31 Ekim '01
Sayı: 30


  Kızıl Bayrak'tan
  ABD'nin Avrasya macerası ve Amerikancı iktidarının ihaneti
  Emperyalist savaşa karşı ezilen halkların yanında yer alalım!..
  Emperyalist savaşa karşı savaş!
  Ya barbarlık ya sosyalizm!
  Emperyalist savaşa karşı eylemler...
  Pirelli işçisi işten atmalara karşı direniyor
  Savaş, anti-emperyalist mücadele ve Parti Programı
  Proletarya devriminin askeri programı
  Zaferi direniş kazanacak
  1. yılına girerken Ölüm Orucu Direnişi-1
  Emperyalist haydutluk savaşı
  Psikolojik savaş, "özgür dünya" ve küresel sansür
  Ekmeğe sarılı bombalar
  "Çöküş içindeki ABD ve Batı çıkış için savaşa başvuracak"
   Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Birinci yılına girerken Ölüm Orucu Direnişi-1


Planlı ve sistematik katliamlarla
önü düzlenen bir politika: Hücre saldırısı

Türkiye’deki hemen hemen bütün cezaevlerinde üç devrimci yapının başlattığı, daha sonra diğer devrimci yapıların da katılımıyla genişleyen Ölüm Orucu Direnişi bir yılını doldurmak üzere. Direniş 28 devrimci tutsağın katledildiği 19 Aralık kanlı operasyonuyla devrimci tutsakların atıldığı hücrelerde ve dışarda kararlılıkla sürüyor. Ne devletin katliamcılıkta sınır tanımayan vahşi saldırıları ve hücrelerde uyguladığı baskılar, ne de ödenen bedellerin ağırlığı devrimcilerin kararlılığından bir şey eksiltmiş değil. Şehitlerin yerini yeni Ölüm Orucu direnişçileri alıyor bugün.

Bu yönüyle 20 Ekim 2000’de başlayan direniş, içerde zayıflamak bir yana ödediği bedellerle, kazandığı prestijle, ortaya koyduğu kararlılıkla mücadele tarihinde onurlu yeni bir sayfayı daha şimdiden açmış bulunuyor. Sermaye devletinin bütün kararlılık gösterilerine, insanlık dışı katliam ve işkencelerine, zorla müdahale ve şartlı tahliye saldırısına, yoğun karalama ve yalanlarına, estirdiği teröre rağmen en zorlu koşullarda saldırılara karşı bedenlerini siper eden devrimci tutsaklar, bu direnişleriyle, çatışmayı siyasal olarak kazanmış bulunuyorlar.

Ölüm Orucu direnişine nasıl bir sürecin sonunda gelindiğine geçmeden önce altı çizilmesi gereken birinci nokta, direnişin ortaya koyduğu bu kararlılık ve ağır bedellerle elde edilen siyasal kazanımlardır.

İkincisi, bu aşamaya gelmiş bir eylem üzerine konuşmak ve değerlendirme yapmak, bir süre sonra zayıflayan ve giderek yitirilen dış desteklerin yeniden nasıl kazanılacağına ilişkin bir yanıtı içermelidir. Bu konuda bir sorumluluk ve iddia koymalıdır, bu iddiayı pratik bir çabayla birleştirmelidir.

Bu çerçevede komünistler, direnişin birinci yılına yaklaşılırken, dışarıdaki sorumluluklarına uygun bir pratik çaba içinde olacaklardır. Sorunu yalnızca yeniden gündeme taşımayı değil, çözümü zorlayan bir sorumlulukla hareket etmeyi önlerine koymuş bulunuyorlar. Zira gelinen aşamada direnişi sonuca götürecek olan şey, içerde devrimci direnişin ve kararlılığın sürdürülmesinin yanısıra, dışarda onu güçlendirecek politik ve pratik bir eylemliliğin örgütlenmesidir. Devrimci ve komünist tutsaklar bir yıldır süren ağır baskılara ve olanaksızlıklara rağmen görev ve sorumluluklarını yerine getiren övgüye değer bir tutum içerisindeler.

