31 Ağustos'02
Sayı: 34 (74)


  Kızıl Bayrak'tan
  Düzenin savaş ve seçim çıkmazı
  Saflar netleşiyor: İki sınıf, iki program!
  İhanetin simgesi olarak işçi sınıfının hafızasına kazınacaklar!
  Derviş'li CHP solculuğu İMF-TÜSİAD solculuğudur!
  Amerikancı düzen partilerine verilecek her oy, İMF yıkım programını kabul etmek demektir!
  Irak'ın yağmasından pay kapma kavgası
  Türk gericiliği Musul ve Kerkük'ü işgal etme hevesinde
  İMF programını ileri süren devlet yetkilileri kamu çalışanlarını oyalamakla meşgul...
  Kamuda toplu görüşme komedisi...
  Burjuvazi kendi çıkarı için insan yaşamını ve doğayı hiçe sayıyor!
  Topyekûn saldırıya karşı sınıf seferberliği!/1
  "Esnek üretim" saldırısına karşı mücadelenin güncel önemi
  Dünya tekellerinin zirvesi sürüyor!
   Su ve serbest piyasa
   Tekellerin Afrika sovu
   Bask yurtseverleri kararı protesto gösterileriyle karşıladılar
   KADEK'in "yeni" saldırı ve karalama kampanyası
   Esenyurt İşçi Bülteni'nin Ağustos sayısından...
   Devrimci basın susturulamaz!
   Neden direniyoruz? Neden feda ediyoruz canlarımızı?
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Kıdem tazminatının gaspedilmesine ve Ortaçağ sömürüsünün yasalaşmasına karşı birleşik mücadeleyi örelim!..

Topyekûn saldırıya karşı sınıf seferberliği!/1

(Öncü İşçi Platformları imzasıyla yayınlanan broşürün metnini
okurlarımıza sunuyoruz. İkinci bölüme gelecek sayımızda yer vereceğiz...)

Boynumuzdaki kapitalist sömürü zincirleri her geçen gün kalınlaşıyor. Açlık ve sefalet katlanılamaz boyutlara ulaşıyor. İşsizlik çığ gibi büyüyor. Bir avuç kapitalist para babasının kâr krizi bahane edilerek ücretlerimiz düşürülüyor, toplusözleşme haklarımız gaspediliyor, ücretsiz izinler dayatılıyor ve günü geliyor işten atılıyoruz. Büyük çoğunluğumuz ise sendikasız, sigortasız ve her türlü sosyal haktan yoksun olarak vahşi sömürü koşullarında çalışıyoruz. Ama bunlar da yetmiyor, yüzyıllık kazanımlarımız ve mevcut yasalardaki sınırlı haklarımız da rafa kaldırılmak isteniyor.

Kriz var deyip bütün faturayı biz işçi ve emekçilerin üzerine yıkıyorlar. Kriz var diyorlar, ama stoklar tıka basa dolu. Makineler susuyor, ama hammaddeler işlenmeyi, milyonlarca insan iş bulmayı bekliyor. Eski ayakkabılarımızı yenileyemiyoruz, ama vitrinlerde alımlı biçimleri ile bin bir çeşit ayakkabı alıcısını bekliyor. Köylü buğday ekmekten vazgeçiyor ve toprak uykuya dalıyor, ama yüzbinlerce insan ekmeğe muhtaç yaşıyor. Peki ama bu neyin krizi? Bunca bolluk içerisinde bu sefalet niye? Toprak var, hammadde var, makine var ve herşeyden önemlisi büyük bir işgücü var. Öyleyse neden toprak uyuyor, neden makineler susuyor? Toprak uyuyor, çünkü köylüler ürettiklerinin büyük bir kısmını tüccarlara kaptırıyor, ithalatçı vurguncular dışardan ucuza ürün getirip iç pazara egemen oluyorlar. Makineler susuyor, çünk¨ stoklar tıka basa dolu. Stoklar ve vitrinler tıka basa dolu, çünkü ürünler alıcı bulamıyor. Ürünler alıcı bulamıyor, çünkü milyonlarca işçi, emekçi ve işsiz, derin bir sefalet içerisinde yaşıyor. Tüm bunların tek bir nedeni var: Kapitalist üretim! Yani sömürü düzeni.

