ARSIVANA SAYFA
 
23 Aralık '00
SAYI: 48
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Devrimciler ölmez, devrim davası yenilmez
Hiç bir güç devrimci tutsakları teslim alamaz!
Sermayenin saldırı politikaları ve cezaevlerinde devrimci katliamı
Kanlı operasyonuna rağmen faşist devlet acz içinde
İstanbul'da katliam vahşetine karşı dinmeyen öfke
Teröre rağmen protestolar engellenemedi
Diri diri yaktılar!
Hücre saldırıları başladı, hala susuyor musunuz?
Bu nasıl pervasızlıktır ki, öldürdüğüne kurtardım der!
Zaferi bir kez daha devrimci tutsaklar kazanacak
"Katil devlet hesap verecek!"
Zulmünü artır ki, çöküşün hızlansın
Saldırı, direniş ve yeni evrenin sorumlulukları
Görüşme sürecine ilişkin tanıklıklar
Zaferi şehitlerimizle kazanacağız!
Faşist katliam senaryosunun bilinçsiz ürkek, saf oyuncularına
Arabulucu heyet üyeleri, devletin ikiyüzlülüğünü ortaya koyuyor!
Sahibinin sesi medya çanak yalamaya devam ediyor
Yalan ve katliam
Devrimci tutsaklar bulundukları her alanda aynı kararlılıkla direnmeye devam ediyor
Katliamcı devlet geleneği
Katliam gün yüzüne çıkıyor
Katliam, katliamcıların yıkımına dönüşmelidir
Faşit kaliamı mazur gösteriyorlar
Bu korku, kaygı ve tedirginlik size yeter!
Mücadele Postası




 
 
Devrimciler ölmez,
devrim davası yenilmez!



Düzenin egemenleri katliamcı geleneklerine bir yeni halka daha eklediler. Sicilli işkenceci Saadettin Tantan’ın övünerek açıkladığına göre, bir yıldır inceden inceye hazırlanan saldırı planı uygulamaya konuldu. Şu saatlerdeki resmi açıklamalara göre, bilanço 24 devrimcinin katledilmesi, 150’ye yakınının yaralanmasından oluşmaktadır. Birkaç gün içerisinde gerçek bilançonun bunun ne kadar üzerinde olduğu açığa çıkacak. Bir gözü dönmüşlük ve vahşet örneği olan bu toplu saldırıda onlarca devrimcinin katledildiği, birçoğu ağır olmak üzere yüzlerce devrimcinin yaralandığı kesindir.

Hitler faşizminin Göbelsci propaganda tarzını aratmayan bir arsızlıkla “hayata dönüş”, “şefkat”, “kurtarma” vb. nitelemelerle gündeme getirilen saldırı, tüm insanlığın gözleri önünde bir vahşet uygulamasına dönüşmüştür. Devrimci bayan tutsaklar diri diri yakılmış, birçok devrimci işkenceden geçirilmiştir. Vahşet uygulaması ve katliam bilançosu, faşizmin “şefkat”inin ne olduğunu da gözler önüne sermiştir. “Hayat kurtarma” adı altında onlarca devrimcinin hayatına son verenler, şimdiki toz duman dağıldığında, bunun siyasal bedelini elbette ödeyeceklerdir.


Zulüm makinasıyla yalan makinası elele

Gericiliğin şiddeti her zaman yalanla elele olmuştur. Haklı davaların ve istemlerin üzerine kan dökücülükle yürüyenler, bunu yalanın ve aldatmanın gücüyle her zaman mazur göstermeye çalışmışlardır. Son birkaç günün Türkiye’sinde faşizmin şiddet ve yalan mekanizmasının bu birlikteliği, insan olanı tiksindiren, isyan ettiren boyutları bile aşmıştır.

