Türkiyedeki hemen hemen bütün cezaevlerinde üç devrimci yapının
başlattığı, daha sonra diğer devrimci yapıların da katılımıyla genişleyen
Ölüm Orucu Direnişi bir yılını doldurmak üzere. Direniş 28 devrimci
tutsağın katledildiği 19 Aralık kanlı operasyonuyla devrimci tutsakların
atıldığı hücrelerde ve dışarda kararlılıkla sürüyor. Ne devletin katliamcılıkta
sınır tanımayan vahşi saldırıları ve hücrelerde uyguladığı baskılar,
ne de ödenen bedellerin ağırlığı devrimcilerin kararlılığından bir şey
eksiltmiş değil. Şehitlerin yerini yeni Ölüm Orucu direnişçileri alıyor
bugün. Bu yönüyle 20 Ekim 2000de başlayan direniş, içerde zayıflamak
bir yana ödediği bedellerle, kazandığı prestijle, ortaya koyduğu kararlılıkla
mücadele tarihinde onurlu yeni bir sayfayı daha şimdiden açmış bulunuyor.
Sermaye devletinin bütün kararlılık gösterilerine, insanlık dışı katliam
ve işkencelerine, zorla müdahale ve şartlı tahliye saldırısına, yoğun
karalama ve yalanlarına, estirdiği teröre rağmen en zorlu koşullarda
saldırılara karşı bedenlerini siper eden devrimci tutsaklar, bu direnişleriyle,
çatışmayı siyasal olarak kazanmış bulunuyorlar. Ölüm Orucu direnişine nasıl bir sürecin sonunda gelindiğine geçmeden
önce altı çizilmesi gereken birinci nokta, direnişin ortaya koyduğu
bu kararlılık ve ağır bedellerle elde edilen siyasal kazanımlardır. İkincisi, bu aşamaya gelmiş bir eylem üzerine konuşmak ve değerlendirme
yapmak, bir süre sonra zayıflayan ve giderek yitirilen dış desteklerin
yeniden nasıl kazanılacağına ilişkin bir yanıtı içermelidir. Bu konuda
bir sorumluluk ve iddia koymalıdır, bu iddiayı pratik bir çabayla birleştirmelidir.
Bu çerçevede komünistler, direnişin birinci yılına yaklaşılırken, dışarıdaki
sorumluluklarına uygun bir pratik çaba içinde olacaklardır. Sorunu yalnızca
yeniden gündeme taşımayı değil, çözümü zorlayan bir sorumlulukla hareket
etmeyi önlerine koymuş bulunuyorlar. Zira gelinen aşamada direnişi sonuca
götürecek olan şey, içerde devrimci direnişin ve kararlılığın sürdürülmesinin
yanısıra, dışarda onu güçlendirecek politik ve pratik bir eylemliliğin
örgütlenmesidir. Devrimci ve komünist tutsaklar bir yıldır süren ağır
baskılara ve olanaksızlıklara rağmen görev ve sorumluluklarını yerine
getiren övgüye değer bir tutum içerisindeler. Niçin sonuca gidilemediği sorusunun muhatabı içerdeki tutsaklar değildir.
