02 Martt '02
Sayı: 08 (48)


  Kızıl Bayrak'tan
  İdam tartışmasının gizledikleri
  Emperyalist saldırganlığa karşı safları sıklaştıralım!
  Emperyalist savaşa ve sömürüye karşı 8 Mart’ta mücadele alanlarına!
  Sermaye iktidarı Türkiye’yi ABD emperyalizminin savaş arabasına koşuyor
  Dışarda saldırganlık ve savaş, içerde baskı ve terör
  TİS’lerde bir kez daha “hedeflenen enflasyon” aldatmacası
  Özelleştirme saldırısı tüm hızıyla sürüyor
  Karen Fogg olayı ve emperyalizmle ilişkilerin içyüzü
  Emekçi kadın ve savaş
  Bir anket deneyimi ışığında kadın...
  Sınıf çalışması ve kültür-sanat cephesi
  Ek mesailer ve sınıfa etkileri
  İzmir İHD’nin ÖO Direnişi etkinliği...
  YÖK yasası meclisten geri çekilsin talebiyle direnişe!
  Güney Kore’de görkemli işçi eylemi
  Filistin halkıyla dayanışmayı yükseltelim!
  Emperyalist saldırganlık örgütü NATO tahkim ediliyor
  Partili yoldaşlarımıza, devrimci yurtseverlere ve halkımıza açık çağrı!..
  Tasfiye ve karşıtına dönüşmede yeni bir boyut...
  İşçi sınıfının devrimci programı altında
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Bir anket deneyimi ışığında kadın...

Mücadeleyle varolacak yaşamlar

B. A. Su

“Burjuva düzeninde kadınların tüm uyumlu insanlığa doğru özgür gelişmesini engelleyen çalıları ve taşları zeminden ancak proletarya devrimi temizler. Tek başına yasal hak eşitliği emekçi kadını henüz kurtaramaz. Bunun ilkesel önemi ne denli azımsanamazsa, değeri de o kadar sınırlı ve yetersiz kalır. Bu son tahlilde burjuva demokrasisidir, burjuva sınıf çıkarlarının kendisiyle oynadığı, içi boş, dışı altın kaplı bir cevizdir. Buna rağmen bir tek burjuva devleti dahi, burjuva demokrasisinin salt biçimsel hukukunu bile kadınlar lehine tamamiyle uygulamaya cesaret edemez.” Clara Zetkin

Günümüzde ezilen, “ikinci sınıf vatandaş” konumuna itilen kadınların sınıflar savaşımı tarihinde hep bir kilometre taşı olma rolünü üstlendiklerini görüyoruz. Amerikalı dokuma işçileri kadınların zulme karşı isyan bayrağını açmalarıyla doğan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü bunun en önemli örneklerinden biridir. Burjuvazi, her ne kadar 8 Mart’ın içini boşaltma kampanyaları düzenlese de, bizler biliyoruz ki 8 Mart bir kavga günüdür.

Biz komünistler bugünün bir kavga günü olduğu bilinciyle hareket ederek, bu vesileyle kadınlara yönelik bir anket çalışması başlattık. Kadınların yaşadıkları sorunları ele alan ve bu sorunları çözmek için somut öneriler de sunan anketimizi emekçi kadınlara taşıdık.

Sorular; çalışma yürüttüğümüz bölgedeki emekçi kadınların siyasal, kültürel, ekonomik durumları hakkında bir fikir edinebilmek ve ortaya çıkan tabloya müdahale edebilmek amacıyla hazırlandı. Anketlerin değerlendirilmesi, emekçi semtlerinde yaşayan kadınlara yönelik çeşitli çalışmaların başlatılmasını beraberinde getirecektir.

Emekçi semtlerinde yaptığımız çalışma sırasında aldığımız tepkiler genellikle olumluydu. Kadınlar kendi sorunlarıyla ilgilenilmesine anlamlı bir ilgi gösterdiler. Bizleri tanımadıkları için sorduğumuz ilk sorulara çekingen tarzda cevap verirken, sorular ilerledikçe ve yaşadıkları sorunlara değinildiğini gördükçe, büyük bir içtenlikle konuşmaya başladılar. Mensup oldukları sınıfın getirdiği sıcaklıkla bizleri kendilerinden biri gibi görerek sorunlarını paylaştılar.