Katliam “Kriz Yönetim Merkezi” tarafından hazırlandı ve uygulamaya konuldu. Bütün kollarıyla sermaye medyasının, gerçekleri çarpıtmak, vahşeti ve katliamı mazur göstermek, devrimci tutsaklara ve ilerici devrimci güçlere karşı kudurmuşcasına sürdürülen sürek avını meşrulaştırmak üzere kullanılması da bu saldırı ve katliam planının bir parçasıdır. Yalnızca devletin şiddet aygıtlarının değil, yazılı ve görsel tüm propaganda aygıtlarının da fiili yönetimi, şu an doğrudan “Kriz Yönetim Merkezi”nin elindedir. Tüm televizyonlar aynı ağızdan konuşmakta, aynı görüntüleri aynı söylemlerle sunmaktadırlar. Günlerdir tüm gazeteler aynı manşetleri atmakta, aynı yalanları tekrarlamakta, aynı iğrenç temaları işlemektedirler. Bu öylesine kaba ve çarpıcı bir olgudur ki, devletin her zamanki borazanı TRT basın manşetlerini sunarken, “aynı konu hemen hemen aynı sözcüklerle” diyerek bir gazetenin manşetinden diğerine geçmektedir.

Bu normaldir, çünkü tüm basın-yayın organları “Kriz Yönetim Merkezi”nin hazırladığı basın bültenlerini okumakta, gerçek diye bu kontr-gerilla merkezinin psikolojik savaş yalanlarını ve temalarını tekrarlamaktadırlar. Denilebilir ki, şu günlerde kontr-gerillanın aynı merkezden yönetilen propaganda aygıtı olan medyanın rolü, kanlı katliamı ve vahşeti bizzat gerçekleştiren devletin şiddet aygıtlarından daha iğrenç ve aşağılık niteliktedir.


Medya üzerinden kusulan sınıf kini

Medya yalnızca katliama alkış tutmakla ve bir kanalizasyon akıntısı türünden pislik kusmakla kalmamakta, bu ülkenin devrimcilerine karşı duyduğu sonsuz kinini de açığa vurmaktadır. Bu da anlaşılır bir durumdur. Çünkü adı üzerinde, bu sermayenin medyasıdır; tüm varlığıyla, yalnızca baskı ve sömürü düzeninin egemeni değil, Türkiye’deki her türlü pisliğin, kokuşmuşluğun ve çürümüşlüğün birinci dereceden kaynağı ve sorumlusu olan bir asalak sınıfın elindedir. Devrimcilere karşı kusulan kinin gerisinde, devrimcinin bu düzene, bu düzenin egemeni olan sınıfa, bu sınıfın uşaklık temelinde sırtını dayadığı emperyalizme karşı yürüttüğü kararlı mücadele vardır.

Bu bir sınıf kinidir; bir sınıfın, işbirlikçi sermaye sınıfının kinidir. Emperyalizme uşaklığı bir kimlik ve varlık olanağı haline getirenlerin kinidir. Biz komünistler bu kini 150 yıldan beridir çok iyi biliyor, tanıyoruz. 1848 Haziran Ayaklanması’nın bastırılma tarzından beri; kadın, erkek, çocuk, ihtiyar ayrımı gözetmeksizin 40 bin komünarın kurşuna dizilmesinden beri çok iyi biliyor ve tanıyoruz.


Faşizmin imha gücüyle avunan bir zavallı uşak


Siyasal ömrünü olduğu kadar biyolojik ömrünü de işbirlikçi egemen sınıfa ve ABD emperyalizmine bir köpek sadakatiyle hizmet ederek tamamlama yolunu seçmiş katliamcı Ecevit, oluk oluk devrimci kanının akıtılması sürerken, kadın devrimciler dört duvar arasında diri diri yakılırken yaptığı açıklamada, zafer kazanmış bir komutan edasıyla, “devlet gücünü göstermiştir” diyor. Evet, gerçekten katliamcı geleneğiyle tanınan faşist sermaye devleti, mayasında bulunan o kanlı katliamcı gücünü bir kez daha göstermiştir.

