20 Ekim '01
Sayı: 31


  Kızıl Bayrak'tan
 Savaşa karşı kitle hareketi

  Hükümete savaş yetkisi bölge halklarına düşmanlığın belgesidir

  Krizin ve savaşın faturasını ödemeyi reddelim!

  Sendika ağaları yeni saldırıların zeminini döşemeye başladılar

  Savaşta yığınların manipülasyonu
  Dünyanın dört bir yanında yüzbinler alanlara çıktı
  Belediye işçileriyle savaş ve saldırganlık üzerine konuştuk
  Savaş karşıtı eylemlerden

  Bir türküdür direniş, boy verir zindanlarda

  Dört RAF militanı hücrelerde katledildi
  Büyük zindan direnişi 1.yılında!
  Göstermelik yargılama devam ediyor!
  İslam Konferansı Örgütü hanet batağında...

  Almanya'da terör paketleri ard arda açıklanıyor!

  Mamak İşçi Kültür Evi 21 Ekim'de açılıyor
  Emperyalizme ve savaşa karşı devrimci mücadelede başarının bazı temel ölçüleri
  Hükümet ABD'nin çıkarları için savaş yetkisi aldı
  Mücadele Postasi


Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Emperyalizme uşaklıkta sınır tanımıyorlar...
Ülkeyi boydan boya Amerikan emperyalizminin saldırı üssü haline getirdiler...

Hükümete savaş yetkisi bölge halklarına düşmanlığın belgesidir

Düzen medyası tarafından üstü çarçabuk kapatılmaya çalışıldı ama, meclisten çıkarılan savaş hali yetkisi Türkiye'nin geleceği açısından çok önemli -hatta hayati önemde- bir karar. Gerçi Türk devleti daha 11 Eylül günü tutumunu açığa koymaya başlamıştı. Amerika ile derinleştirdiği kölelik ilişkileri nedeniyle bu "şartsız destek" tutumunu kimse de yadırgamadı. Hatta düzen cephesinden hükümeti "pasiflik"le eleştirenler bile çıktı. Özellikle, savaş borazanlığına soyunan düzen medyasının bir kesimi üstlendi bu görevi.

Fakat bir de karşı cephe vardı. Yani savaş açılan cephe. Ezilen halkların ve sınıfların cephesi, devrimin cephesi. Tüm bölge halkları gibi, Türkiye halkı da ABD saldırganlığını tepki ile karşıladı. Diğer ülkelerdeki gibi bu tepki henüz sokakta ve kitlesel biçimde ortaya konulmadığı halde, iktidar aldığı tutumun anlamını çok iyi bildiği için halkın tepkilerini ölçmeye, açıklamalarını da buna göre ayarlamaya çalıştı. Hatta meclisin kararından sonra bile aynı yalanları sürdürmeye çalışıyorlar. Türkiye asker göndermeye taraftar değilmiş, Amerika'dan böyle bir talep gelmemiş, meclisin kararı ille de asker gönderileceği anlamına gelmiyormuş! vb., vb...

İktidarın bu çabası ve yalanları elbette işçi ve emekçi halkı kandıramıyor. Özellikle Türkiye'de iktidarın bu konuda fazlaca bir şansı yok. İşbaşındaki hükümetin sicili bu konuda çok kirli. Bu kirlenme daha kuruluşuyla başlamıştı. Her icraatıyla arta arta bugün içinden çıkılamaz bir lağım çukuruna dönüşmüş bulunuyor. Son kararını da bu lağımın patlaması olarak görmek gerekiyor.

Hükümet ve düzen cephesinden tüm inkar ve kıvırmalara rağmen, meclisten çıkarılan yetkinin haydut dünya jandarmasının peşinden (ya da önünden) cepheye sürülmenin onayı olduğundan kimsenin kuşkusu yok. Hatta düzen cephesinde bu kararın, Afganistan'dan ziyade Irak'a yönelik olduğu yorumları yapılmakta gecikmedi. Ve karar çıkar çıkmaz "dışarıya asker gönderme"nin ilk adımı atılarak, ABD'ye sözde irtibat heyeti yollandı. Bundan böyle Türkiye'nin atacağı "uygun adım marş marş"lar, kamuoyunda tartışmaya fırsat ve imkan verilmeden, bu ekip aracılığıyla orduya doğrudan verilecek emirlerle yönetilecek.

Yetki ne anlama geliyor?