Daha ilk bakışta yoksulluğun, yaşanan sefaletin ve iki sınıf arasındaki çelişkilerin en açık bir biçimde görüldüğü bu semtlerde kadınlar, ezilmişliği iki yönlü yaşıyorlardı. Birincisi kapitalizmin dayattığı yoksulluğun getirdiği ezilmişlik, ikincisi ise bu yoksulluğun getirdiği kültürün altında yaşadıkları ezilmişlikti. Öyle ki, anket yapmak istemeyen kadınlara bunun nedenini sorduğumuzda aldığımız cevap, “büyüklerimiz böyle şeylere izin vermez, kocam buna izin vermez” oluyordu. Eşi o anda orada olmasa bile, onun baskısını hep üzerinde hissettiğinden dolayı yaşadığı bir korkuydu bu. Bizimle konuşmak isteğini gözlerinden anlasak bile, bu korku baskın geliyordu.

Anketimizi yapmak isteyenlerle geliştirdiğimiz sohbetlerde ise kadınlarımızın gerçekliğini daha yakından görebiliyorduk. İçlerinde volkanlar patlıyor, ama lavlarını yine içlerine akıtıyorlardı. Sorunlar anlattıkça bitmiyor, ama bir noktada kesişiyordu; yaşanılan sorunların merkezinde “yaşam koşullarının ağır olması” vardı. Yaşam koşulları öylesine kötüydü ki, defter, kalem parasını nasıl alacaklarını düşündükleri için çocuklarını okula gönderemiyorlardı. Anketimizi yaptığımız semtler, aylık gelirleri ya yok denecek kadar az, ya da en fazla 150-200 milyon olan, vahşi kapitalizm koşullarında ezilen emekçi semtleriydi.

“Daraltılan yaşamlar”

Bir yer düşünün; 2 ya da 3 gözlü bir gecekondu. Yağmura teslim olmuş bir çatı, yıllardan nasibini almış eşyalar, lağım sularının çocukları ölümün pençesine atmak için kol gezdiği sokaklar ve bu koşullarda bir yaşam!..

Bir yaşam düşünün; kırık dökük kapısının önüne oturmuş, belki evini bir parça olsun güzelleştirmek için, belki can sıkıntısından harıl harıl bir şeyler işleyen kadınlar. İşledikleri düşleri mi, dertleri mi? Kim bilebilir ki? Belki daha iyi bir ev, belki kocası işten geldiğinde getireceği bir somun ekmek ve bugünü bir fiske yemeden atlatabilmek. Belki daha büyük düşler kurdukları, kim bilebilir ki? Anlatıyorlar, “ev işleri, temizlik, çocuklar...” Oturduğu mahallenin adının bile ne olduğundan habersiz... Mahallesinin adını bilmeden, dünyayı tanıyamadan, hayatı nefes alıp vermek ve ev işleriyle uğraşmaktan ibaret sanarak anlatıyor. “Bizim sorunlarımız bitmez kızım” diyor sonra ve ekliyor, bazen elimizde bir milyon bile olmuyor, aç yatıyoruz.

Peki geleceğimiz, Türkiye’nin geleceği? Kime sorsak içinde biriken öfkeyle önce bir küfür savuruyor, sonra “Türkiye batmış, böyle giderse düzelmez” diyor. Geleceği yaratacaklardan birinin de kendisi olduğundan habersiz işlemeye devam ediyorlar.

Eğitim düzeyinde sınır ilkokul. Çoğu okuma-yazma bilmiyor.

Konuştukça semtin adı değişiyor. Benzer koşullarda yaşayan her semtin adı “Vahşi kapitalizmin daralttığı yaşamlar” oluyor.

“Yaşamda bizler de varız!”

Daha sonra başka bir emekçi semtine gidiyoruz. Bir evin kapısını çalıyoruz. Önce yanaşmıyor, istemiyorlar. Anlatıyoruz niye geldiğimizi, ne yapmak istediğimizi. Sonra evlerinin kapıları açıyorlar bize. Deprem bölgesinden gelmişler. Yapılan yardımları ceplerine indirdiler diyorlar yetkililer için. Sonra Türkiye’yi soruyoruz. Amerika’ya sattılar, kardeş halkları birbirine kırdırıyorlar diyorlar.