Niçin sonuca gidilemediği sorusunun muhatabı içerdeki tutsaklar değildir. Bu onları tümüyle aşan bir sorundur. Genel güç ilişkilerinin belirgin biçimde aleyhte olmasının yanısıra, dışardaki güçlerin direnişin sağladığı imkanları kullanmak konusunda neredeyse tümüyle başarısız kalması, sonuca gidilememesinde temel önemde bir rol oynamıştır. Hücre karşıtı güçlerin biraraya getirilememesi, sorunun işçi sınıfına ve emekçilere maledilememesi, direniş sürecinin belli momentlerinde ortaya çıkan çok uygun ortamın değerlendirilememesi, direniş içindeki akımların başarıyı güvenceleyecek politikalar izleyememesi vb. zayıflıklardır bunlar.

Birinci yılını doldurmak üzere olan direnişi, bu direniş boyunca şehit düşen onlarca devrimciyi anmak; içerdeki tutsaklar gibi kararlı ve direngen bir tutumla, devrimci özveri ve bilinçle Ölüm Orucu Direnişi’ne hakettiği desteği örgütlemek, direniş ateşini başka alanlarda büyütmek ve yeni kayıpların önüne geçmeyi engellemek demektir. Bu konuda daha fazla gecikme ve atalet, bedellerin daha da ağırlaşmasına yol açacaktır.

Ölüm Orucu’nu önceleyen süreç

Devrimci ve komünist tutsakların 20 Ekim’de Ölüm Orucu Direnişi’ne başlamasının temel nedeninin adım adım yaklaşan hücre saldısı olduğu biliniyor. Önceleyen sürece ve süreç içindeki gelişmelere dikkatli bir gözle bakıldığında, bugün üzerinden bir dizi spekülatif tartışma yürütülen 20 Ekim’deki 3’lü çıkışın hiç de isabetsiz ya da öznel bir tercih olmadığı açıklıkla görülür. 19 Aralık katliamını Ölüm Orucu’na bağlayan, direnişin bu anlamıyla devlete davetiye çıkardığını iddia eden düşünceler, en hafif bir ifadeyle, sorumsuzluk ve kavrayışsızlıkla yoğrulmuş bir yenilgi ruh halinin ürünü olabilir ancak.

Böyle bir tartışmaya girecek değiliz. Bu yöndeki iddialar ve yaklaşımlar üzerine bir tartışma elbette sürecin sonuna bırakılmalı. Bugün çözümü ve çözümü zorlamada ortaklaşmayı öne çıkarmak gerekiyor. Fakat dışarda yerine getirilmesi gereken görev ve sorumlulukları zayıflatan bir rol oynadığı için, bu anlayışı sürdürenlere şu kadarını söylemek gerekir. Ölüm Orucu’na gelinen sürecin kavranamamış olması ya da bu konudaki farklı yaklaşımlar, saldırıların içerde ve dışarda daha güçlü ve geniş hazırlıkla karşılanmasının önünde engel olarak dikilmiştir. Nesnel olarak geride kalan bu durumun sorumluları bellidir.

Bugün daha açık görülüyor ki, faşist sermaye devletinin 19 Aralık katliamıyla pratik adımını attığı kapsamlı hücre saldırısı, yılları bulan bir hazırlığın ürünüdür. 19 Aralık katliamıyla başlayan yeni süreç, sermaye devletinin bu stratejik saldırısının bir ifadesi olarak, siyasal ve maddi-toplumsal bir zemin üzerinden gündeme alınmıştır. Bu anlamıyla sermayenin yıllardır önüne koyduğu ve çözemediği sorunların bir parçası olarak sürekli gündemde tutulan bir konudur. Böyle bir nesnel gelişmeye (hazırlığı yıllardır yapılan hücre saldırısına) karşı önden politik bir tutum almak ve ona uygun bir pratik eyleme girişmek ise, olsa olsa devrimci öngörü ve sorumluluğun bir işareti olarak değerlendirilmelidir. Sonucu ne olursa olsun, 20 Ekim’de başlayan ve 19 Aralık katliamıyla kritik bir saldırıya maruz kalan, fakat tüm orluklara rağmen süren direnişin kendisi ve sermaye devletinin süreç boyunca aldığı tutum, kendi başına bunun kanıtıdır. Değerlendirilemeyen bir takım olanakların yarattığı boşluklar, direnişi şu ya da bu ölçüde zayıflatan daha tali sorunlar, asla direnişin kendisinin doğrudan yolaçtığı zaaflar ve yanlışlıklar olarak gösterilemez. Geçmiş süreç ve önümüzdeki dönemin görevleri b¨yle bir bakışla kavranamaz ve pratik olarak yerine getirilemez.