Kapitalist üretimin tek amacı kârdır. Kapitalist sanayi geliştikçe tarımsal üretim kapitalist sömürü çarkları altında sınai üretime bağlanır. Köylülerin büyük kısmı topraksızlaşır ve ucuz işgücü olarak kentlere akarlar. Geride kalan topraklar büyük toprak sahiplerinin eline geçer. Kentlerde de azgın rekabete dayanamayan küçük ve orta ölçekli üretim tasfiye olur. Makineler ve fabrikalar, giderek daha az sayıda kapitalistin elinde toplanır. Servet giderek bu az sayıda kapitalistin eline geçer. Mahalle bakkallarının yerini büyük marketler zinciri alır. Atölyeler ya yok olur, ya da büyük patronların yan sanayii durumuna gelir. İki odalı gecekonduların arasından gökdelenler yükselir.

Kapitalistler arasındaki pazar rekabeti üretimdeki teknik gelişmeyi de zorunlu kılar. Makinelerin gelişmesi, daha az sayıda işçiyle daha çok üretim yapmanın koşullarını hazırlar. 10 işçinin yerini 2 işçi alır. Bir yandan küçük mülk sahiplerinin mülksüzleşmesi, diğer yandan da makinelerin sürekli gelişmesi sonucunda işgücü piyasası durmadan genişler, işsizler ordusu büyür. Üretimin teknik koşullarındaki hızlı gelişme, ellerimizdeki hüneri de gereksiz kılar. Erkek işçilerin yerini düşük ücretli kadın ve çocuk işçiler alır. Hem işsizler ordusunun durmadan büyümesi, hem de kadın ve çocuk emeğinin yaygınlaşması nedeniyle ücretler durmadan düşer. Makinelerin hızlı gelişmesi sonucunda üretim kitlesel boyutlara ulaşırken, işsizliğin artması ve ücretlerin düşmesi sonucunda milyonların alım gücü durmadan d&uul;şer. Piyasada ürünler artmıştır, ama alıcılar azalmıştır. Ürünlerin satılması için iç pazar yetmez olur. Artık kapitalistler uluslararası pazarlara uzanmak zorundadırlar.

Fakat aynı şeyler uluslararası pazarlarda da yaşanmaktadır. Uluslararası pazarlarda da farklı ülkelerin kapitalistleri arasında kıyasıya bir rekabet sürmektedir. Ürünler durmadan artarken dünya pazarları durmadan daralmaktadır. Daralan pazarlardaki bu azgın rekabete dayanamayanlar iflas ederler. Kapitalistlerin kârları düşmeye başlar. Kârları düşünce de kriz var diye basarlar feryadı. Artık birbirlerini yutmaktan başka çareleri yoktur. Fakat bunu başarmak için önce işgücü maliyetlerini düşürmek ve rekabet güçlerini artırmak zorundadırlar. Bunun için bütün kapitalistler kendi ülkelerinin işçi ve emekçilerine fedakarlık çağrısı yaparlar. Hem de bu çağrıyı ulusal sosa bandırırlar. “Ulusal çıkarlarımız” bahanesiyle bizleri kendi emellerine alet etmeye çalışırlar.

Peki fedakarlığın sonucu ne? Daha fazla işsizlik, daha fazla yıkım, daha düşük ücretler, daha fazla sömürü... Kapitalistler ücretlerimizi düşürerek, işçi kıyımına giderek, sosyal haklarımızı gaspederek ve tarımsal üretimi yıkıma uğratarak kendi krizlerinin faturasını biz işçi ve emekçilere çıkartırlar. Tüm bunları “ulusal çıkarlarımız” adına yaptıklarını iddia ederler. Peki ama, işten atılan, ücretleri düşürülen işçinin ve toprağını ekemez duruma getirilen köylünün bu “ulusal çıkarlarımız”daki çıkarı nerede?

Düşünün bir kere: Bir toplu iğnenin yapımında hangimizin emeği yoktur? Kimimiz kaba hammaddenin üretiminde, kimimiz çeliğin işlenmesinde, kimimiz makinenin civatasının yapımında, kimimiz makine yağının üretiminde vb. çalışırız. Bir toplu iğne milyonlarcamızı birbirimize bağlar. Ama milyonlarcamızın ürettiği ürünlere bir avuç kapitalist el koyar.

