16 Temmuz 2005
Sayı: 2005/28 (28)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist ve faşist teröre karşı devrimci sınıf mücadelesi!
  “Teröre karşı mücadele” adı altında polis devleti uygulamaları!
  Emperyalist haydutları altedecek biricik gerçek güç devrimci sınıf şiddetidir
  Rüzgar ekenler fırtına biçmeye mahkumdur!
  Saldırının asıl sorumlusu Bush ile “fino
köpeği” Blair’dir!
Uygar dünyanın barbarları insanlığın
ayakları altında ezilecek!
Emperyalist köleliğe,
kapitalist sömürüye hayır!
  Telekom işçilerinin eylem günü...
19 Temmuz’da iş bırakarak alanlara!
  Telekom işçilerinin mücadele eğilimi
kırılmaya çalışılıyor... Yağmacı şirketin
“tensikat olmayacak” yalanı!
  Erdemir’de yağmadan pay kapma savaşı başlıyor!
  Kamuda toplu görüşme süreci yaklaşıyor
  Tayyip Erdoğan’ın yeni ABD gezisi…
Her alanda uşaklık çizgisine devam!
  Yargının bağımsızlığı üzerine tartışmalar; Adaleti mülkün temeli olan yargı bağımsız olamaz!.
  Kürt hareketinde İmralı süreci ve Türkiye’de Kürt sorunu/2 (Orta sayfa)
  Kaybedenler kaybedecek!
  İstanbul F tipi cezaevi kentine dönüştürüldü...
Hiçbir önlem çürümüş düzeninizin
yıkılışını önleyemez

  G-8 kimi kurtaracak? Kan emiciler yoksullara yardım edemez!

  G-8 Zirvesi ve Afrika gerçeği... Ya kapitalist barbarlık, ya sosyalizm!
  Mamak II. Kültür Sanat Festivali hazırlık çalışmaları başladı...
  Tekstil işçileri dayanışma pikniğinde
buluştu!
  Bültenlerden/ Genç İşçi
  Bültenlerden/ Çiğli İB
  Çiğli Organize’de yaşanan grevler ve
sorumluluklarımız
  14 Temmuz Direnişçiliği ve bugün..
  Rıfat Ilgaz’ın anısına...
  Ankara Sendika Şubeleri Platformu’nun
mücadele ve eylem planı
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Kürt hareketinde İmralı süreci ve Türkiye'de Kürt sorunu/2

H. Fırat

Ulusal Sorun ve Kürt Hareketi” başlıklı dizi yazımızın İmralı süreci ve Türkiye'de Kürt Sorunu konulu yeni alt bölümüne geçen sayımızda ulusal sorun konulu bir konferansın bu kapsamdaki kayıtlarıyla başlamıştık. Bu sayıda ikinci bölümünü sunduğumuz bu kayıtlara bir sayı daha devam edeceğiz ve ardından dizi yazımızı konuya ilişkin yeni değerlendirmelerle sürdüreceğiz.

Ulusal sorun özünde sınıfsal bir sorundur; kaynağı bakımından olduğu kadar çözüm dinamiği bakımından da bu böyledir. Ulusal sorunu gerici ya da reformist bir bakışaçısıyla ele alabileceğiniz gibi devrimci sınıf bakışaçısıyla da ele alabilirsiniz, bunların her biri farklı sınıfsal konum, çıkar ve hedeflerin yansıması olur. Bir türlü bakarsanız olayı bir biçimde, öbür türlü bakarsanız bir başka biçimde görür, sorunun çözümüne de buna göre yaklaşırsınız. Kürt hareketi ve onun Türkiye solundaki kuyrukçu uzantıları ulusal sorunu sınıf barışının ve giderek işbirliğinin bir dayanağına çevirdiler. Sorun ulusal sorundur, sözkonusu olan ulusal bir harekettir, bu durumda ve zeminde meselelere başka türlü yaklaşılır mantığı, buna dayalı argümanlar, Kürt sorununda devrimci ilkelerden ve tutumdan kopmanın, sınıf bakışaçısını bir yana bırakmanın dayanağı haline getirildi.