Bu onları tümüyle aşan bir sorundur. Genel güç ilişkilerinin belirgin
biçimde aleyhte olmasının yanısıra, dışardaki güçlerin direnişin sağladığı
imkanları kullanmak konusunda neredeyse tümüyle başarısız kalması, sonuca
gidilememesinde temel önemde bir rol oynamıştır. Hücre karşıtı güçlerin
biraraya getirilememesi, sorunun işçi sınıfına ve emekçilere maledilememesi,
direniş sürecinin belli momentlerinde ortaya çıkan çok uygun ortamın
değerlendirilememesi, direniş içindeki akımların başarıyı güvenceleyecek
politikalar izleyememesi vb. zayıflıklardır bunlar. Birinci yılını doldurmak üzere olan direnişi, bu direniş boyunca şehit
düşen onlarca devrimciyi anmak; içerdeki tutsaklar gibi kararlı ve direngen
bir tutumla, devrimci özveri ve bilinçle Ölüm Orucu Direnişine
hakettiği desteği örgütlemek, direniş ateşini başka alanlarda büyütmek
ve yeni kayıpların önüne geçmeyi engellemek demektir. Bu konuda daha
fazla gecikme ve atalet, bedellerin daha da ağırlaşmasına yol açacaktır. Ölüm Orucunu önceleyen süreç Devrimci ve komünist tutsakların 20 Ekimde Ölüm Orucu Direnişine
başlamasının temel nedeninin adım adım yaklaşan hücre saldısı olduğu
biliniyor. Önceleyen sürece ve süreç içindeki gelişmelere dikkatli bir
gözle bakıldığında, bugün üzerinden bir dizi spekülatif tartışma yürütülen
20 Ekimdeki 3lü çıkışın hiç de isabetsiz ya da öznel bir
tercih olmadığı açıklıkla görülür. 19 Aralık katliamını Ölüm Orucuna
bağlayan, direnişin bu anlamıyla devlete davetiye çıkardığını iddia
eden düşünceler, en hafif bir ifadeyle, sorumsuzluk ve kavrayışsızlıkla
yoğrulmuş bir yenilgi ruh halinin ürünü olabilir ancak. Böyle bir tartışmaya girecek değiliz. Bu yöndeki iddialar ve yaklaşımlar
üzerine bir tartışma elbette sürecin sonuna bırakılmalı. Bugün çözümü
ve çözümü zorlamada ortaklaşmayı öne çıkarmak gerekiyor. Fakat dışarda
yerine getirilmesi gereken görev ve sorumlulukları zayıflatan bir rol
oynadığı için, bu anlayışı sürdürenlere şu kadarını söylemek gerekir.
Ölüm Orucuna gelinen sürecin kavranamamış olması ya da bu konudaki
farklı yaklaşımlar, saldırıların içerde ve dışarda daha güçlü ve geniş
hazırlıkla karşılanmasının önünde engel olarak dikilmiştir. Nesnel olarak
geride kalan bu durumun sorumluları bellidir. Bugün daha açık görülüyor ki, faşist sermaye devletinin 19 Aralık katliamıyla pratik adımını attığı kapsamlı hücre saldırısı, yılları bulan bir hazırlığın ürünüdür. 19 Aralık katliamıyla başlayan yeni süreç, sermaye devletinin bu stratejik saldırısının bir ifadesi olarak, siyasal ve maddi-toplumsal bir zemin üzerinden gündeme alınmıştır. Bu anlamıyla sermayenin yıllardır önüne koyduğu ve çözemediği sorunların bir parçası olarak sürekli gündemde tutulan bir konudur. Böyle bir nesnel gelişmeye (hazırlığı yıllardır yapılan hücre saldırısına) karşı önden politik bir tutum almak ve ona uygun bir pratik eyleme girişmek ise, olsa olsa devrimci öngörü ve sorumluluğun bir işareti olarak değerlendirilmelidir. Sonucu ne olursa olsun, 20 Ekimde başlayan ve 19 Aralık katliamıyla kritik bir saldırıya maruz kalan, fakat tüm orluklara rağmen süren direnişin kendisi ve sermaye devletinin süreç boyunca aldığı tutum, kendi başına bunun kanıtıdır. Değerlendirilemeyen bir takım olanakların yarattığı boşluklar, direnişi şu ya da bu ölçüde zayıflatan daha tali sorunlar, asla direnişin kendisinin doğrudan yolaçtığı zaaflar ve yanlışlıklar olarak gösterilemez. Geçmiş süreç ve önümüzdeki dönemin görevleri b¨yle bir bakışla kavranamaz ve pratik olarak yerine getirilemez. Sermaye devletinin temel politikası: Katliam ve işkenceler yoluyla ezip teslim almak, tecrit ve izolasyon
yoluyla devrimci tutsakları örgütsel olarak zayıflatıp direnişlerini
kırmak, sermaye devletinin yeni bir politikası değildir. Büyük Ölüm
Orucu Direnişinin başlangıcı olan 20 Ekim tarihine kadar sermaye
devleti devrimci tutsaklara dönük sistemli bir katliam politikası izlemiştir.
Yalnızca 1995-2000 yılları arasında, bu kanlı politikanın sonucu olarak,
85 tutsak fiili direnişe geçtiği için katledilmiştir. İki yılda (95-96)
açık ve toplu katliamlarda kaybedilen devrimci ve yurtsever sayısı 17dir.