Ya kadınların sorunları? “Biz de dün bunu konuşuyorduk” diyorlar. Kadınların biraraya gelebilecekleri yerler olmalı, birlikte bir şeyler üretirken (el işleri vb.), oturup konuşabilmeliler de. Bunun için neler yapılabileceği üzerine konuşuyoruz. Sohbet arasında başka bir kadın geliyor, seneler önce emekli olmuş bir Sümerbank işçisi. Uzun sohbetin ardından bize umut dolu gözlerle bakan bu insanlardan müsaade isteyip çıkıyoruz.

Başka bir ev, başka bir emekçi evi ve ezilen başka bir kadın. Önce istemiyor, anlatıyoruz. İçeri davet ediyor, yanında komşusu. Bir şey yapmak istiyoruz diyorlar, ama zaman ve imkan. Zamanım ve imkanım olsa tek tek evleri gezer, kadınlara sorunlarını anlatırım, öğretmeye çalışırım diyor evin sahibi. Konuşuyoruz sorunlar üzerine, yapabileceklerimiz üzerinde ortaklaşıyoruz.

Yine bir emekçi evi, yine bir emekçi kadın. Hemen her evde karşılaştığımız kadınlar gibi ev işleriyle uğraşırken çalıyoruz kapısını. Kendimizi tanıtır tanıtmaz hemen içeri davet ediyor. Sizin sayenizde mola verdim diyor, yorgunluğu belli oluyor yüzünden. Mardinli olduğunu öğrendiğimiz kadın, hem kendi sorunlarından, hem de Türkiye’nin sorunlarından bahsediyor. “Kadınlar haklarını bilmiyor, mücadele etmiyorlar” diyor. Yapılacak etkinliklere katılacağını söylüyor. Sonra Kürt öğrencilerin anadilde eğitim istedikleri için tutuklandıklarından bahsediyor büyük bir öfkeyle. Sitemlerinden mutlu oluyoruz, çünkü “yaşamda bizler de varız!” diyorlar.

“Kadın olmadan devrim olmaz,
devrim olmadan kadın kurtulmaz!”

Yoksulluğun kol gezdiği “gerçek İstanbul”du buralar. Bir emekçinin sözleriyle, “Sorduklarında İstanbul’da yaşıyoruz diyoruz. Burası İstanbul mu?” Ama onların alternatifleri yoktu. Kendi seçimleri değildi buralarda “yaşamak”. Onlara sizin değeriniz bu, bizim için çalışıyorsunuz ve bizim istediğimiz yerlerde yaşamaya mahkumsunuz denildi sistem tarafından. Bizim belirlediğimiz yerlerde oturacaksınız, bizim verdiğimiz kültürle yaşayacaksınız denildi onlara. Onlar da boyunlarını eğerek öyle yaşıyorlar, kıt kanaat geçinerek.

Kadınlar mı? Onlar okumamalı, onların görevi çocuk doğurmak ve yetiştirmek, burjuvaların fabrikalarında köle olmaları için. Ev işi yapmak, evde yiyecek namına ne bulursa yemek pişirmek... Kadınların görevi buydu. Eşlerinin görevi ise çalışmak, ama insan olduğunu bile hatırlamadan, en ağır koşullara boyun eğerek, karınlarını bile doyuramayacak bir ücret için çalışmak... Kapitalist sistem bunu istiyor, varolduğu sürece de bunu isteyecek.

Yazının başında da belirttiğimiz gibi, kadınlar sınıf savaşımları tarihinde hep bir kilometre taşı olma görevini üstlenmişlerdir. Ve sınıflar varolduğu sürece de bu böyle olacaktır. Bugün kadınlarımız kapana sıkıştırılmış, çifte ezilmişliği yaşıyorlar. Ama içlerinde kopan fırtınaları görmek için, onları biraz dinlemek yetiyor.

Onları dinlediğimizde şunu çok iyi anlıyoruz ki, bu insanlar yaşamın ne olduğundan habersiz “yaşıyorlar”. Bütün insanların paylaşması gereken güzellikleri farkedemeden, daraltılmış dünyalarında nefes almaya çalışıyorlar. Bu emekçi semtlerinde kavgamıza olan inancımızı güçlendirerek daha iyi anlıyoruz ki, düzenin kıskacında daralan bu yaşamlar ancak mücadeleyle var olacaklardır. Bu varoluşun tek yolu ise kadın ve erkeklerin birlikte ve örgütlü mücadelesidir.

Çünkü, “Kadın olmadan devrim olmaz, devrim olmadan kadın kurtulmaz!”