Ulusal hareketin ulusal sorundaki devrimci konumu, soruna devrimci bir bakışaçısıyla yaklaşıyor olmasından ve dolayısıyla çözümünü devrime bağlı olarak ele almasından gelir. Ne kendi başına duygusal niyetler ve ne de mücadele yöntemi olarak silahlı mücadeleyi seçmiş olmak kimseyi, dolayısıyla da bir ulusal hareketi kendi başına devrimci yapmaz. Silah bir araç, silahlı mücadele bu araca dayalı bir yöntemdir, belirleyici olansa program ve bunun ürünü politik çizgidir. Silah, buna dayalı mücadele yol ve yöntemleri devrimci politikanın bir aracı olabileceği gibi reformist ya da dosdoğru gerici politikanın da bir aracı olabilir. Bunu görebilmek için günümüz dünyasına bile şöyle bir bakmak yeterlidir. Bunu görebilmek için tepeden tırnağa silahlı olan ve uzun onyıllarını silahlı mücadele içinde geçirmiş bulunan Barzani ve Talabani hareketlerine bakmak bile yeterlidir.

Yineliyorum, sorunun özü bakışaçısı, program ve siyasal çizgiyle ilgilidir. Bir akım ulusal sorunla ilgili olarak devrimci bir programla ortaya çıkmak iddiasındaysa, bu, ulusal sorunda devrimci sınıfsal bir bakışaçısıyla hareket etmeye çalıştığını, sorunu alt sınıfların çıkarları ve bakışaçısı üzerinden ortaya koymaya ve çözmeye çalıştığını gösterir. Biz bunu Türkiye'nin son 20 yılına damgasını vuran Kürt hareketinde yazık ki göremedik. Kürt sorunu zamanında belki devrimci bir söylemle ele alındı ama devrimci bir program ve stratejiyle asla değil. PKK'nin temsil ettiği Kürt hareketinde alt sınıfların çıkarlarını esas almak, strateji ve politikalarını buna dayandırmak anlamında bir devrimci sınıf bakışı ve kaygısı işin aslında yoktu, daha doğrusu zamanında, ‘80 öncesi dönemde, bir iyi niyet beyanı olarak bu açıdan ortaya konulmuş olanlar ‘80'li yılların ortasından itibaren, ki bu silahlı mücadele dönemi oluyor, gerçekte bir yana bırakıldı. Biz komünistler bunu Ekim 1. Genel Konferansı'ndaki o ilk değerlendirmelerimizde yeterli açıklıkta ortaya koyduk ve bunun yolaçacağı muhtemel risklere aynı açıklıkla döne döne işaret ettik. Kürt hareketinin genel bir ulusal söylemi esas alarak sınıfsal yaklaşımlardan uzak durduğunu, Kürdistan'da sınıf savaşımını geliştirmek için bir çaba içerisinde bulunmadığını, ulusal istemler doğrultusunda Kürt köylülüğünü şu veya bu ölçüde seferber ettiğini ama bunun aynı zamanda Kürt toprak ağalarına, aşiret reislerine karşı bir seferberlik anlamına gelmediğini, burada bunlardan bir kopma yaşanıyorsa bile bunun kendiliğinden yolların ayrılması biçiminde yaşandığını erken bir zamanda vurguladık. Daha sonra, asıl olarak da EKİM 3. Genel Konferansı'nda, ki bu 1994 yılı başı oluyor, bu meselenin üzerine daha açık bir tutumla gittik.

Şimdi dönüp bu açılardan Kürt hareketini yeniden sorgulamak gerekir. PKK ne ölçüde devrimciydi, onun devrimciliğinin sınırları ve ayırdedici yönleri nelerdi, Kürt ulusal sorununu devrimle ve alt sınıfların çıkarları doğrultusunda çözmeye çalıştığının göstergeleri nelerdi diye sormak ve gerçek durumu daha dikkatli bir biçimde yeniden irdelemek gerekir. Eğer Kürdistan'da alt sınıflar, köylülük ve kent emekçileri, aynı zamanda büyük toprak sahiplerine, aşiret reislerine ve elbette burjuvaziye karşı sınıfsal bir mücadele içinde de seferber edilmemişse, ulusal sorunda devrimci çizgi üzerine onca lafın gerçek yaşamda bir karşılığı yok demektir. Bunun yapılmadığını, bunun yerine şu veya bu aşiret reisi, korucu çetesi ya da “ulusal hain” ailenin hedef alınmak yoluna gidildiğini biliyoruz. Buradaki ölçünün ise sınıfsal değil en dar anlamda siyasal olduğunu, karşıya alınanın sınıf ya da sınıflar değil fakat bireyler, aşiret grupları ya da aileler olduğunu da biliyoruz. Bunun devrimci sınıf mücadelesi bakışaçısıyla, ulusal sorunda devrimci çözüm çizgisiyle bir ilgisi yok haliyle. Sorun sömürgeciliğin sosyal-sınıfsal dayanaklarına, yani Kürtler'in egemen düzenle bütünleşmiş, onunla çıkar ve kader birliği içindeki egemen sınıf kesimine karşı, ki bu büyük burjuvazi ve toprak sahipleri, yani belirgin bir sınıfsal kesim demektir, bir sınıf mücadelesi olarak ele alınmadı.