Öyle anlaşılıyor ki, faşizmin bu zavallı piyonu, İMF’nin bu uysal memuru, “güç”ten faşist devlet aygıtının imha gücünü anlıyor. Biz devrimciler baskı ve zulme, işkence ve imhaya dayalı bu gücü inkar etmek bir yana, her yolla bunu işçi sınıfına ve emekçilere anlatmaya çalışıyoruz. Zira onlar ancak bu gücü kavradıklarında ve bunun karşısına kendi örgütlü silahlı güçlerini çıkarmayı başarabildiklerinde, o kokuşmuş sömürü ve zulüm düzeninin üstesinden gelebilirler.

Biz devrimcilerin, adına devlet denilen bu baskı ve zulüm makinası karşısındaki gücü ise, tarihsel haklılığımızdan, davamıza olan tükenmez inancımızdan ve bu temel üzerinde şekillenen kırılmaz irademizden gelmektedir. Bu güç yenilmezdir ve bu yenilmezlik bir sürek avı biçiminde sürdürülen dört günlük kanlı operasyon karşısında bir kez daha açığa çıkmıştır. Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri önünde, tarih ve tüm insanlık önünde bir kez daha görülmüştür ki, bizleri düzinelerce öldürebilirler, yüzlercemizi işkenceden geçirebilirler, ama asla teslim alamazlar. Bu ezici ve kahredici gerçek, devrimci tutsakların eşi kolay kolay görülmeyecek türden yiğitlik ve kahramanlık direnişi, militarist güçleriyle övünen katliamcı cephenin, bu arada kokuşmuş düzene hizmette kusur etmeyen “şerefli Türk ordusu”nun suratına bir tokat gibi inmiştir.

Bu ezici gerçek orta yerdeyken, hizmet ettiği kesimlerin acımasız bir alayla “bunak”lığını tartıştığı bir başbakan kalkıp “devlet gücünü göstermiştir” diyebiliyor, rejim adına bununla avunabiliyor. Bu gücün değil aczin ifadesidir.


Açığa çıkan yalın gerçek,
bir kez daha devrimci iradenin kırılmazlığıdır


“Devletle başedilemeyeceği ortaya çıkmış”mış! Oysa açığa çıkan yalın gerçek, devrimci iradenin kırılmazlığıdır, devrimcilerin her türlü zulme ve vahşete rağmen teslim alınamazlığıdır. NATO’nun ikinci büyük ordusuna, faşist it-kopuk sürülerinden oluşan 250 bin kişilik polis ordusuna ve binlerce kişilik “özel kuvvetler”e dayalı bir “güç”le övünebilmek için, gerçekten biraz bunamış olmak gerekir. Devrimci tutsaklar dört duvar arasında silahsız-savunmasız insanlardır. Onlar kendi güçlerini vurgularken, fizik gücü değil bilinç ve iradelerinin kırılmazlığını dile getirmişlerdir her zaman. “Öleceğiz ama teslim olmayacağız!” demişlerdir. Ve sözlerine bağlılıklarını ölümüne bir direnişle ortaya koymuşlar, ölmüşler ama teslim olmamışlardır.

Devletin karanlık merkezlerinin bu iradesiz piyonu, İMF’nin bu onursuz memuru hangi “başarılı operasyon”la övünüyor? Devrimcileri katletmek başarı olsaydı, son 30 yıldır binlerce devrimciyi katleden bu düzenden daha başarılısı olamazdı. Oysa akıttıkları kanın ölçüsü başarısızlıkların tescilinden başka bir şey değildir. Bu nedenledir ki, bunun bilincinde olduğu anlaşılan sicilli katliamcı Demirel, son katliamdan yalnızca bir gün önce ve tam da sürmekte olan Ölüm Orucu Direnişi üzerinden konuşurken, “30 yıldır biz bu izi silemedik” diyordu. 30 yılın başlangıcını katledilmesine önayak olduğu Deniz Gezmişler’in idamı üzerinden alıyor bu elikanlı katil.