Son 6 yıl içinde katliamlarla ortaya çıkan kanlı tablo ancak 12 Eylül
askeri faşist darbesi sonrası zindan dönemiyle kıyaslanabilir: Yalnızca
zindanlarda toplam 157 ölüm. Demek ki sermaye devleti zindanlarda şu ya da bu nedenle katliam yapmakta
bir sıkıntı çekmemektedir. Kiminde bir görüş sorunu (Diyarbakır, 24
Eylül 96), kiminde bir özgürlük eylemi (21 Eylül 95, Buca),
kiminde hak gaspına yönelik bir saldırıyı protesto eylemi, kiminde en
temel ve en insani bir talep (Ulucanlar, 26 Eylül 99) böyle bir
katliam için devlet tarafından vesile olarak kullanılabilmektedir. Son iki yılda yoğunlaşan hücre saldırısına geçiş, yıllar önce gündeme
alınmış bir projedir. 19 Aralık saldırısının hukuki altyapısı, 91de
çıkarılan 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ile hazırlandı. Bu kanunda
devrimci tutsakların cezalarının infazlarının tek kişilik hücrelerde
gerçekleştirileceği açık biçimde söyleniyordu. 12 Eylülden sonra,
kısa aralar dışında, kesintisiz süren baskı ve saldırıların tırmandırılmasında
yeni bir dönemin ve uygulamaların başlangıcını oluşturuyor bu tarih.
Bir yandan çıkarılan afla siyasi tutsakların önemli bir kısmı şartlı
olarak salıverilirken, öbür taraftan 12 Eylül faşist anayasına rahmet
okutacak biçimde örgütsel-siyasal faaliyetlere yönelik cezalar ağırlaştırıldı.
Örneğin öncesinde 5 yıl olan örgüt üyeliği 91 yılında çıkarılan
bu yasayla birlikte 12. yıla çıkartıldığı gibi, suçlama için gerekli
kanıtlar mahkeme heyetinin keyfi kaanatına bırakıldı, vb. Demek ki, ne kanlı 19 Aralık katliamı ne de hücre saldırısına karşı
başlayan Ölüm Orucu öznel bir tercihin ürünüdür. Belirlenmiş politikaların
(hücre saldırısı), bu politikaların gereği olarak yürürlüğe konulan
uygulamaların (katliamlar, provokasyonlar, hak gaspları vb.), bu politika
ve uygulamalara karşı alınması gereken stratejik tutumun (teslimiyete-tasfiye
etme girişimlerine karşı direnme) bir sonucu olarak şekilleniyor çatışmalar.
Kuşkusuz hukuki planda çerçevesi çizilen bu politika, toplumsal muhalefetin
her alanda yükseldiği, sermaye devletinin birden fazla alanda yükselen
muhalefete karşı önlem almakta zorlandığı, bütün bunların siyasal istikrarsızlığa
yolaçtığı bir durumda bir karşılık bulamıyordu. 95ten itibaren zindanlara yönelik katliam ve şiddeti tırmandırarak
adım adım bu politikayı hayata geçirme çabası içersinde oldu sermaye
devleti. 6-8-10 Mayıs genelgelerine yaslanarak Eskişehir tabutluğunun
yeniden açılması yoluyla 96da bu yönde yapılan hamle, içerde
birleşik devrimci bir refleksle hemen yanıtlandı. Sürmekte olan Ölüm
Orucunun dışarda militan ve kitlesel destek eylemliliklerle sahiplenilmesi,
sermaye devletinin bu saldırısın geçici olarak geri püskürtülmesinde
çok önemli bir rol oynadı. Sermaye devleti Eskişehir tabutluğunu açarak
hücre saldırısının kapısını aralamayı hesaplıyordu. Devlet güçlü ve
birleşik direnişin etkisiyle taktik olarak geri adım atmak durumunda
kalırken, stratejik saldırısının fiziki altyapısını hazırlamak üzere
kolları sıvadı. Bir taraftan da şiddet yoluyla yıldırma ve teslim alma
politikasını sürduuml;rdü. Hücre saldırısında, diğer pek çok alanda olduğu gibi, sermaye adına
asıl güçlük, siyasal temsiliyet üzerinden yaşadığı istikrarsızlık ve
devletinin çeteleşmesi ve çürümesinin kitlelerde yarattığı tepki nedeniyle
oluşan güven kaybının giderilememesi idi. 28 Şubat 97de tam da
bu sorunları gidermek üzere örtülü bir askeri darbe gerçekleştirildi.