Bu aynı tutum yansımasını Türkiye'deki genel sınıf mücadelesine yaklaşımda da gösterdi, tümüyle doğal ve mantıksal olarak. Türkiye'deki sınıf mücadelesi içinde belirgin bir taraf olmak ve saf tutmak, bu saf tutuş içerisinde Türkiye işçisi ve emekçisiyle buluşmak ve kaynaşmak bakışaçısı ve dolayısıyla pratiği ile hareket edilmediğini de biliyoruz. Böyle olduğu bir durumda da, bu mücadelenin ne ölçüde bir devrimci programla, devrime dayalı bir bakışaçısıyla yürütüldüğü sorunu kendiliğinden karşımıza çıkıyor. Erken bir tarihten itibaren, neredeyse silah patlatıldığı andan itibaren böyle bir bakışaçısından yoksunlukla hareket edilmiştir. Söylemde, düşmanların tanımında, genel propagandada belki devrimci retorik epey bir süre için korunmuştur, ama yürütülen mücadelenin mantığına ve içeriğine, o çerçevede geliştirilen politikalara, izlenen taktiklere baktığımız zaman, ulusal savaşı bir sınıf bakışaçısıyla, sınıf savaşı mantığıyla yürüten bir devrimci tutumun olmadığını görüyoruz.

Kürt hareketi alt sınıflara dayalı bir hareket oldu uzun yıllar boyunca, ki zaten bu işin yükünü her zaman alt sınıfları çekiyor. Devrimci dinamizmi, savaşma kapasitesini bu emekçi katmanlar ortaya koyuyor. ‘91 yılı başına ait EKİM 1. Genel Konferansı değerlendirmeleri, yürütülmekte olan mücadelenin alt sınıflara dayandığını, bundan gelen bir devrimci dinamizmi bulunduğunu, ulusal sorunu ve istemleri kendi sınırları içerisinde ortaya koyduğunu, ama sosyal ve sınıfsal sorunlara hiçbir biçimde dokunmadığını, halihazırdaki mücadelenin bu anlamda bir sosyal-sınıfsal boyut taşımadığını, bunun hareketin en belirgin zaafı olduğunu açıklıkla ortaya koymaktadır. Süreklileşen, hareketi en dar anlamda ulusal istemlere indirgeyen bu zaafın kaçınılmaz olarak yolaçtığı ve açacağı sonuçları temel çizgiler halinde EKİM 3. Genel Konferansı değerlendirmeleri ortaya koyuyor.

Sınıfsal bakışın olmadığı, ulusal sorunun salt ulusal istemlere dayalı olarak ele alındığı ve böylece mücadelenin de bütün ulusu kucaklayacak tarzda yürütüldüğü bir durumda sınıf işbirliğine, aynı anlama gelmek üzere reformizme geniş bir alan açılır ve bu iş kaçınılmaz olarak sistemin içine gider. Sınıf savaşımının olmadığı yerde sınıf barışı ve işbirliği olur. Kendi burjuvazinize silah çekmiyorsanız, yani ona karşı sınıf savaşı geliştirmiyorsanız, bunu da ulusal hareket olmakla gerekçelendiriyorsanız, bu aynı gerekçe çok geçmeden kaçınılmaz olarak sizi onun desteğini aramaya ve almaya götürür. Zamanla da desteğini şu veya bu sınırlarda vereni kendinizden saymaya başlarsınız. Somut olarak baktığımızda bunun böyle yaşandığını görüyoruz. Yeter ki hayırhah bir tavır alınsın, tarafsız olunsun ya da yalnızca öyle görünsün, o andan itibaren Kürt burjuvazisi ulusal hareketin bir parçası sayılmıştır. Ve bu tutum hep de, “ama bu ulusal bir harekettir” diye gerekçelendirilmiştir. İyi de bu ulusal hareketi Barzani gibi bir gericinin kafasıyla yönetmek mümkün, Burkay gibi bir reformistin kafasıyla yürütmek mümkün, ama bir devrimci kafasıyla yürütmek de mümkün. Ulusal sorun demek her türlü sınıf barışına, bu anlamda liberal sınıf işbirliği çizgisine açık olmak değildir ki. Devrimci bir ulusal hareket sosyal devrim stratejik hedefi güden devrimci bir sınıfsal harekete göre elbette çok daha geniş güçleri kapsayabilir ve bunun gerektirdiği daha büyük bir politik esneklik ve manevra alanına sahiptir. Fakat bu hiçbir biçimde sınıf bakışaçısının bir yana bırakılması ve sınıf işbirliğine ulusal dava adına sınırsızca bir alan açılması anlamına gelmez. Yalnızca ulusal hareketin daha geniş güçleri harekete geçirebilmek olanağına sahip olduğunu anlatır. Siz devrimci sınıf bakışaçınızı koruduğunuz halde mücadelede bunu başarabilirsiniz, ara güçlerden, orta sınıflardan daha geniş kesimlerin desteğini alabilirsiniz ya da onları tarafsızlığa itmeyi başarabilirsiniz. Bu kadar ama. Oysa Kürt hareketinde durumun böyle olmadığını görüyoruz.