Ama işte tam da devrim yapmak isteği ve iradesinin karşısına kan ve katliamla, görülmemiş bir kuvvetteki baskı ve zulüm aygıtıyla çıktığınız içindir ki, “izi silmek” bir yana, bu ülkenin devrimci geleneklerinin gelişip güçlenmesine elinizde olmadan katkıda bulunuyorsunuz. Görülmemiş işkencelerle işkencehanelerinizde daha 23 yaşında iken katlettiğiniz genç İbrahim Kaypakkaya, “Türkiye’nin geleceği çelikten yoğruluyor; belki biz olmayacağız, ama bu çelik aldığı suyu unutmayacak...” demişti. Bu yiğit devrimcinin öngörüsü olduğu gibi doğrulandı; çelik aldığı suyu unutmadı. Şimdi düzinelerce savunmasız tutsak devrimciyi hunharca katlederek, diri diri yakarak, bu çeliği yalnızca daha da sertleştiriyorsunuz. Zaman zaman kırıyor, kırımdan geçiriyorsunuz, ama asla bükemiyor, boyun eğdiremiyorsunuz. Şu saatten sonra bunu hiç yapamazsınız.

Dikkate değerdir, katliama borazanlık yapan medyanın köşe yazılarında satır aralarında tam da bu kahredici gerçek tartışılıyor. Her türlü değeri dolara trampa etmiş satılmışlar takımı, bu gücün, bu iradenin nereden geldiğine bir türlü akıl erdiremiyorlar, şaşkınlıklarını gizleyemiyorlar. İçlerinden bir tanesi, basında tam bir kontr-gerilla memuru olarak iş gören ve son Andıç skandalıyla suç ortaklığı açığa çıkan bir “genel yayın yönetmeni”, “her ülke çözdü biz çözemedik” diyerek yakınıyor. Sosyolog havalarındaki bir başkası, “neden bu kadar çoklar?” diye sorarak, şaşkınlığını dile getiriyor.

Katliamcı katil Ecevit’in övündüğü “başarı” iddiasının içyüzü gerçekte işte bu. İşte bu gücün sınırları ve ters tepen sonuçları.


Bir kez daha biz kazandık!


Yineliyoruz, bu devletin baskı ve teröre, zulme, katliama ve işkenceye “güç”ü var. Bunu inkar etmek bir yana, biz devrimciler bunun imha edici sonuçlarını son 40 yıldır yaşıyoruz. Ama bizi yenemiyorlar. Bize boyun eğdiremiyorlar. Bizi teslim alamıyorlar. Son 40 yıldır bunu sayısız kez kanıtladık ve son katliam karşısında ortaya koyduğumuz başeğmez yiğitlikle yalnızca düşmanlarımızı kahretmekle kalmadık, yalnızca bu zulüm ve sömürü düzenine karşı mücadele etmek isteyen işçi ve emekçilere umut aşılamakla da kalmadık, tüm ilerici insanlığın hayretle karışık hayranlığını da kazandık. Buradan bakıldığında, son iki ayda hep iddia ettiğimiz gibi, bir kez daha biz kazandık.

Kanlı operasyon zindan direnişini kırmak, hücre saldırısına karşı yürütülen Ölüm Oruçlarına son vermek bir yana, onu daha da yaygınlaştırdı ve dönülemez bir kararlılık çizgisine itti. NATO’nun ikinci büyük ordusunun katliam ve zorbalıkla hücrelere soktuğu devrimciler, tüm zulme ve işkenceye rağmen direnişlerini sürdürüyorlar. Operasyon sırasında çok ağır biçimde sakatlanmış bulunan ve Ölüm Orucu’nda 64. gününe giren çok sayıda devrimciyi her an ölüm beklemektedir. Devrimciler devrimci bilincin verdiği güç ve iradeyle teslim olmaktansa ölmeyi tercih ediyorlar. Büyük bir gözü dönmüşlükle onlarca devrimciyi katleden faşist rejimin bu yeni ölüm dalgasını kaldırıp kaldıramayacağını önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz.