Peki bu bir avuç sömürücü, nasıl oluyor da milyonlarcamızı denetim altında tutabiliyor? Çünkü sermaye sınıfı gücünü yalnızca sermayesinden değil, örgütlülüğünden alıyor. Herşeyden önce onlar siyasal iktidarı ellerinde tutuyorlar ve bir devlet örgütüne sahipler. Kapitalist devlet yalnızca onların çıkarlarını koruyan bir baskı aygıtıdır. Eğer böyle bir devlet örgütü olmasaydı, bir avuç kapitalist sömürücüyü kovup üretim araçlarını kolayca toplumsallaştırabilir ve üretimi milyonların ihtiyaçlarını karşılamayı esas alarak yeniden örgütleyebilirdik. Ne var ki, en küçük direnişimizde bile devletin silahlı gücünü ve mahkemelerini karşımızda buluyoruz. Demek ki sermaye sınıfı gücünü, basınından, medyasından, işveren örgütlerinden ve devlet örütünden alıyor. Tüm bunlara ise üretim araçlarını elinde tutmakla sahip oluyor.

İşte bu bir avuç sömürücü sınıf bu örgütlü gücüne dayanarak bizlerin yaşamını altüst edebiliyor. Ama biz milyonlarcayız. Onların bize karşı kullandıkları silahları, halkların canını alan bombaları biz üretiyoruz. Yargıcın elindeki tokmağı ve kalemi biz üretiyoruz. Meclisteki koltukları, medyasının kullandığı kağıdı ve bilumum herşeyi biz üretiyoruz. Bizlerin, yani milyonlarca işçi ve emekçinin birleşik gücü karşısında onların gücü nedir ki?

Ama onlar bizlerin örgütlü olmadığını görüyorlar. Bizim örgütsüzlüğümüz onlara güç veriyor. Bu yüzden de büyük bir cesaretle saldırıyorlar. Daha dün mezarda emekliliği geçiren, milyonlarcamızı işsizliğin ve açlığın girdabına iten sermaye sınıfı ve onun iktidarı, şimdi de kıdem tazminatını kaldırmak ve kuralsız sömürü anlamına gelen esnek çalışmayı yasalaştırmak için kolları sıvamış bulunuyor.

Ortaçağ sömürü yasalarını 21. yüzyılın
“bilim adamları” hazırladı!

Bundan aylar önce 9 sözde bilim adamından “Bilim Kurulu” adı altında bir kurul oluşturulmuştu. Bu kurulun amacı “çağdaş normlarla” yeni bir iş yasası hazırlamaktı. Öyle ya, eski yasa çağdaş değildi. Hem işverenler, hem hükümet ve hem de işçiler mevcut yasaların çağdaş olmadığı konusunda hemfikirdiler. Öyleyse iş yasaları değiştirilmeliydi! Bu amaçla 3’ü hükümeti, 3’ü patron örgütlerini ve diğer 3’ü de işçi sendikalarını temsil eden 9 bilim adamı yan yana getirildi. ‘Bilim Kurulu’ kapalı kapılar ardında aylarca süren hummalı bir çalışma yürüttü. Sözde işçileri temsil ettikleri söylenen bilim adamları diğerleriyle birlikte, ‘Ortaçağ yasalarının en çağdaş yasalar’ olduğunu keşfettiler. Yürüttükleri çalışmalar boyunca birçok “bilimsel!” doğruya ulaştılar: Kıdem tazminatı işverenlerin sırtında bir yüktü! İş yasalarında geçen kimi maddeler çok katıydı ve sermayenin dolaşımını, yani sömürüyü sınırlandırıyordu! Şu kör olası rekabet dünyasında işgücü maliyeti bu kadar yüksek olursa, hem yerli sermayedarlar yatırım yapmaz ve hem de yabancı sermaye ülkeye girmez, uluslararası rekabetin altında kalırdık!

İşte bu “bilimsel” bulgulardan yola çıkan “bilim adamları”, kıdem tazminatını fiilen kaldıran ve kuralsız-yasasız bir iş yaşamını yasa hükmü haline getiren bir iş yasası taslağı hazırladılar. Taslağın tek bir amacı vardı; işçi sınıfının yüzlerce yıllık mücadelesinin ürünü olan tüm kazanımları bir çırpıda yok etmek.