Sermaye devletinin temel politikası:
Katliam ve terör yoluyla teslim alma

Katliam ve işkenceler yoluyla ezip teslim almak, tecrit ve izolasyon yoluyla devrimci tutsakları örgütsel olarak zayıflatıp direnişlerini kırmak, sermaye devletinin yeni bir politikası değildir. Büyük Ölüm Orucu Direnişi’nin başlangıcı olan 20 Ekim tarihine kadar sermaye devleti devrimci tutsaklara dönük sistemli bir katliam politikası izlemiştir.

Yalnızca 1995-2000 yılları arasında, bu kanlı politikanın sonucu olarak, 85 tutsak fiili direnişe geçtiği için katledilmiştir. İki yılda (‘95-96) açık ve toplu katliamlarda kaybedilen devrimci ve yurtsever sayısı 17’dir. Son 6 yıl içinde katliamlarla ortaya çıkan kanlı tablo ancak 12 Eylül askeri faşist darbesi sonrası zindan dönemiyle kıyaslanabilir: Yalnızca zindanlarda toplam 157 ölüm.

Demek ki sermaye devleti zindanlarda şu ya da bu nedenle katliam yapmakta bir sıkıntı çekmemektedir. Kiminde bir görüş sorunu (Diyarbakır, 24 Eylül ‘96), kiminde bir özgürlük eylemi (21 Eylül ‘95, Buca), kiminde hak gaspına yönelik bir saldırıyı protesto eylemi, kiminde en temel ve en insani bir talep (Ulucanlar, 26 Eylül ‘99) böyle bir katliam için devlet tarafından vesile olarak kullanılabilmektedir.

Son iki yılda yoğunlaşan hücre saldırısına geçiş, yıllar önce gündeme alınmış bir projedir. 19 Aralık saldırısının hukuki altyapısı, ‘91’de çıkarılan 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ile hazırlandı. Bu kanunda devrimci tutsakların cezalarının infazlarının tek kişilik hücrelerde gerçekleştirileceği açık biçimde söyleniyordu. 12 Eylül’den sonra, kısa aralar dışında, kesintisiz süren baskı ve saldırıların tırmandırılmasında yeni bir dönemin ve uygulamaların başlangıcını oluşturuyor bu tarih. Bir yandan çıkarılan afla siyasi tutsakların önemli bir kısmı şartlı olarak salıverilirken, öbür taraftan 12 Eylül faşist anayasına rahmet okutacak biçimde örgütsel-siyasal faaliyetlere yönelik cezalar ağırlaştırıldı. Örneğin öncesinde 5 yıl olan örgüt üyeliği ‘91 yılında çıkarılan bu yasayla birlikte 12. yıl’a çıkartıldığı gibi, suçlama için gerekli kanıtlar mahkeme heyetinin keyfi kaanatına bırakıldı, vb.

Demek ki, ne kanlı 19 Aralık katliamı ne de hücre saldırısına karşı başlayan Ölüm Orucu öznel bir tercihin ürünüdür. Belirlenmiş politikaların (hücre saldırısı), bu politikaların gereği olarak yürürlüğe konulan uygulamaların (katliamlar, provokasyonlar, hak gaspları vb.), bu politika ve uygulamalara karşı alınması gereken stratejik tutumun (teslimiyete-tasfiye etme girişimlerine karşı direnme) bir sonucu olarak şekilleniyor çatışmalar.