Ama Hitlerci faşistlere özgü “hayata dönüş”, “şefkat”, “kurtarma” söylemleri, “örgüt baskısından kurtarma” argümanı şimdiden çökmüştür. Yalancının mumu yatsıya bile kalmamış, tüm demagojiler devrimci bilincin ve iradenin katı gerçekliği karşısında tuz-buz olmuş, katliamcı gericilik cephesi bu alanda da yenilmiştir.


Katliamcı gericilik cephesi onurdan,
erdemden, şereften yoksundur


Kendi parlamento çatısı altındaki bir dürüst milletvekilinin tanıklığıyla, devletin ikiyüzlü ve sözüne güvenilmez karakteri de resmen tescil edilmiştir. Bir “güçlü” devlet düşününüz ki, “bir avuç terörist” olarak nitelemeyi pek sevdiği bir grup tutsak devrimciye Türkiye ve dünya kamuoyu önünde verdiği sözleri en kaba biçimde çiğneyebiliyor ve bu devletin başbakanı sinik bir utanmazlıkla “siz aldığımız sonuca bakın” diyebiliyor. “Güçlü devlet” olmak bunun neresinde? Erdemin olmadığı yerde “güç”ün tarihsel ölçülerle uzun ömürlü olduğu nerede görülmüştür?

Evet, kanlı ve katliamcısınız, karaktersiz ve ahlaksızsınız, yalancı ve ikiyüzlüsünüz, ama asla kelimenin doğru anlamında “güçlü” değilsiniz. Zulüm aygıtlarınızı “şerefli” olmakla nitelemeyi pek seversiniz, ama şerefin zerresine sahip değilsiniz. Onurun, erdemin, şerefin, insanlığın binlerce yıllık geleneğinden damıtılmış tüm bu hasletlerin zerresi yok sizlerde.

Onurunuz olsa, İMF ve Dünya Bankası’na, NATO’ya ve ABD’ye uşaklık etmez, kul-köle olmazsınız. Erdeminiz olsa, afiş asan savunmasız gençleri sokakta beyninden kurşunlamaz, dört duvar arasındaki savunmasız tutsakları katliamdan geçirmez, diri diri yakmazsınız. Şerefiniz olsa, tüm dünyanın gözleri önünde verdiğiniz sözü 24 saatte çiğnemezsiniz. Şair olmak iddiası da taşıyan bir kanlı katil, “aldatıldık ve kullanıldık”, bizler üzerinden oyalayarak bu katliamı hazırladılar ve şimdi de katlediyorlar diyen bir milletvekilini yanıtlarken, “siz aldığımız sonuca bakın” diyebiliyor. Bu kanlı katiller güruhu her türlü değerden yoksundur. “Hayata dönüş” adı altında sahneledikleri vahşeti ve katliamı, F tipini hayata geçirmenin bir olanağı olarak planladıklarını ortaya koyarak, bu gerçeği tescil etmişlerdir. Bu da onların bir başka politik ve manevi yenilgisidir.


Katliamdan yalnızca iki gün sonra peşpeşe onaylanan krediler


Kuşkusuz kazanımları da var. Katliamın üzerinden daha yalnızca 48 saat geçmişken, üç emperyalist finans odağı peşpeşe aldıkları kararlarla katliamcıları ödüllendirerek katliamı kutsadılar. İMF icra kurulu 10 milyar dolarlık krediyi onayladı. Dünya Bankası 5 küsur milyar dolarlık bir başka krediyi onayladı. Ve finans çevrelerine akıl hocalığı eden bir şirket, ekonomisi batakta ve borsası çöküntüde bir ülkenin kredi notunu değiştirmeyip tersine onayladı. Bunlar devrimci tutsaklara karşı sergilenen acımasızlığın, bu acımasızlık üzerinden sergilenen sözde kararlılığın emperyalist merkezlerce ödüllendirilmesidir.