Bu sözde bilim adamlarının ortaçağın hak-hukuk tanımayan barbarca sömürüsünü, en “çağdaş” yasa olarak önümüze sürmeleri çok normal. Çünkü sermaye sınıfı, yalnızca siyasal iktidarı, yalnızca devlet gücünü, yalnızca basını elinde tutmuyor. O aynı zamanda bilgiyi de kendi tekelinde bulunduruyor. Nasıl ki makineler onların elinde bizi işsizler ordusuna katan canavarlara dönüşüyorsa, bilim de onların elinde insanlığa kan kusturan zulüm aracına dönüşüyor. Tabii yalnızca bilgiyi değil, bu bilginin taşıyıcısı olan ve kendilerine “bilim adamı” denilen insanları da kendi hizmetkârları haline getiriyorlar. Böyle olunca da, efendisinin hizmetkârı bu sözde bilim adamları için kölelik yasaları, en çağdaş yasalar oluyor.

AB kölelik dayatıyor!

Aylardır sermaye örgütleri, düzen partileri, burjuva basın, sendika ağaları ve bilumum emperyalizm işbirlikçisi, Türkiye’nin AB’ye girmesinin ülkenin tek kurtuluş yolu olduğunu propaganda ediyorlar. Sermaye medyası AB’ye girince milli gelirin ve kişi başına düşen gelirin katlanarak artacağı balonunu şişiriyor. Kimi çevreler ise AB’nin demokrasi getireceğini iddia ediyor. Oysa ki, emperyalist Avrupa tekelleri ülkemizi bir büyük pazar, ucuz işgücü cenneti ve egemenlik alanı olarak görüyor. Ülke kaynaklarını soyup soğana çeviren emperyalist tekellerdir. Tarımda yıkımı, her alanda özelleştirmeyi dayatanlar, ülkeyi borç batağına sürükleyip boğazımıza sarılanlar onlardır. Patlak veren krizler ve sefalet tablosu onların dayattığı İMF programlarının eseridir. Dün askeri işgallerle, kaba kuvvetle ülkeleri söm&uul;rgeleştirirlerken, aynı şeyi bugün işgal ve kaba kuvvetin yanısıra siyasi ve ekonomik dayatmalarla, İMF, DB programlarıyla gerçekleştiriyorlar. Tabii ki onlar bunu vurgun ve soygunun kırıntılarıyla besledikleri işbirlikçi sermaye iktidarına dayanarak yapmaktadırlar.

Emperyalistler, demokrasi deyince yalnızca kendileri için sınırsız bir sömürü özgürlüğünü anlıyorlar. Demokrasi getirmek, işçi haklarını geliştirmek şöyle dursun, AB ülkeleri kendi ülkelerinin işçi ve emekçilerinin yüzyıllar boyunca mücadele ederek elde ettikleri kazanımlara saldırıyor, demokratik haklarını kısıtlamaya çalışıyorlar. Son birkaç yıldır Avrupalı işçi ve emekçiler bu haydutların saldırılarını püskürtmek için kitlesel bir mücadele vermek zorunda kalıyorlar vb. Bunu kendi işçi sınıfına yapanlar bizim refahımızı niçin düşünsünler ki?

“Bilim Kurulu”nun hazırlamış olduğu kölelik yasa tasarısı da AB’nin dayatmalarından birini oluşturuyor. “Bilim Kurulu” hazırladığı saldırı maddelerini çoğunlukla “Avrupa Birliği Çalışma Müktesebatı”na dayandırmakta ve buna “Avrupa sosyal normlarına uyum” demektedir. Söz konusu yasa tasarısı, yapılan tüm sahte propagandaların aksine, işçi sınıfı ve emekçilerin geçmiştekine göre daha fazla yoksullaşmasının ve her türlü haktan yoksun ortaçağ kölelerine dönüştürülmesinin yolunu açıyor. Bu koşullarda eğer bir özgürleşme ve gelişme varsa, bu, sömürünün özgürleşmesidir. Birileri daha fazla gelişiyorsa bu, yalnızca emperyalist tekeller ve onların yerli işbirlikçileri için geçerlidir.

Kıdem tazminatı kaldırılıyor!

“Bilim Kurulu”nun hazırlamış olduğu “ İş Kanunu Ön Tasarısı” işçi sınıfının mevcut yasalardaki tüm haklarını rafa kaldırıyor. Bunlardan birisi de kıdem tazminatıdır.

Kıdem tazminatı, işçinin çalışma süresince yıpranması karşılığında işverenlerin ödemekle yükümlü oldukları bir tazminattır. Nasıl ki makinelerin yıpranması karşılığında işverenler amortisman ayırma yoluna gidiyorlarsa, yıpranması karşılığında işten çıkardığı zaman işçiye tazminat ödemek zorundadırlar. İşçi sınıfının “emeğin korunması” uğruna yüzyıllar boyunca verdiği mücadelenin kazanımlarından biri olan kıdem tazminatı, şimdi bir çırpıda kaldırılmak isteniyor.