O günün koşulları içinde öncelikli ihtiyaç; kendi çatlaklarını sıvamak
(Refah gibi merkezkaç eğilimleri olan partileri törpüleyip, dinsel gericiliği
yeniden kabul edilebilir sınırlara çekmek), mafyalaşan ve çeteleşen
devlet gerçekliğini örtbas ederek (temizlik operasyonları) yıpranmış
devlet imajını düzeltmek ve toplumsal muhalefetin reformist kanadını
yedeklemekti. Buradan aldığı mesafe ile önüne koyduğu hedeflere daha
g¨çlü bir şekilde yönelmeyi planlıyordu. 97 sonrası süreçte bu çerçevede düzen adına belli bir başarı
sözkonusudur. İç çatlaklarını gidermesinin yanısıra, öteden beri temel
bir sorun olarak gündemde bulunan Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini
çözüm potasına soktu. Bu alanda alınan mesafe sermaye devletine derin
bir nefes aldırttı. Tırmandırılan şovenist histeri dalgasının sunduğu
imkanlarla görece rahat bir seçim dönemi atlatıldı. Doğrudan MGK ve
ordunun emrinde çalışan bir hükümet kuruldu. Siyasal vitrini oluşturacak
bir hükümet bileşimi ile daha kapsamlı saldırı programlarının hayata
geçirilmesine başlanabilirdi artık. Tüm bunlar İMF reçeteleri, özelleştirmeler,
emperyalist tekellerin işini kolaylaştıracak yasalar, sıfır sözleşmeler,
hücre saldırısı vb. demekti. Artık 28 Şubatta hedef tahtasına
konulan devrimci tutsaklara dönük stratejik saldırıya adımadım geçilebilirdi.
PKKnin ötedenberi zindanlarda izlediği pasifist tutumun A. Öcalanın
yakalanmasıyla tam bir teslimiyete varması ise sermaye devletine hedef
daraltma konusunda çok önemli bir imkan sağladı. Ulucanlar katliamı ile hücre saldırısı fiili olarak başladı. Bir yandan
fiziki şiddet ve katliamlarla teslimiyet dayatılacak, kanlı katliamlar
üzerinden toplumsal muhalefete de mesaj verilmiş olacaktı. Diğer yandan
hücre saldırısını fiziki altyapısına hazırlık hızlandırılacaktı. Bu çerçevede saldırılara karşı oluşan ve oluşacak olan tepkileri bloke
etmek üzere tüm toplum yoğun bir kirli ideolojik bombardıma tabi tutuldu.
Tekelci sermaye medyasına ve onun satılık kalemşörlerine önemli bir
bir rol biçildi. Bu uşak takımı, Ulucanlar katliamından başlayarak,
yalan, demagoji ve karalamalara dayalı yazı ve haberleriyle hücre saldırısının
önünü düzlemeye başladı. Hep bir ağızdan; Bütün sorun koğuş sistemidir,
Hapishaneler düzelmezse Türkiye düzelmez, Koğuş sisteminde
denetim sağlanamıyor, Örgütler cezaevlerinden yönetiliyor,
Devlet cezaevlerine giremiyor vb. iddiaları devlet adına
sistematik olarak işlediler. Zindanlar devletin adeta hiç giremediği-denetim kuramadığı kurtarılmış
alanlar olarak sunuldu ve bilinçli bir tarzda hedef tahtasına oturtuldu.