Ve unutmayalım, 20 küsur gün süren Ulucanlar gerginliği, tam da Ecevit’in Esenboğa’dan ABD gezisi için hareket etmekte olduğu bir sırada, tamı tamına gezinin ilk saatlerinde katliama dönüştürüldü. Ve Ecevit ABD’ye, emperyalist ağababalarıyla, bu arada İMF yetkilileriyle görüşmeye gidiyordu. Beklentilerine karşılık bulabilmek için bir kararlılık sergilemeye ihtiyaçları vardı. Bu kararlılık Ulucanlar katliamıyla, bu katliamda 10 devrimcinin hayatı pahasına sergilendi. Ülke çapındaki 19 Aralık katliamının da aynı zamanda bu amaca hizmet ettiği, aradan yalnızca 48 saat geçmişken açığa çıktı.

“Kopenhag”cı emperyalist Avrupa’dan katliama sessiz onay

Dikkat ediniz, sözde demokrasi adına “Kopenhag Kriterleri” adı altında ABD emperyalizmi karşısında Türkiye’deki rejime kendi istemlerini dayatan Avrupalı emperyalistlerden hiç ses çıkmıyor. 19 Aralık’taki büyük insanlık vahşeti, üstelik dört gün boyunca bir sürek avı halinde sürdürüldüğü halde, resmi Avrupa’dan tek bir protesto bile almamıştır.
Avrupa emperyalizminden demokrasi ve insan hakları bekleyenlerin, eğer bu beklentileri samimi bir inançsa, bu çarpıcı gerçek üzerinde çok iyi düşünmeleri gerekir. Avrupalı emperyalistler Türkiye’de demokrasi değil, “düzen ve istikrar” istiyorlar. Devrimci akımların ezilmesi ve devrimci tutsaklara boyun eğdirilmesi bu istemlerin bir parçasıdır. Alman Dışişleri Bakanı Fischer’in Türkiyeli yetkililere “hapishanelerinizi kontrol altına almadan AB’ye giremezsiniz” dediği biliniyor.

Dolayısıyla onlar ikiyüzlü bir samimiyetsizlikle katliama karşı kazara bir protestoda bulunsalar bile, gerçekte devrimcilerin katliamının baş destekçileri arasındadırlar. “Şerefli Türk ordusu” ve faşist it-kopuk sürüsünden oluşan ve bu ara “yeniçeri güruhu” olarak nitelenen polis sürüsü bizim kanımızı, tam da emperyalistler bu ülkede rahat ve güvenle at oynatabilsinler diye de döküyorlar.

Devrimci kanı dökerek uşaklık ettikleri güçlere yaranıyorlar


Rejim döktüğü kanla uşaklık ettiği emperyalizme yaranırken, faşist-gerici kırması hükümetin başı Ecevit de yaptığı katliamlarla rejimin karanlık zirvelerine ve uşaklık ettiği tekelci burjuvaziye yaranmaya çalışıyor. TÜSİAD’ın katliamdan yalnızca birkaç gün önce Ankara’daki toplantıda hükümeti ağır bir biçimde eleştirdiği biliniyor. Ardından İstanbul Ticaret Odası Başkanı hükümete ağır eleştiriler yönelterek “ara rejim” istemiş ve bunu salondaki asalak takımı hararetle alkışlamıştır.