“Bilim Kurulu” hazırlamış olduğu tasarıda, her ikisi de fiilen kıdem tazminatının kaldırılması anlamına gelen iki öneri sunuyor. Bunlardan birincisi, yeni bir fon oluşturularak kıdem tazminatının bu fona devredilmesi. “İş Kanunu Ön Tasarısı”nın 24. maddesinde söz konusu fon için ayrı bir yasa çıkartılması önerilmiş. Bilim Kurulu yasa tasarısına ek olarak “Kıdem Tazminatı Fonu Yasa Tasarısı” adı altında bir tasarıyı hazırlamış. Hem 24. madde ve hem de “Kıdem Tazminatı Fonu Yasa Tasarısı” kıdem tazminatının, “ölüm, emeklilik, malullük durumları ile adına 15 yıl prim ödenen işçinin isteği üzerine” prim usulü ile oluşturulan fondan ödenmesini öngörmektedir. Yani tasarıya göre, işten atılan işçilere kıdem tazminatı ödenmeyecek!

İşçinin kendi isteğiyle kıdem tazminatını alabilmesi için 15 yıl prim ödenmesi şart. İşveren 15 yıl prim ödemezse işçi kendi isteğiyle tazminat alamayacak. Böylece işverenlerin prim ödememesinin cezası da işçiye kesiliyor. Kıdem tazminatına hak kazanabilmek için geriye “ölmek, sakat kalmak ya da emekli olmak (ki mezarda emeklilik yasasıyla emeklilik hakkı da neredeyse kullanılamaz hale getirildi)” kalıyor. Ölünce, sakat kalınca ya da emekli olunca ise yalnızca işverenin ödediği prim yıl sayısına göre tazminat ödenecek. Eğer işçi kıdem tazminatı almaya hak kazanabilirse, kendisine primi ödenen her yıl için 30 günlük ücret ödenecek. Oysa daha önce kıdem tazminatına esas olan gün sayısı toplusözleşme yoluyla artırılabiliyordu. Örneğin toplusözleşme ile her yıl için 45 günlük ya da 60 günlük &uum;cret ödenmesi sağlanabiliyordu. Fon tasarısı ile artık bu da kaldırılıyor.

Fon tasarısı patronların istediği zaman işçi atmasını kolaylaştırıyor. Artık işten atılan işçiye ne patronlar tarafından, ne de fondan kıdem tazminatı ödenecek. Böylece işverenler işçi çıkartırken ellerini ceplerine atmak zorunda kalmayacaklar. İşverenlerin her ay için fona aylık ücretin %3’ü oranında prim ödemesi öngörülerek, mali yükümlülükleri de düşürülüyor. Patronların bir yılda ödeyeceği prim bir aylık ücretin ancak üçte biri oranında oluyor. Bunlar da yetmiyor, fon yönetimi işverenlere devrediliyor. Yönetimde işverenleri temsilen 2, hükümeti temsilen 1, işçileri temsilen ise 1 kişi bulundurulacak. Yani 4 kişilik fon yönetiminden 3’ü işveren kanadı olacak.

“Bilim Kurulu”nun ikinci önerisi ise, mevcut sistemin korunarak her yıl için ödenen kıdem tazminatı tutarının 15 günlük ücrete indirilmesi. Bununla birlikte aynı işyerinde 10 çalışma yılını ve 50 yaşını dolduran işçi kendi isteğiyle kıdem tazminatı alabilecek. İşten atıldığında kıdem tazminatı alabilmek için, işçinin aynı işyerinde kesintisiz olarak en az 1 yıl çalışmış olması ve mevcut yasadaki 17. maddeden atılmamış olması gerekiyor. Fakat birazdan göreceğimiz gibi, iş sözleşmelerine ilişkin yapılması önerilen değişikliklerle, bırakın işçinin aynı işyerinde 10 yılı ve 50 yaşını doldurarak kendi isteğiyle tazminat almasını, kesintisiz 1 yılı doldurarak işten atıldığında tazminat alması bile imkansızlaşıyor. Bugün de çoğunluğumuz ya hiç sigortamız olmadığı için, ya da aynı işyerinde aralıksız 1 yılı tamamlayamadığımıziçin veya 17. maddeden işten atıldığımız için kıdem tazminatı alamıyoruz.