Bunun böyle ele alınmadığı yerde, kendi burjuvazinizle sınırsız bir uzlaşma ve işbirliği aradığınız zaman, bu çok geçmeden sömürgeci burjuvaziyle de kurulu düzen zemininde benzer uzlaşma arayışını beraberinde getirir. Bunu ise doğal ve mantıksal olarak emperyalist sistemle, kapitalist-emperyalist dünya düzeniyle uzlaşma, giderek onunla bütünleşme tamamlar. “Siyasal çözüm” arayışı özünde bu yönelimin ifadesiydi ve biz buna erken bir tarihte işaret edip bu yönelimi sistemli biçimde eleştirdik.

Bu aynı gerçeğin öte yüzünde ezen ulusun işçi ve emekçilerinden kopmak vardır. Devrimci bir sınıfsal kaygının olmadığı bir durumda egemen ulusun işçi ve emekçilerini kazanmak gibi bir kaygı da olmaz haliyle. Soyutta siz onların sizi desteklemesini isteyebilirsiniz, ama bu istem kendi başına bir sonuç yaratmaz. Önemli olan o desteği olanaklı kılacak bir strateji ve bunu somutlayan politikalar, taktikler izleyebilmektir. Buna uygun bir stratejik çizgi izlemek, buna uygun taktikler, bunun gerektirdiği politikalar geliştirmek ve izlemek demektir. Oysa siz Türkiye'deki sınıf mücadelesinden kaçmakla kalmıyorsunuz, Türk işçisini ve emekçisini de kendi burjuvazisinin kollarına itecek, şovenizmin tuzağına düşmesini kolaylaştıracak bir sürü hatayı, hatta birçok durumda saçmalığı da kolayca ve sorumsuzca yapıyorsunuz. O zaman ezen ulus işçisi ve emekçisinin desteğini de alamıyorsunuz. Türkiye'de devrimci sınıf mücadelesinin gelişmesini kolaylaştıracak politikalar izlemek bir yana onu zora sokan, büyük kentlerdeki Kürt işçisini ben Kürdistan'daki ulusal mücadeleyi destekliyorum adı altında edilgenleştiren ve içine kapatan, Türk işçisinin ise Türk şovenizminin kucağına düşmesini kolaylaştıran politikalar izliyorsunuz. Dolayısıyla Türkiye'deki sınıf mücadelesinin gelişmesine katkı bir yana onu kendi cephenizden zaafa uğratan, bu noktada Türk burjuvazisinin ve devletinin işini bir hayli kolaylaştıran bir çizgi ve tutum izliyorsunuz.

