6 Kasımdan akılda kalanlar...
Tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar 6 Kasımın ayrı bir önemi vardır öğrenci hareketi için. Çünkü en geri insanın bile katılımının sağlanabileceği bir meşruluğa sahiptir, YÖKü protesto etmek. Herkesin bir sebebi vardır, YÖKe karşı olmak için. Bu yüzden YÖK protestoları geniş katılımın nispeten kolaylıkla sağlanabileceği eylemlerdir. Tabii devrimcilerin önderlik görevi de bu eylemlerde daha çok artar. Bir başka önemli nokta daha var. Devletin saldırılarını yoğunlaştırdığı günümüzde devrimcilerin birlikte eylem yapmaları artık bir zorunluluk sayılmalıdır. 6 Kasım 2001 YÖK protestosu ile ilgili ilk haber, Emek Gençliğinden geliyor. Kendi misyonlarını yerine getiren arkadaşlar, hücre tipinin gündeme sokulacağı gerekçesiyle ayrı eylem yapma kararı alıyorlar. Bunun üzerine birkaç grup daha ayrılıyor ve 12:00de eylem yapma kararı alıyor. Bu eylem İstanbul Üniversitesinin yan kapısında yapılıyor ve son derece coşkusuz bir biçimde bitiyor. En ilginç manzara, merkez eylemine katılacak olan öğrencilerin 12:00 eylemini kenardan izlemeleri oluyor. Ardından merkezdeki eylem başlıyor; katılım beklenene göre oldukça fazla, hele ki Ankaraya gidenler ve ayrı eylem yapanlar düşünüldüğünde... Kitle büyük bir coşkuyla ana kapıya ulaşıyor. Çeşitli görüşmeler sonucunda kapı açılıyor ve platforma çıkılıyor. Daha doğrusu kitlenin bir bölümü çıkarken, bir grup nedense içeride beklemekte diretiyor. Bu sırada ilk müdahale oluyor, birden herkesin bize doğru koştuğunu farkediyoruz. Biz ileri gitmeye çalıştıkça insanlar bizi daha geriye iterek okulun içine doğru kaçmaya çalışıyor. (O sırada tramvay durağında toplanan gruba polis müdahale etmiş). Kitle biraz cesaret toplayarak meydanı yeniden doldurmaya başladığı sırada, ikinci bir hareket oluyor ve herkes yeniden geri dönüp koşmaya başlıyor. Tam kapının önünde olduğumuz için herkes yine bize doğru koşuyor, biz yine ilerleme girişiminde bulunuyoruz, ama imkansız. Bu seferki hareketin sebebinin meydana inmeye çalışan kişilere polisin müdahale etmesi olduğu söyleniyor. Bu olay, yani geri çekilme ve ilerleme birkaç kez daha tekrarlanıyor. Bu sırada insanlara dışarı çıkmaları gerektiğini anlatan bir bayan arkadaşın provokatörlükle suçlandığına tanık oluyoruz. İlerde birileri basın açıklaması yapıyor, ama kim ve ne adına, pek bir şey anlaşılmıyor. Aynı zamanda eylem bitti mi bitmedi mi tartışmaları yapılmaya başlanıyor. Birkaç kişi, gözaltına alınanlar bırakılana kadar oturma eylemi yapılacağını söylüyor, ama kimsede bir hareket yok (yavaş yavaş alanı terkeden kişiler dışında). Kararı kimin alacağını soruyoruz, ama cevap alamıyoruz. İnisiyatif eksikliği kendini belli etmeye başladıkça sloganlar azalıyor ve en sonunda kitle sessizliğe bürünüyor tamamen. Herkes birbirine ne beklediğini soruyor, kimsenin kimseden haberi yok. Kaos!.. Ve Beyazıtta belki de mücadele tarihimizin en ilginç olayı gerçekleşiyor; 20 dakika boyunca eylemciler sessizce durup ne yapılması gerektiğini tartışıyorlar, polisler bile ne olduğunu anlayamıyor. Ve yirmi dakika sonunda yine tarihe geçecek bir başka olay oluyor; bir grup polis, artık sıkıldığı için mi, yoksa bu kitleden bir şey olmaz diye mi bilinmez, alanı terkediyor. Bunun üzerine gençler arasında eyvah bu polisler kesin arka kapıdan okula girip bizi kuşatacak diye bir söylenti yayılıyor ve kitle bir dakika içinde dağılıyor. Bu sırada içerde bir grup kendi kendine halay çekmeye başlıyor, bir başka grup da kendi kendine kavga ediyor. Ve bir 6 Kasım daha böylece bitiyor. Eylemden sonra konuştuğum herkes, SİPlilerin eylemi bu hale getirdiğinden, sabote ettiğinden bahsetti. Bu bana fazla kolay bir cevap gibi geldi. Eylem niye kötü geçti sorusuna, Çünkü SİPliler sabote etti diye cevap vermek, en az ne yapalım, polis müdahale etti, biz de bir şey yapmadık demek kadar saçma. İnisiyatifi devrimciler sağlayamazsa eylemi ya SİP götürür ya GÖC. Bunların varlık amacının eylemleri sabote etmek olduğu düşünülürse, hatayı biraz da kendimizde aramak ve neden hareketin bu hale geldiğini düşünmek, sanırım şikayet etmekten çok daha doğru bir tavır olur. Nice 6 Kasımlara! Bir öğrenci/İstanbul