Kıdem tazminatını yeni tasarıyla fiilen kaldıran “Bilim Kurulu”nun gerekçesi şöyle: “Gerçekten zamanla işletmeler için ağır bir yük haline gelen kıdem tazminatı, özellikle ekonomik kriz dönemlerinde işverenlerin ödeme güçlüğü içine düşmesine neden olmuştur.” Patron örgütleri son iki yıldır sahte iş güvencesine karşılık, kıdem tazminatının kaldırılmasını istiyorlar ve sözde “işsizlik sigortası”nın varlığını gerekçe gösteriyorlardı. “Bilim Kurulu” da aynı gerekçeleri ileri sürüyor. Oysa son iki yılda 2 milyon işçi işten atıldı, ama “işsizlik sigortası”ndan faydalananlar parmakla sayılıyor. İş güvencesi dedikleri ise herhangi bir iş güvencesi getirmediği gibi toplu işten atmaların önünü açıyor. Bunlar bir yana, kıdem tazminatı işçiye, işsiz kaldığı sürlerde geçinebilmesi için değil, aynı patrona çalıştığı sürelerde fiziksel ve moral açıdan yıpranmasının karşılığı olarak veriliyor.

“Bilim Kurulu”nun gerekçesi, sermayenin gerçek amacını ortaya koyuyor: Kıdem tazminatını kaldırmak! İster “Bilim Kurulu”nun bu iki önerisinden biri olsun, isterse kıdem tazminatına ilişkin mevcut düzenleme korunsun, her durumda kıdem tazminatı kalkmış oluyor. Çünkü “İş Kanunu Ön Tasarısı”nın iş yaşamında getirmek istediği değişiklikler, mevcut düzenleme korunsa bile, kıdem tazminatı almaya hak kazanmayı imkansızlaştırıyor.

Amele pazarının yerini “ödünç işçi borsası” alıyor...

İş Yasası Ön Tasarısı “ödünç işçi” adı altında yeni bir kavram getiriyor. 8. madde “ödünç iş ilişkisi” başlığını taşıyor. Buna göre, bir işveren işçisini bir başka işverene ödünç olarak verebilecek. Bunu yapabilmesi için tek şart “işçinin rızasını almak!” Yani işçi kabul etmezse işveren onu “ödünç” veremeyecek! Peki ama, hiçbir işçi ödünç verilmeyi istemeyeceğine göre böyle bir madde koymanın anlamı ne? “İşçinin rızası” sözcüğü ile işçilere oyun oynanıyor. Çünkü, onlar da biliyor ki, her gün işten atılma korkusu yaşayan işçilerin patronların teklifini reddetme şansları yok. Eğer bu tasarı yasalaşırsa, biz işçiler bir o patronun emrine, bir bu patronun emrine gireceğiz. Bir o fabrikaya, bir bu fabrikaya, oradanoraya sürüleceğiz.

Ama iş yasası tasarısı bununla da sınırlı kalmıyor. Özel İstihdam Büroları adı altında, işçi satımıyla uğraşacak bürolar yaratılıyor. Bu bürolarda köle alım-satımı gibi, işçi alım-satımı yapılacak. İşverenler bu bürolardan borsadan hisse alır gibi işçi alacaklar. 3-5 gün ya da birkaç ay çalıştırıp sonra geri iade edecekler. Bu büroların sahipleri ise mal alıp satan tüccarlar gibi işçi alıp satarak para kazanacaklar. Ödünç işçiler bir orada bir burada çalıştırılacağı için ne sendikal haklardan, ne de sosyal haklardan yararlanabilecekler.

Ama köle pazarında alınıp satılmak da yetmiyor. Özel İstihdam Büroları ve “ödünç işçi” kavramı ile işçilerden grev kırıcısı olmaları isteniyor. Çünkü 8. madde, “ödünç alan işveren grev ve lokavt aşamasına gelen bir toplu iş uyuşmazlığının tarafı ise, işçi grev ve lokavtın uygulanması sırasında onun yanında çalışmayabilir” diyor. Oysa grevin olduğu yerde işverenin dışardan işçi getirip çalıştırması yasak. Ama 8. madde, işçiye işverenin suçuna ortak olup, istersen grev kırıcılığı yapabilirsin diyor. İstemezse ne olur? Asıl patronu ona haddini bildirir tabii ki!