Kuşkusuz hukuki planda çerçevesi çizilen bu politika, toplumsal muhalefetin her alanda yükseldiği, sermaye devletinin birden fazla alanda yükselen muhalefete karşı önlem almakta zorlandığı, bütün bunların siyasal istikrarsızlığa yolaçtığı bir durumda bir karşılık bulamıyordu.

‘95’ten itibaren zindanlara yönelik katliam ve şiddeti tırmandırarak adım adım bu politikayı hayata geçirme çabası içersinde oldu sermaye devleti. 6-8-10 Mayıs genelgelerine yaslanarak Eskişehir tabutluğunun yeniden açılması yoluyla ‘96’da bu yönde yapılan hamle, içerde birleşik devrimci bir refleksle hemen yanıtlandı. Sürmekte olan Ölüm Orucu’nun dışarda militan ve kitlesel destek eylemliliklerle sahiplenilmesi, sermaye devletinin bu saldırısın geçici olarak geri püskürtülmesinde çok önemli bir rol oynadı. Sermaye devleti Eskişehir tabutluğunu açarak hücre saldırısının kapısını aralamayı hesaplıyordu. Devlet güçlü ve birleşik direnişin etkisiyle taktik olarak geri adım atmak durumunda kalırken, stratejik saldırısının fiziki altyapısını hazırlamak üzere kolları sıvadı. Bir taraftan da şiddet yoluyla yıldırma ve teslim alma politikasını sürduuml;rdü.

Hücre saldırısında, diğer pek çok alanda olduğu gibi, sermaye adına asıl güçlük, siyasal temsiliyet üzerinden yaşadığı istikrarsızlık ve devletinin çeteleşmesi ve çürümesinin kitlelerde yarattığı tepki nedeniyle oluşan güven kaybının giderilememesi idi. 28 Şubat 97’de tam da bu sorunları gidermek üzere örtülü bir askeri darbe gerçekleştirildi. O günün koşulları içinde öncelikli ihtiyaç; kendi çatlaklarını sıvamak (Refah gibi merkezkaç eğilimleri olan partileri törpüleyip, dinsel gericiliği yeniden kabul edilebilir sınırlara çekmek), mafyalaşan ve çeteleşen devlet gerçekliğini örtbas ederek (temizlik operasyonları) yıpranmış devlet imajını düzeltmek ve toplumsal muhalefetin reformist kanadını yedeklemekti. Buradan aldığı mesafe ile önüne koyduğu hedeflere daha g¨çlü bir şekilde yönelmeyi planlıyordu.

‘97 sonrası süreçte bu çerçevede düzen adına belli bir başarı sözkonusudur. İç çatlaklarını gidermesinin yanısıra, öteden beri temel bir sorun olarak gündemde bulunan Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini çözüm potasına soktu. Bu alanda alınan mesafe sermaye devletine derin bir nefes aldırttı. Tırmandırılan şovenist histeri dalgasının sunduğu imkanlarla görece rahat bir seçim dönemi atlatıldı. Doğrudan MGK ve ordunun emrinde çalışan bir hükümet kuruldu. Siyasal vitrini oluşturacak bir hükümet bileşimi ile daha kapsamlı saldırı programlarının hayata geçirilmesine başlanabilirdi artık. Tüm bunlar İMF reçeteleri, özelleştirmeler, emperyalist tekellerin işini kolaylaştıracak yasalar, sıfır sözleşmeler, hücre saldırısı vb. demekti. Artık 28 Şubat’ta hedef tahtasına konulan devrimci tutsaklara dönük stratejik saldırıya adımadım geçilebilirdi. PKK’nin ötedenberi zindanlarda izlediği pasifist tutumun A. Öcalan’ın yakalanmasıyla tam bir teslimiyete varması ise sermaye devletine hedef daraltma konusunda çok önemli bir imkan sağladı.