Meclisten çıkarılan yetki, özetle, yabancı ülkelere asker göndermeyi ve yabancı ülke askerinin Türkiye'de barındırılmasını ifade ediyor. Bu özetin açılım özeti ise: ABD emperyalizminin dünya halklarına ve devrime karşı başlattığı saldırganlıkta Türkiye topraklarını bir üs, ordusunu da piyon olarak kullanmasına, bizzat Türkiye'nin burjuva iktidarınca izin verildiğidir.

Kastedilen yabancı asker, öncelikle ve özellikle Amerikan askeridir. Üslerin kullanılması zaten Türk devletinin denetimi dışındaydı ve dün de bugün de ABD'nin bölge halklarına saldırı üssü işlevini gördüler, görüyorlar. Bugün alınan son kararla ise, ülke boydan boya bir Amerikan üssü haline getiriliyor.

Sermaye iktidarı tarafından alınan emperyalist savaşa karargahlık yapma kararı, bölge halklarına düşmanlığın belgesi ve savaşın tarafı olduğunun resmen ilanıdır. Zaten hemen tüm yetkili ağızlar, baştan beri Türkiye'nin bu savaşta ABD'nin yanında ve arkasında olduğunu açıkça ve sürekli yineliyor, yani komşularına karşı niyetlerini gizlemiyorlardı. Şimdi sadece bu niyet ve kararlılıklarını hukuka uydurmuş oluyorlar. Söz konusu burjuva hukuk olunca, doğallığında, haklar da halklara karşı işletiliyor. Meclisin kararı komşu halklara olduğu kadar, hatta daha da fazla, Türkiye halkları ve emekçilerine düşmanlığın resmi ilanı anlamına geliyor.

"Dışarıya gönderilecek" asker, açıktır ki, burjuva çocukları değil, borazancı başı medya patronlarının çocukları da değil, işçi ve emekçilerin çocuklarıdır. Tıpkı silah doğrultması istenilen komşu ülkelerdeki askerlerin de işçi ve emekçi çocukları olduğu gibi. Ve halkların silah altına alınmış işçi-emekçi gençleri, ya ölme ya öldürme ikilemiyle birbirlerinin karşısına dikilmeye, birbirine kurşun sıkmaya zorlanacak. Eğer bu savaş halklar tarafından engellenemezse, gayet iyi biliniyor ki, karşı karşıya gelen yalnızca iki ülkenin askerleri olmayacaktır. Hatta ondan da fazla, özellikle emperyalist jandarma tarafından öne sürülen Türk askeri, komşu halkların kadın ve çocuklarının katili yapılacaktır. Haftalarca, aylarca havadan bombalanmış kentlere ve köylere giren kara ordusunun karşısında sivil hedefler dışında bir şey bulması beklenemez. Silahlı kuvvetlerle karşılaşmak isteyenler yerleşim yerlerine değil, dağlara yönelmek zorundadır. Bu özellikle Afganistan için tümüyle geçerlidir.

Türkiye halkları ve emekçileri açısından sıcak savaşta piyonluk ve katillik, işin en çarpıcı ve temel yönü olmakla birlikte, tamamı değildir. Genç emekçi nüfus dışarıda kırmaya ve kırılmaya sürülürken, içerde işçi sınıfı ve emekçi halklar üzerinde savaş halinin tüm baskı ve kısıtlamalarıyla sömürü ayyuka çıkarılacaktır. Bu kararla hükümet, her türlü yasak ve kısıtlama kararı alma yetkisine de kavuşmuş bulunuyor. Gösteri yasakları daha şimdiden başladı. Geçtiğimiz hafta sonu için yapılan savaşa karşı miting başvuruları "yasak" kararlarıyla geri çevrildi. Yapılmaya çalışılan basın açıklamaları, özellikle İstanbul'da, azgın bir polis terörüyle dağıtıldı.

Bu ilk adımları, grev yasakları, tensikatlar, ücret ve her türlü hak gaspları ve bugünden çok daha fahiş hale getirilecek fiyatlar takip edecek. Ve tabii ki, her türlü hak arayışına terör muamelesi yapılması ve açılan uluslararası savaş kapsamında imhasına yönelinmesi... Burjuvazi bir savaş hükümeti istiyor. İş başındaki hükümet ABD'nin isteklerini ikiletmeden yerine getirdiği, hatta emir bile gelmeden hazırola geçtiği halde, burjuvaziyi bir türlü tatmin edemiyor. Daha dinamik bir başbakan, daha aktif bir politika diye bağırıyorlar. Oysa zavallı Ecevit, tüm yaş ve sağlık problemlerine rağmen kendilerine hizmette öylesine kararlı ve atak davranıyor ki, sonunda halk ve emek düşmanlığında, emperyalizme uşaklıkta tüm sınırları kaldırmış bulunuyor.