Görülüyor ki, ödünç işçi kavramıyla hem alınıp satılan modern kölelere dönüştürülüyoruz, hem de kendi sınıfımıza karşı kullanılmak isteniyoruz.

Taşeronlaştırma yasalaşıyor!

Tasarının 1. maddesinin (ç) fıkrasında “alt işveren-asıl işveren ilişkisi” adı altında taşeronlaştırma yasallaştırılıyor. 6. maddede ise “işyerinin veya bir bölümünün devri” düzenleniyor. İşveren asıl işin bir bölümünü veya yardımcı işi alt işverene verilebiliyor, ya da işyerinin bir bölümünü tamamen başkasına devredebiliyor. Örneğin imalat kısımlara ayrılıp buralarda yürütülen işler başkasına verilebiliyor, ya da tümüyle imalat parçalara ayrılıp başka işverenlere devredilebiliyor. Eğer işi başkasına yaptırıyorsa buna “asıl işveren-alt işveren ilişkisi” deniyor, yalnızca işi değil de beraberinde işyerinin bir bölümünü de devrediyorsa buna da “işyerinin bir bölümünün devri” deniyor. Böylece bir fabrika onlarca parçaya bölünebiliyor. Taşeronlaştırma bugün de işçi sınıfını örgütlenmesinin önündeki en büyük engel. İşçiler aynı fabrikada farklı patronların emri altında çalıştırılarak birbirinden koparılıyor. Böylece sendikalaşma mümkün olmadığı gibi, ortak davranış göstermek de zorlaştığından işçiler, sefalet ücretlerine, hak yoksunluğuna ve patronların her türlü dayatmasına boyun eğmek zorunda bırakılıyor. Büyük çoğunluğumuz bugün, aynı fabrikada farklı patronların emri altında çalışıyor gösterildiğimiz için sendikalarda örgütlenme cesareti gösteremiyoruz. Yeni iş yasası tasarısıyla bu durum yasal hale getiriliyor.

Patron istediği şekilde işe alıp,
istediği zaman işten atabiliyor!

10. maddede “iş sözleşmeleri belirli veya belirsiz süreli, tam süreli veya kısmi süreli yahut deneme süreli ya da diğer türde oluşturulabilir” deniyor. Yani işveren işçiyi istediği isim altında çalıştırabilir. Örneğin patron işçiyi günde 2 saat ya da haftada 2 gün çalıştırıyorsa kısmi süreli, en çok iki ay çalıştırıyorsa deneme süreli, eğer çalışma süresi belirlenmişse (6 ay, 5 yıl gibi) ya da iş sözleşmesi bir işin bitirilmesine bağlanıyorsa veya işin kendisi geçici ise (inşaat işleri ya da mevsimlik işler gibi) buna belirli süreli iş sözleşmesi deniyor. Zaten bir önceki madde işverene 2 ay boyunca işçiye çalışma koşullarına ilişkin herhangi bir şey söylememe hakkı verdiği için, işverenler iş sözleşmesini tek taraflı belirleyebiliyorlar. 15. maddede ise “çağrı üzerine ¸alışma” getiriliyor. Bu madde ile işçi, işveren gel dediği zaman çalışan, git dediği zaman giden köleye dönüştürülüyor. Bunların dışında “diğer türde” kavramı ile yasada sayılanların dışında da farklı türlerde iş sözleşmeleri yapılabileceği hükme bağlanıyor. Örneğin iş olduğu zaman çalışılıp, iş olmayınca çalışılmayacak türde bir iş sözleşmesi d¨zenleyip adına “kayan zamanlı çalışma” denebilir. Tüm bu düzenlemelerle aslında işçinin çalışma şartları işverenin keyfine bırakılıyor.

Patron istediği zaman işten atabiliyor,
ama adı iş güvencesi oluyor!

Yukarıdaki düzenlemelerde de görüldüğü gibi, işverene “işten atma” konusunda her türlü kolaylık sağlanıyor. Ama 19. madde iş güvencesi getirildiğini iddia ediyor. İş güvencesi dedikleri de, patronunun işten atarken “haklı bir nedene dayanması” zorunluluğu oluyor. Ama aynı madde bu zorunluluğu sadece 10 veya daha fazla işçinin çalıştığı yerler için getiriyor. Yani 10 kişiden az işçinin çalıştığı yerlerde patron işten atarken herhangi bir gerekçe göstermek zorunda değil.

