR-KAR
(İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği Platformu)

28 Temmuz 2021