11 Eylül saldırısında Başkan Bush saklanacak delik ararken, Ecevit hemen kameraların önüne geçip saldırıyı kınayarak, "Amerika büyük devletlerinin yanında" olduğunu ilan edebildi. Amerika kendilerinden resmen bir yardım talebinde bulunmadan, "her türlü yardım (yataklık)" sözü verdi. Ancak görüldüğü kadarıyla, "bir kısım" medya mensubunun borazanlığını yaptığı burjuvazinin şahinler grubu için bunlar yeterli değildir. Onlar, sadece alınan kararları anında onaylayıp duyurusunu yapan bir başbakanla yetinemeyeceklerini düşünüyorlar. Kimi köşe yazarlarının ifadesiyle bugünün ihtiyacı, Londra senin Washington benim, gece-gündüz koşturabilecek bir başbakandır. Daha açık bir ifadeyle, mutlaka ve zaman geçirmeden katılınması gereken sıcak savaşın başkomutanlığını yapabilecek biridir gerekli olan. Ve tabii, savaş halinin gerektirdiği bir savaş hükümeti...

Hükümet kurulduğundan beri yerli ve yabancı sermayenin emrinde çok uysal ve çok aktif bir icracı oldu. İMF-TÜSİAD saldırı programlarını uygulamakta bir an tereddüt etmedi. Bu böyle olduğu halde sermaye sınıfı hep daha fazlasını istedi. İkide bir hazırladığı raporlar, yaptığı açıklamalarla TÜSİAD, burnuna dayadığı istek listeleriyle İMF, hükümeti sıkıştırıp durdular. İsteksizlik ya da ayak direme gibi bir kaygıları olmamakla birlikte, sık sık alternatif hükümet önerileri getirerek, hükümeti daha aktif bir icraata zorlamaya çalıştılar.

Düzen cephesinde bu iş öylesine ileri götürüldü ki, her türlü terbiye sınırı aşıldı. Bu görgüsüz sınıfın sözcüleri, kendi başbakanlarına, karşı sınıfın bile ağzına almadığı yakıştırmalarla hakaret etmekten geri durmadılar. Ecevit'in yaşı ve sağlık sorunları, burjuva kalemlerin alay konusu haline getirildi. Dün daha ziyade sıkıştırma malzemesi olarak kullanılan "daha dinamik bir hükümet-daha aktif bir politika ve uygulama" talebi, bugün artık somut bir ihtiyaç olarak dillendiriliyor. Burjuvazi şimdi bir savaş hükümeti istiyor. Tıpkı Amerikan ekonomisinde olduğu gibi, yaşadıkları krizi kan ticaretiyle aşma kirli hedefi güdüyor.

İş başındaki hükümet bir savaş hükümetidir

Oysa Ecevit hükümeti de bir "savaş hükümeti" olarak kurulmuştu. Sermayenin işçi sınıfı ve emekçilere, devrimcilere karşı açtığı amansız savaşın hükümeti. Tüm icraatı bu savaşı en dolaysız, en acımasız biçimde yürütmekten ibaret oldu. Ecevit başkanlığındaki bu 3'lü koalisyon, 3 yılda, gelmiş geçmiş cumhuriyet hükümetlerinin 30 yılda yapamadıklarını yaptı. Emperyalizmle gizli-kapaklı ilişkiler devrine son vererek, ülkeyi alenen ve resmen satışa çıkaranlar bunlardır. Cumhuriyetin 90 yılda biriktirdiği işsizlerin sayısı, bunların döneminde en az 3'e katlanmıştır. Ücretler 3 yılda en az 3 kat gerilemiştir. Devlet mallarının yağmalanması ve yağmalatılması konusunda da bütün önceki dönemlere taş çıkartan bir uygulama söz konusudur.

Ama onu bir savaş hükümeti yapan, esas olarak sınıfa ve devrimcilere yönelik silahlı saldırılarıdır. Bu hükümet zamanında, devrimci harekete karşı darbe dönemlerini bile aratır bir vahşet uygulanmıştır. Kirli savaşın en aşağılık yöntemlerinin devreye sokulduğu bu kudurganlık döneminde onlarca devrimci katledildi. Gizli devleti bu hükümet yerüstüne çıkardı. Resmen ve alenen kullandı. Cezaevlerindeki devrimciler kontr-gerilla ve özel timlerin başını çektiği katliam ekiplerince kırımdan geçirildi. Her türlü ateşli silah, kimyasal madde ve en vahşi işkencelerle devrimciler katledildi. Sağ kalanların sessiz imhası için hücreler inşa edildi. İşçi ve emekçilerin ekmeğinden, bebeklerin sütünden çalınan paralarla hem de. Ama şimdi burjuvazi, savaşı komşu halkların emekçilerine doğru da yayma heves ve hırsını, tarihinin bu en azgın savaş hükümetiyle dahi tatmin edemeyeceğini düşünüyor.