Patronların işçiler üzerinde artan psikolojik baskıları Türkiyede patronların en çok övündüğü şeylerden biri de ucuz emek cenneti olmasıdır. En başta tekstil sektöründe bunun nasıl olduğunu biliyoruz. Sağlıksız çalışma koşulları ile büyük kentlerin en ücra köşelerine kadar yayılan konfeksiyon atölyeleri, çocuk işçilerin yoğun olarak sigortasız ve asgari ücretin yarısına çalıştırıldığı bir ucuz emek cenneti. Bunu da yabancı sermayeyi çekmek için yaptıklarını söylüyorlar. Türkiyenin birçok yerinde Serbest Bölgeler, Organize Sanayi Bölgeleri bu işi görüyor. Ve işverenler sömürüyü yoğunlaştırmak için ortak politikalar geliştiriyorlar. Örneğin şu dönem psikolojik baskı yoğun olarak uygulanıyor. Çalıştığımız fabrikadan birkaç örnek verelim. Bazen müdürler gün boyu asık suratla ortada dolaşıyorlar. Bölüm ustalarını işlerin yetişmesi için sıkıştırıyorlar, onlar da bizi sıkıştırıyorlar. Böylece daha fazla iş çıkarılması sağlanıyor. Vardiyalar arası rekabet yaratılarak, haftalık çıkan üretim panoya asılıyor. İşçiler çalışkanlar ve tembeller olarak bölünüyor. En ufak bir hatada bizi aşağılıyorlar. Bir yıl öncesine kadar işveren zam dönemlerinde, beğenmeyen çeker gider, kimseyi burada zorla tutmuyoruz diyordu. Hatta işçilerin karşısına çıkmaz, müdürle haber gönderirdi. Geçen zam döneminde müdür işçilerin tepkilerini bastırmak için patronu çağırdı. Patron, harıl harıl çalışmamıza rağmen, krizi bahane edip dışarda olan işsizleri gösterdi. Bunun dışında, psikolojik baskı yaratmak için, her zaman izleniyorsunuz ona göre, biz herşeyi not ediyoruz vb. şeyleri tekrarlıyorlar. Bu bazen işçiler üzerinde etkili de oluyor. Ya da fazla sayı çıkarana prim verilecek diyorlar. Bir ara bölümün birinde işçiler birbiriyle rekabet halindeydiler. Çoğunluğunu bayan işçilerin oluşturduğu bu işyerinde patron 5 yıl içinde büyük kazançlar elde etmiş. Birkaç makina alımıyla daha sonra yeni bölümler oluşmuş. Şimdi de yeni bölümler ekleyip fabrikayı büyütmeyi planlıyor. Bu değişiklikle birlikte her tarafa kamera konulacağı söylentisi dolaşıyor. Şefler yeni gelen işçilere nasihatlar verip, içerde olan biteni kendilerine bildirmelerini teklif ediyorlar, vb.. Bilinçli işçiler olarak bizler, patronun bu taktiklerini teşhir edip, işçiler arasındaki sınıf birliğini kurmaya çalışıyoruz. SY Kızıl Bayrak okuru işçiler/İstanbul
ZKÜde faşist saldırı 16 Kasım 2001 tarihinde Zonguldak Karaelmas Üniversitesinde yapılmış olan, konuk olarak yazar ve şair Cezmi Ersözün katıldığı söyleşinin çıkışında, üniversite karşısında toplanan faşistler polis eşliğinde, devrimci-demokrat-yurtsever öğrencilere taş ve sopalarla saldırmışlardır. Bu saldırı sonucu iki arkadaşımız yaralanmıştır. Saldırının ramazan ayına denk gelmesi ve aynı zamanda polis-idare işbirliğinin ürünü olması rastlantı değildir. Yıllardan beri birçok üniversitede aynı oyun sergilenmektedir. Saldırının ertesi günü Eğitim-Sende yaklaşık 100 öğrencinin katılımıyla bir basın açıklaması yapıldı. Ardından Zonguldak Demokrasi Platformu, sendika, siyasi parti, dernek ve odalarla görüşüldü. Saldırı hakkında bilgi verildi ve sessiz kalmamaları, tepkilerini ortaya koymaları istendi. 19 Kasım 2001 tarihinde ise, okula gelmek cüreti yerine hemen okul çıkışında sinsice yuvalanan faşistler üç arkadaşımıza demir sopa ve taşlarla saldırmıştır. Saldırı sonrası okulda toplanan kitle saldırının yapıldığı ve faşistlerin üs olarak kullandığı kafeyi basmış, içerde faşistler yerine sıradan öğrenciler olduğundan dolayı ajitasyon çekip yerin sahibini uyarmıştır. Ardından okula yönelen öğrencilerin önü polis tarafından kesilmiş ve bir süre yaşanan tartışmadan sonra, polise de bu ve bundan sonra yaşanacakların sorumlusu oldukları belirtilip, toplu bir şekilde dağılınmıştır. Son zamanda yaşanan azgın devlet terörünün bir uzantısı olan faşist saldırılar cezasız kalmayacaktır. Faşist saldırılar bizi yıldıramaz! SY Kızıl Bayrak, Yaşadığımız Vatan, |
|||||