İkinci olarak, patron yalnızca “belirsiz süreli iş sözleşmesi” ile çalıştırdığı işçiyi çıkartırken haklı neden bulmak zorunda. Yani eğer işçi belirli bir süre ile ya da belirli bir işin bitirilmesi şartı ile çalışıyorsa (çalışma 6 ay, 3 yıl gibi bir zamana bağlanmış ya da iş geçici, mevsimlik vb. ise), işten çıkartırken patronun gerekçe göstermesi zorunlu değil.

Üçüncüsü, patronun işten çıkardığı “belirsiz süreli iş sözleşmesi” ile çalışan işçinin, o patronun emrinde en az 6 ay çalışmış olması gerekiyor. Yani 6 ayı doldurmamışsa, işten atarken herhangi bir gerekçeye gerek kalmıyor. Bunların yanı sıra “deniz ve hava taşıma işlerinde, tarımda, ev işlerinde çalışan işçiler ve gazeteciler” de kapsam dışında bırakılmış. Bu işlerde çalışan işçileri işten atarken de “haklı neden” bulmaya gerek yok.

Dördüncüsü, patronun haklı neden bulmaktan kurtulması için, işçiyi işe alırken iş sözleşmesini belirli bir süreye ya da başka bir şarta bağlaması yeterli. Eğer tasarı yasalaşırsa ‘belirsiz süreli iş sözleşmesi’ ile çalışan tek bir işçi bile kalmayacaktır.

Tüm bunların yanı sıra tasarı, işçi “belirsiz süreli iş sözleşmesi” ile çalışsa bile, işçinin “yetersizliğini, davranışlarını ya da işyerinin veya işin gereklerini”, işten atmak için yeterli görüyor. Yani işveren mali sıkıntı, üretimin düşmesi vb. nedenlerle belirsiz süreli iş sözleşmesi ile çalışan işçiyi işten çıkartabilecek. Bu durumda patron istediği zaman işçiyi çıkartabilecek! Diyelim ki, tüm bunlara rağmen, bol bol haklı neden varken patron “haksız” yere işçiyi işten çıkardı. O zaman ne olacak? İşçi mahkemeye başvuracak. Olur da mahkeme işçiyi haklı bulursa işveren, ya işçiyi geri işe alacak, ya da mahkemenin belirleyeceği 6 ila 12 aylık ücret arasında belirlenmiş bir ücreti tazminat olarak işçiye ödeyecek. İş güvencesi dedikleri işte bu!

Ama saldırı bununla da sınırlı değil. Tasarının 31. maddesi ile işverenlere toplu işten çıkarma hakkı veriliyor. “Ekonomik, teknolojik, yapısal ve benzeri işletme, işyeri ve işin gerekleri sonucu” toplu işçi çıkarma yoluna gidilebiliyor. Sendika ağalarının iki yıldır işçileri oyaladığı, patronların da kıdem tazminatını kaldırmak ve esnek çalışmayı yasalaştırmak için pazarlık konusu yaptıkları “iş güvencesi” bu oluyor. Patronların işten çıkarma hakkı genişletiliyor ve bu bize “iş güvencesi” diye yutturulmak isteniyor. Görülüyor ki, “iş güvencesi” sözcüğü, mevcut kazanılmış haklarımızı pazarlık konusu yapmak için ortaya atılmış içi boş bir argümandan başka bir şey değil!

Bugün tasarının sözde iş güvencesine ilişkin maddeleri, İş Güvencesi Yasası diye tanımlanan ayrı bir yasa olarak çıkmış bulunuyor. İş Güvencesi Yasası’nın, İş Kanun Ön Tasarısı’ndaki düzenlemelerden pek farkı yok. Tek fark tarım ve basın işçilerinin de iş güvencesi kapsamına alınması. İş Güvencesi Yasası çıkartılarak aslında İş Kanunu Ön Tasarısı’nın bir kısmı yasalaşmış oluyor. Bundan sonra geriye kıdem tazminatını kaldıracak ve esnek çalışmayı yasalaştıracak düzenlemelerin yapılması kalıyor. Bu yüzden İş Güvencesi Yasası’nın yürürlük tarihi 15 Mart 2003’e atıldı. Bu süre içerisinde İş Kanunu Ön Tasarısı da yasalaştırılacak, İş Güvencesi Yasasıyla verilen sınırlı haklar, kepçeyle geri alınacak.

(Devam edecek...)