Burjuvazinin hırsını dizginlemek,
emperyalist savaşı önlemek mümkündür

Bu ülkede ve dünyada savaşı tek isteyen ve kışkırtanın emperyalist burjuvazi ve uşakları olduğu, bu savaşta bir kez daha ve net biçimde ortaya çıkmıştır. Belki de ilk kez, dünyanın dört bir yanında emekçiler ve ezilen halklar, daha savaşın başlangıcında protesto gösterilerini yükselttiler. Emperyalist saldırganlığa karşı sadece ezilen halklar değil, emperyalist metropollerin emekçileri de ayağa kalktı. Avrupa'da yapılan gösterilere yüzbinlerce katılım söz konusu. Asya ve Ortadoğu'da ise hemen her gün kitleler ayakta. İşbirlikçi iktidarların işbaşında olduğu ülkelerde, özellikle Pakistan'da çatışmalar iç savaş boyutlarına yaklaştı.

Bu tablo, kendini dünyanın efendisi ve sahibi sananların işinin hiç de kolay olmadığını göstermeye yeterlidir. Ancak devrimciler, emperyalist savaş karşıtı mücadelenin halihazırda devrimci bir önderlikten yoksun olduğunu da hesaba katmak durumundadırlar. Bu, iki tabloya ilişkin iki önemli konunun öne çıkarılması için gereklidir. Birincisi, devrimci bir önderlik ve örgütlülükten yoksun bir mücadele böylesine geniş kitleleri harekete geçirebiliyorsa eğer, devrimci bir önderlik söz konusu olduğunda kitlelerin nelere muktedir olacağının açığa çıkarılması, propaganda edilmesi, kitlelerin örgütlenmeye çağrılması için. İkincisi, mücadele halindeki kitlelerin ihtiyacı olan ve emperyalist saldırganlığı durdurmanın tek imkanı olan örgütlenme görevi için tüm devrim güçlerini seferber edebilmek için.

Türkiyeli devrimcilerin önünde ise ikili bir görev duruyor. Bizler sadece emperyalist saldırganlığı değil, emperyalizm uşağı iktidarın ülkeyi savaşa sürüklemesini de engelleme göreviyle karşı karşıyayız. Türkiye'nin emekçi halklarının nezdinde emperyalizm, özelde de Amerikan emperyalizmi yeterince teşhir olmuş, öfke ve tepki biriktirmiş durumdadır. Amerika'nın kalbinden ve beyninden vurulması nasıl bir memnunluk yarattıysa, bu faşist jandarmanın Afganistan'na saldırısı daha büyük bir öfke ve tepki yaratmış durumdadır. Ancak kitleler, Amerikancı iktidarın Amerika'nın peşinden ülkeyi savaşa sürmesine, çocuklarının Amerikan askeri yapılma planlarına karşı çok daha büyük bir tepki duymaktadır. Bu tepkilerin örgütlenmesi ve sokağa taşınması, açıktır ki, devrimcilerin sorumluluğundadır.

Amerikancı iktidarın azgın saldırılarında büyük kayıplar vermiş olan devrimci hareket, şimdi kitlelerin önüne geçme, halk ve devrim düşmanı iktidardan hesap sorma imkanlarına daha fazla sahiptir ve bu imkanı hakkıyla değerlendirmelidir.

 


 

2002 savaş bütçesi belirlendi...Yeni bütçenin reddi, emperyalist savaşın da reddi demektir...

Emperyalist savaşın faturası emekçilere ödetilmek isteniyor

Yıllardır, İMF-TÜSİAD programlarının yıkım ve soygun bütçelerini uygulayan Türkiye, bu yıl, balıklama daldığı savaş ortamından da istifade ederek, yeni bütçeyi tam bir savaş bütçesi olarak kurgulamış bulunuyor. Savaşın bir cephesi, önceki bütçelerde de olduğu gibi, işçi ve emekçilere karşı yürütülmekte olanıdır. Diğer cephesi, yani onu öncekilerden farklı kılan yanı, bütçeye dışa yönelik saldırganlığın getireceği beklenen yüklerdir. Yeni bütçe, bu yüklerin de yine işçi sınıfı ve emekçilerden, üstelik şimdiden tahsil edilmeye başlanmasını hedeflemektedir.