Zindanlarda bir toplu katliam “iradesi”nin Ecevit tarafından tam da bu günlerin ardından gösterilmesi ve bunun sermaye medyası tarafından Ecevit şahsında yüceltilmesi, elbette ki anlamlı bir tablo oluşturmaktadır. “Bin operasyon”un baş sorumlularından olan tescilli katil ve işkenceci Mehmet Ağar’ın sözleri bu tablonun veciz bir tercümesi olmuştur. Ağar Ecevit’i Kıbrıs’tan sonra “cezaevi fatihi” ilan etmiştir. Medyadaki sermaye uşakları katliam kararını Ecevit’in “iradeli” kişiliğine ve karar alma yeteneğine bir gösterge saymışlar ve bunaklık iddiasına karşı onu övmüşlerdir. Böylece düzen devrimci kanı dökerek emperyalist merkezler nezdinde prim yaparken, Ecevit de tam da bu sayede düzen nezdinde prim yapmış olmaktadır.

“Bin operasyoncu” Ağar’ı, işbirlikçi sermaye çevrelerini, onların borazanı medyayı bir anda Ecevit etrafında kenetleyen ve emperyalist finans çevrelerini hükümeti yeni kararlarla desteklemeye yönelten tutumlar, 19 Aralık operasyonu ve katliamının sosyo-politik arka planını da ayan-beyan ortaya koymaktadır. Komünistler ve devrimciler, devrimci tutsaklar şahsında teslim alınmak istenenin işçi sınıfı ve emekçilerin baskı ve sömürüye karşı direnme istek ve iradeleri olduğunu her zaman söyleyegeldiler. 20 yıllık sistematik baskı ve zulme rağmen ayakta kalan devrimci irade ezilmedikçe, devrimci bir işçi ve emekçi hareketi tehlikesinin önü de alınamazdı. Emperyalist merkezler ve düzenin kan emici egemenleri bunu çok iyi biliyorlar. Devrimcilere yönelen korkunç acımasızlığın gerisinde bu bilinç var.


İnanılmaz yiğitliğin gerisindeki bilinç

Ama gelin görün ki, devrimcilerin gösterdiği inanılmaz yiğitliğin gerisinde de, tam da bu aynı bilinç var. Parti’nin katliam günü yayınladığı bildiride dile getirilen, “Devrimci tutsaklar devrim tarihimize yüz ağartıcı yeni bir sayfa ekleyerek işçi sınıfının ve emekçilerin davasına güç veriyorlar” gerçeğinin anlamı da buradadır. NATO’nun ikinci büyük ordusu ve 250 bin kişilik polis ordusu karşısında “bir avuç” devrimciyi yenilmez kılan da budur.

Bu bilinç komünistlerde ve devrimcilerde sağlam bir biçimde yerleşmiş bulunduğu içindir ki, vahşi katliama ve görülmemiş zulümlere rağmen bugün devrimci tutsakların direnişi aynı kararlılıkla sürüyor. Devrimci tutsaklar kaldırıldıkları hastanelerde ve kapatıldıkları hücrelerde direnişi sürdürüyorlar. Zorbalıkla hücrelere kapatmak mücadeleyi bitirmemiş, yalnızca yeni bir safha başlatmıştır.

Gün direnen devrimcilere her zamankinden daha büyük bir destek sunmak günüdür. Gün dostun ve düşmanın mücadelenin ateşiyle ayrıştığı gündür. Bizden, demek oluyor ki, işçi sınıfı ve emekçilerden, devrim davasından ve sosyalizmden yana olan herkes net bir tutum içerisinde olmalı, faşizmin yıldırmayı amaçlayan terörüne göğüs gererek mücadeleyi omuzlamalı, devrimci tutsaklarla açık ve militan bir dayanışma içerisinde olmalıdır. Devrimci tutsaklar şahsında teslim alınmak istenen işçi sınıfımızın ve emekçi kitlelerin geleceğidir gerçekte. Bu geleceğe inanan herkes mücadele safında yerini almalıdır.

Onlarca devrimcinin boşuna ölmediğini, şu an Ölüm Orucu’nda bulundukları ya da operasyonda ölümcül biçimde yaralandıkları için ölümle yüzyüze olan devrimcilerin fedakarlığının boşuna olmadığını dosta-düşmana kanıtlamak zorundayız ve kanıtlayacağız.

Devrimciler ölmez, devrim davası yenilmez!