Sonuç ne oldu? Sonuç önce son derece masum bir söyleme dayalı “siyasal çözüm” arayışı oldu. Biz komünistler daha en baştan bu arayış sistemle barışmaya ve bütünleşmeye götürür dedik. Nitekim sonuçta götürdüğü yer tamı tamına bu oldu. Götürmesi ne rastlantıydı ve ne de beklenmedik yeni gelişmelerin bir sonucuydu. Abdullah Öcalan yakalanmasaydı da götüreceği yer özünde aynı idi. Nitekim yakalanmadan önce bu doğrultuda epeyce bir yol zaten alınmıştı, ki bu Abdullah Öcalan'ın da İmralı savunmalarındaki en temel iddialarından biriydi. Ama eğer Abdullah Öcalan yakalanmasaydı, düzenle bu barışma ve bütünleşme İmralı türünden değil de örneğin bugün PWD'nin yaptığı türden olurdu. Sırtını ABD'ye ya da Avrupa'ya dayamak çizgisine kayılır, buradan gerisin geri Türk burjuvazisi ile uzlaşma ve anlaşma aranırdı. Tamı tamına bugün PWD'nin yapmaya çalıştığı gibi. Yani daha İmralı öncesinde iş devrimci mecrasından zaten çıkmış, devrimci amaç, hedef ve kaygılar tümüyle bir yana bırakılmıştı.

Süreç somutta İmralı üzerinden işledi ve hareket gelip teslimiyet temelinde sistemin içine gömüldü. Bunu alınan tutumun, yapılan yeni tercihin teorisini yapmak izledi. İmralı savunmalarında 20. yüzyılın sonunda demokratik uygarlık büyük bir zafer kazanmıştır denilmişti. Bununla, demokratik uygarlık söylemiyle, Amerikan emperyalizminin liderliğindeki kapitalist-emperyalist sistemin kastedildiğini biliyoruz. Sosyalizm yenilmiştir ve karşılığında kapitalizm büyük bir zafer kazanmıştır, İmralı savunmalarında altı çizilen ve olumlanan gelişme bu. Nasıl ki burjuvazi kendi zaferini kapitalizmin zaferi değil de demokrasinin ve piyasa ekonomisinin zaferi diye sunuyorsa, yani ideolojik manipülasyon kavramları kullanıyorsa, aynısını Abdullah Öcalan yapıyor, kapitalizmin zaferini “demokratik uygarlığın zaferi” olarak sunmayı tercih ediyor. Kapitalist barbarlığı “demokratik uygarlık” olarak kodlama yoluna gidiyor. Daha en baştan İmralı savunmaları üzerinden bir saf değiştirmeydi bu. Bu yol tutulduğu andan itibaren de cepheden devrime, sosyalizme ve Marksizme saldırı başladı. Başlaması gerekiyordu, zira tutulan yeni yolun, girilen yeni safın en temel gereklerinden biri, belki de birincisiydi. Sonrasını biliyoruz...

***

İmralı teslimiyeti, Türk burjuvazisi ve devleti için Kürt sorununun bunaltıcı ağırlığı altında geçen uzun yılların ardından yakaladığı son derece önemli bir moral ve siyasal üstünlük oldu. Türk burjuvazisi bu vesileyle köklü bir devlet geleneğinden gelmiş olduğunu da bir yanıyla kanıtlamış bulunuyor. Abdullah Öcalan'ın yakalanması ile birlikte Kürt hareketine siyasal ve moral açıdan büyük bir darbe vurulduktan, burjuva gericiliği bu sayede büyük bir özgüven kazandıktan sonra, burjuvazi adına devleti yönetenler şu soruyla karşı karşıya kaldılar: Peki uzun mücadele sürecinin yarattığı ilerici ulusal birikim ne olacak? Zorlu ve büyük umutlar ve beklentilerle dolu bir mücadele içinde oluşmuş ve gelişmiş bulunan ulusal siyasal bilinç ve kimlik nasıl dumura uğratılacak, ulusal bilince temel oluşturan ilerici-devrimci değerler nasıl öğütülüp etkisizleştirilecek, düzen için sorun olmaktan çıkarılacak?

Abdullah Öcalan'ı fiziki olarak ortadan kaldırmak da mümkündü, siyaseten bitirmek de... Ama devlet bu yolu tutmadı, zira teslimiyetçi çizgiyi yakalanmasının hemen ardından benimsemiş bir Abdullah Öcalan siyaseten Türk devletine gerekli idi. Kırk yıllık yeniden uyanış sürecinin ve yirmi yıllık başkaldırının yarattığı koca bir birikimin politik ve moral bakımdan üstesinden gelebilmek bunu, bu konuda dikkatli ve hesaplı olmayı gerektiriyordu. Son 6 yıldır üzerine bolca tartışma ve spekülasyon yapılan İmralı gerçeği buradaki temel yaklaşımla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Abdulah Öcalan'ı siyaseten bitirebilir, hiç değilse etkisizleştirebilirsiniz, peki ama Kürt sorunu ve bu sorundan beslenen birikim yerli yerinde durduğu sürece neyi çözmüş olursunuz ki? Üzerine çokça tartışılan İmralı olayının gerisinde işte bu sorularda saklı gerçekliğin kendisi var.