Oysa devrimci tutsakların kullandığı haklar son derece sınırlıydı. Üstelik
ağır bedeller ödenerek kazanılmış, devlete kabul ettirilmişti. Devletin cezaevlerinde denetim kuramadığı yalanı aylar öncesinden
sistematik olarak işlendi ve Ölüm Orucu direnişçilerini hayata
döndürme aşağılık yalanıyla beraber 19 Aralık operasyonunun gerekçelerinden
biri olarak öne çıkartıldı. Her türlü kirli propagandadan, bütün
sorun koğuş, bütün sorun devrimci tutsaklardıra çıkılıyordu. Üçlü
protokol ise saldırının idari düzeydeki son hazırlığı anlamına
geliyordu. Bu protokolün ardından sermaye devleti bir dizi provokasyon
girişiminde bulundu. Burdur ve Bergama saldırısı fiili hazırlıkların
son halkasını oluşturuyordu. Bu uğurda çete ve mafyanın tetikçi artıkları
birbirine kırdırıldı (Bayrampaşa-Uşak) ve bu çatışmaların özel olarak
seçilmiş görüntüleri bilinçli olarak ve defalarca medyadan yansıtılarak,
daha kapsamlı bir saldırı çin hazırlık yapıldı. 5 Ocak 2000de
Üçlü protokol olarak basına yansıtılan açıklamalar, herşeyin
hücre saldırısı için düzenlendiğini gösteriyordu. Kısacası, devletin baskı, şiddet ve katliamlar yoluyla ve kirli bir
kampanya eşliğinde önünü düzlediği teslim alma politikasının en son
halkası, tüm cezaevlerine dönük kapsamlı bir operasyonla hücre kapılarını
açmaktı. 19 Aralık bunun bir sonucu ve ifadesidir. Kuşkusuz devletin bu yönlü hazırlığı karşısında devrimci tutsaklar
da hazırlık içine girdiler. Ulucanlar katliamı ve Üçlü protokolün
ardından, süreci ve saldırıları nasıl karşılayabileceklerine ilişkin
bir tartışma başlattılar. Bugün sürmekte olan Ölüm Orucu, böyle bir
sürecin ve tartışma döneminin sonucunda biçimlenen bir eylem olarak
gündeme sokulmuştur. Ölüm Orucu Direnişi de bunun bir sonucu ve ifadesidir.
Devrimci tutsaklardan açıklama: Yedinci Ölüm Orucu ekiplerinin katılımıyla 20 Ekim ve akabinde 9 Aralık tarihinde başlayan Ölüm Orucu direnişimiz
11 ayı geride bıraktı. Onbir aydır kararlılık ve ideallerimize bağlılıkla
yürüttüğümüz direnişimiz haklı taleplerimiz kabul edilinceye kadar devam
edecektir. Devlet, bugüne kadar demokratik taleplerimizi kabul etmeyip
terörle, katliamla, yalan ve demagojiyle, 16. madde düzenlemesi, telefon
kullanımı, açık görüş vb. göstermelik düzenlemelerle, işlik, kütüphane,
spor salonu vb. yerleri açarak tecriti kaldırdım aldatmacasıyla, zorla
müdahale işkencesiyle ve en son olarak da ceza ertelemesi ödülüyle
direnişimizi kırmaya çalıştı. Tecrit ve izolasyonu yasallaştırıp kamuoyuna kaldırdık vb. diyerek
meşrulaştırma politikaları biz devrimci tutsakları teslim alma amaçlıdır.
Devlet ölümlere, sakat bırakmalara rağmen ısrarla tecrit ve izolasyon
politikalarını uygulamaya ve düşüncelerimizi teslim alma saldırısına
devam etmektedir. Bugüne kadar 73 arkadaşımız zorla müdahale katliamında
ve içerde, dışarda devam eden Ölüm Orucu direnişinde öldüler. Yüzü aşkın
arkadaşımız zorla müdahale işkencesi ile sakat bırakıldı. Bütün bu ölüm
ve sakatlıkların sorumlusu taleplerimizi kabul etmeyen, ısrarla saldırı
politikasına devam eden devlettir. Devlet direnişimizi bitirmek için yalnızca biz devrimci tutsaklara
karşı terörü yaygınlaştırarak direnişimizi sessizliğe boğmaya çalışıyor.
Dışarıda Ölüm Orucu yapan direnişçilere yönelik aylardır abluka uygulayarak,
cenazelere saldırarak, direnişçilerin ailelerine tehdit ve baskı uygulayarak
direnişimiz karşısındaki tahammülsüzlüğünü ortaya koyuyor. Bütün bu
saldırılara rağmen direnişimiz içeride ve dışarıda aynı kararlılıkla
sürmektedir. Taleplerimiz kabul edilinceye kadar da sürecektir. Direnişimiz
kazanımla sonuçlanıncaya kadar yeni katılımlarla devam edecektir. Yedinci
Ölüm Orucu ekiplerinin katılımıyla direnişimizi büyütüyoruz. Devletin,
taleplerimizi kabul etmeyerek saldırgan tavrını sürdürmesinden dolayı,
Ulucanlar katliamının yıldönümü olan 26 Eylül 2001 tarihinden itibaren
7. Ölüm Orucu ekiplerimizn katılımıyla Ölüm Orucu direnişimizi sürdürüyoruz. Taleplerimiz; 1 Ekim 2001 DHKP-C, TKP(ML), TKİP, TKP/ML, TİKB, DH, TDP, MLKP, DY, MLSPB, TKP/K,
PKK/DÇS |
|||||