Ulucanlar katliamı ile hücre saldırısı fiili olarak başladı. Bir yandan fiziki şiddet ve katliamlarla teslimiyet dayatılacak, kanlı katliamlar üzerinden toplumsal muhalefete de mesaj verilmiş olacaktı. Diğer yandan hücre saldırısını fiziki altyapısına hazırlık hızlandırılacaktı.

Bu çerçevede saldırılara karşı oluşan ve oluşacak olan tepkileri bloke etmek üzere tüm toplum yoğun bir kirli ideolojik bombardıma tabi tutuldu. Tekelci sermaye medyasına ve onun satılık kalemşörlerine önemli bir bir rol biçildi. Bu uşak takımı, Ulucanlar katliamından başlayarak, yalan, demagoji ve karalamalara dayalı yazı ve haberleriyle hücre saldırısının önünü düzlemeye başladı. Hep bir ağızdan; “Bütün sorun koğuş sistemidir”, “Hapishaneler düzelmezse Türkiye düzelmez”, “Koğuş sisteminde denetim sağlanamıyor”, “Örgütler cezaevlerinden yönetiliyor”, “Devlet cezaevlerine giremiyor” vb. iddiaları devlet adına sistematik olarak işlediler.

Zindanlar devletin adeta hiç giremediği-denetim kuramadığı kurtarılmış alanlar olarak sunuldu ve bilinçli bir tarzda hedef tahtasına oturtuldu. Oysa devrimci tutsakların kullandığı haklar son derece sınırlıydı. Üstelik ağır bedeller ödenerek kazanılmış, devlete kabul ettirilmişti.

Devletin cezaevlerinde denetim kuramadığı yalanı aylar öncesinden sistematik olarak işlendi ve “Ölüm Orucu direnişçilerini hayata döndürme” aşağılık yalanıyla beraber 19 Aralık operasyonunun gerekçelerinden biri olarak öne çıkartıldı. Her türlü kirli propagandadan, “bütün sorun koğuş, bütün sorun devrimci tutsaklardır”a çıkılıyordu. “Üçlü protokol” ise saldırının idari düzeydeki son hazırlığı anlamına geliyordu. Bu protokolün ardından sermaye devleti bir dizi provokasyon girişiminde bulundu. Burdur ve Bergama saldırısı fiili hazırlıkların son halkasını oluşturuyordu. Bu uğurda çete ve mafyanın tetikçi artıkları birbirine kırdırıldı (Bayrampaşa-Uşak) ve bu çatışmaların özel olarak seçilmiş görüntüleri bilinçli olarak ve defalarca medyadan yansıtılarak, daha kapsamlı bir saldırı çin hazırlık yapıldı. 5 Ocak 2000’de “Üçlü protokol” olarak basına yansıtılan açıklamalar, herşeyin hücre saldırısı için düzenlendiğini gösteriyordu.

Kısacası, devletin baskı, şiddet ve katliamlar yoluyla ve kirli bir kampanya eşliğinde önünü düzlediği teslim alma politikasının en son halkası, tüm cezaevlerine dönük kapsamlı bir operasyonla hücre kapılarını açmaktı. 19 Aralık bunun bir sonucu ve ifadesidir.

Kuşkusuz devletin bu yönlü hazırlığı karşısında devrimci tutsaklar da hazırlık içine girdiler. Ulucanlar katliamı ve “Üçlü protokol”ün ardından, süreci ve saldırıları nasıl karşılayabileceklerine ilişkin bir tartışma başlattılar. Bugün sürmekte olan Ölüm Orucu, böyle bir sürecin ve tartışma döneminin sonucunda biçimlenen bir eylem olarak gündeme sokulmuştur. Ölüm Orucu Direnişi de bunun bir sonucu ve ifadesidir.