Devletin planları, doğalında doğrudan kendi elinde ve denetiminde olan kaynaklar üzerinden yapılıyor. Yani bütçede öngörülen kısıntılar, öteki bir ifadeyle, yeni gelir elde etmeye yönelik soygunlar, devlet işletmelerinde çalıştırılan işçi ve memurlar üzerinden hesaplanıyor. Yeni bütçede bu hesaplar, tescilli hain B. Meral'i bile "genel grev" uyarısı yapmak zorunda bırakacak boyutlarda. Bütçe vurgunlarıyla elde edilecek gelirin ise, her zamanki gibi yine borç faizleri adı altında dışarıya, emperyalist tekellerin kasalarına akıtılacağı açık.

Böyle olunca da, İMF elbette yeni bütçeden memnuniyetini dile getirmekte gecikmedi. Hükümetin bütçeye ilişkin ilk açıklamaları ile birlikte İMF'nin memnuniyeti haberi de geldi. Bu ise, Derviş ve Sümer Oral tarafından hazırlandığı iddia edilen yeni bütçenin, aslında her zamanki gibi yine İMF'ce hazırlandığını göstermeye yetiyor.

Yeni savaş bütçesine göre, kamu işçisi ve memurunun tazminatlarına el konulacak. Sağlık sigortası kesintileri sürecek, ama ilaç paraları ödenmeyecek. Emeklilik adı altında toplu tensikatlara gidilecek, açık kadrolara yeni eleman alımı yapılmayacak. Telefondan televizyona, doğalgazdan ulaşıma bir dizi günlük zorunlu ve yaşamsal harcamalar için ek vergi soygunları devreye sokulacak.

Kamu üzerinden yapılan bu hesapların, özel sektörde katlanarak uygulandığı artık herkes tarafından çok iyi biliniyor. Devletin görev tazminatlarına el koyduğu bir ortamda, kapitalistlerin her türlü ücret kesintisi, mesai gaspı ve diğer saldırılar, bizzat devlet eliyle meşrulaştırılmış oluyor. Aynı şey tensikatlar için de, zamlar için de geçerli. Telekom'un faturalara ek vergi koyduğu bir ortamda, özel telefon şirketlerinin faturaları olağanüstü şişirmesine kim engel olabilir?

Sorunun yanıtı, yeni bütçenin uygulanmasına kim engel olabilirse odur. Bu savaş bütçesini ve onun getireceği korkunç yıkımı kabul edecek miyiz? Öncelikle "terör" adı altında doğrudan işçi sınıfı ve emekçilere, yoksul halklara yönelik bu emperyalist savaşı ve yıkımını kabul edecek miyiz? Eğer emperyalist saldırganlığı durdurmaya yönelik imkanları bugünden kullanamazsak, savaşın kan, gözyaşı ve sefalet olarak yükleyeceği faturadan kaçınmanın imkanı kalmayacağını görmek, anlamak zorundayız. Bütçeye yoksulluk ve sefaletin katlanması olarak yansıyan savaş, hayatımıza çocuklarımızın kanı-canı olarak girecek.

Dolayısıyla, yeni bütçenin reddi, emperyalist savaşın da reddi anlamına gelecektir.

Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri, emperyalist saldırganlığa ve savaşa karşı yaygın tepkilerin birleşik bir mücadele kanalında toparlanması için üzerlerine düşen tarihi göreve bir an önce sarılmak zorundadırlar. Emperyalistler, Türkiye'nin uşak yöneticilerini peşlerinden sürükleyebilmek için, Türkiye'nin kritik önemini hatırlatıp duruyorlar. Emperyalizmin tam güdümündeki bir devlete, kritik değil küçücük bir önem dahi atfedilemeyeceği açıktır. Ancak Türkiye'nin, daha doğrusu Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin tutumu, gerçekten de bölge halkları açısından kritik bir öneme sahiptir. Emperyalist savaşa ve Türk devletinin maşalığına karşı Türkiye'den yükselecek güçlü devrimci bir karşı çıkış, bölge halklarının anti-emperyalist mücadelesini devrimci bir kanalda buluşturmanın imkanına dönüşebilecektir.

Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin sorumluluğunu tarihi önemde olarak tanımlarken, asıl olarak, bu arka planındaki temel gerçeği, yani bölge halklarının büyük devrimci potansiyelini vurgulamak istiyoruz.

Amerikanın askeri, halkların katili olmayacağız!
Savaş bütçesine hayır!
Kahrolsun emperyalist savaş!