Devrimci tutsaklardan açıklama:

Yedinci Ölüm Orucu ekiplerinin katılımıyla
direnişimizi büyütüyoruz

20 Ekim ve akabinde 9 Aralık tarihinde başlayan Ölüm Orucu direnişimiz 11 ayı geride bıraktı. Onbir aydır kararlılık ve ideallerimize bağlılıkla yürüttüğümüz direnişimiz haklı taleplerimiz kabul edilinceye kadar devam edecektir. Devlet, bugüne kadar demokratik taleplerimizi kabul etmeyip terörle, katliamla, yalan ve demagojiyle, 16. madde düzenlemesi, telefon kullanımı, açık görüş vb. göstermelik düzenlemelerle, işlik, kütüphane, spor salonu vb. yerleri açarak tecriti kaldırdım aldatmacasıyla, zorla müdahale işkencesiyle ve en son olarak da ceza ertelemesi “ödülüyle” direnişimizi kırmaya çalıştı.

Tecrit ve izolasyonu yasallaştırıp kamuoyuna kaldırdık vb. diyerek meşrulaştırma politikaları biz devrimci tutsakları teslim alma amaçlıdır. Devlet ölümlere, sakat bırakmalara rağmen ısrarla tecrit ve izolasyon politikalarını uygulamaya ve düşüncelerimizi teslim alma saldırısına devam etmektedir. Bugüne kadar 73 arkadaşımız zorla müdahale katliamında ve içerde, dışarda devam eden Ölüm Orucu direnişinde öldüler. Yüzü aşkın arkadaşımız zorla müdahale işkencesi ile sakat bırakıldı. Bütün bu ölüm ve sakatlıkların sorumlusu taleplerimizi kabul etmeyen, ısrarla saldırı politikasına devam eden devlettir.

Devlet direnişimizi bitirmek için yalnızca biz devrimci tutsaklara karşı terörü yaygınlaştırarak direnişimizi sessizliğe boğmaya çalışıyor. Dışarıda Ölüm Orucu yapan direnişçilere yönelik aylardır abluka uygulayarak, cenazelere saldırarak, direnişçilerin ailelerine tehdit ve baskı uygulayarak direnişimiz karşısındaki tahammülsüzlüğünü ortaya koyuyor. Bütün bu saldırılara rağmen direnişimiz içeride ve dışarıda aynı kararlılıkla sürmektedir. Taleplerimiz kabul edilinceye kadar da sürecektir. Direnişimiz kazanımla sonuçlanıncaya kadar yeni katılımlarla devam edecektir. Yedinci Ölüm Orucu ekiplerinin katılımıyla direnişimizi büyütüyoruz. Devletin, taleplerimizi kabul etmeyerek saldırgan tavrını sürdürmesinden dolayı, Ulucanlar katliamının yıldönümü olan 26 Eylül 2001 tarihinden itibaren 7. Ölüm Orucu ekiplerimizn katılımıyla Ölüm Orucu direnişimizi sürdürüyoruz.

Taleplerimiz;
1- Mimari değişiklik yapılmadan, bir ve üç kişilik hücreler kapatılmadan, tutuklu ve hükümlüler olarak koşulsuz bir arada yaşamamız sağlanmadan tecrit kalkmış olmaz. Tecrite son verilmelidir.
2- Düşüncelerimizi yok etmek için getirilen bütün yasaklar ve uygulamalar kaldırılmalıdır.
3- Taleplerimiz insani, haklı, meşru ve demokratiktir.
4- Zorla müdahale işkencedir. Sakat bırakmak suçtur. Onlarca insanımız işkence ile sakat bırakıldı. Geçmişi olmayan, düşünmeyen duruma getirildi. Zorla müdahale işkencesine son verilmelidir.

1 Ekim 2001

DHKP-C, TKP(ML), TKİP, TKP/ML, TİKB, DH, TDP, MLKP, DY, MLSPB, TKP/K, PKK/DÇS
Davalarından tutsaklar adına
Ercan Kartal, Cemal Çakmak, Sefa Gönültaş, Hacı Demirkaya, Can Ali Türkmen, Ramazan Sadıkoğulları, M. Aytunç Altay, Yunus Aydemir, Nizamettin Doğan, Hasan Yücel, Özgür Aslan, Ziya Büyükışık