İmralı teslimiyeti, Kürt sorunu ve birikiminin Türk burjuvazisi ve devleti için tehlike olmaktan çıkarılması vaadinde ve çizgisinde ifadesini buluyordu. Mevcut cumhuriyeti kendi temelleri üzerinde benimsemek ve belli sınırlar içinde demokratikleştirmek programı bunu anlatıyordu. Devrime, sosyalizme ve ulusal sorunda devrimci programa karşı yıllardır sürdürülmekte olan ideolojik saldırının gerisinde bu var. Devrime ve sosyalizme yöneltilen saldırı Kürt hareketini düzen karşıtı gelenekten tümüyle koparmak, bu arada olanaklıysa Türkiye devrimci hareketinin bir kesimini de düzenle barıştırmak, ulusal sorunda devrimci programa saldırı ise Kürt halkının istemlerini ve dolayısıyla Kürt sorununun çözümünü devletin “kırmızı çizgileri”yle bağdaştırmak amacını gütmekteydi, halen de bu aynı amaçları gütmektedir. Son altı yılda bu hedefler doğrultusunda büyük mesafeler alındığını biliyoruz. Kürt hareketinin tarihi, siyasi ve moral kazanımlarına büyük darbeler vuruldu. Devrimci demokratik bilinç büyük oranda kırıldı, siyasal özgürlük ve eşitlik bilinci güdükleştirilip bulanıklaştırıldı, tarih bilinci alanında büyük karışıklıklar yaratıldı, vb., vb...

İlk İmralı savunmalarından beri ve gelinen yerde Kürt sorunu artık alt kültürel kimlik derekesine indirilmiş bulunuyor. Özü ve esası yönünden tümüyle siyasal bir sorun olan ulusal sorunu salt kültürel haklara indirgemek, İkinci Enternasyonal'in ulusal sorundaki reformizminin yeni bir versiyonundan başka bir şey değildir, bunu hep vurguluyoruz. İkinci Enternasyonal'in sorunu ele alışı o döneme ilişkin özgünlükler de taşıyor kuşkusuz. Ama şu temel noktada program aynı; egemen ulusun siyasal ayrıcalıklarına dokunulmayacak, ama ezilen ulusa kendi kültürü, dili ve buna dayalı eğitim alanında belli hak ve olanaklar tanınacak. Ulusal sorunu devlet ve siyasetle bağlantılı alanın dışına çıkarmak, bu güdük reformist programın özü ve özetidir.

Öcalan'ın İmralı'da formüle ettiği program da sonuçta buraya çıkıyor, Kürtler için önerdiği “üçüncü alan”ın anlamı ve işlevi de bu. Devletle uğraşmaktan ve devlet eksenli siyasetten özenle uzak duralım; kültürümüzü ve dilimizi geliştirmeye, kültürel kurumlarımızı, Kürtçe okuma-yazma kurslarımızı yaygınlaştırmaya bakalım, bu arada devleti bu alanda demokratik açılımlar yapmaya zorlayalım deniliyor. Bu bir alt kültürel kimliğe razı olma ve kendi sınırları içinde bunu geliştirme programı. Bu, aslında Türk burjuvazisinin ve devletinin Kürt sorununun çözümü için düşünebileceği azami çözümdür de. Belki bugün buna hala hazır görünmüyor, fakat olaylar zorladığında ve sorunu belli tavizlerle yatıştırma siyasetini uygulamaya giriştiğinde, Türk burjuvazisinin ve devletinin Kürt sorunundaki muhtemel azami reform programı da işte budur. Üniter devlet ve resmi dilin tartışmaya bile açılamayacağına ilişkin o katı tavrın gerisinde de bu var, ki Kürt hareketi hiç değilse İmralı çizgisi üzerinden daha şimdiden buna razı da olmuş durumda.

Türk burjuvazisi ve onun adına devleti yönetenler son 30-40 yıllık Kürt özgürlük mücadelesinin yarattığı bilinci ve oluşturduğu birikimi tahrip etmenin kendi başına yeterli olmadığını kuşkusuz çok iyi biliyorlar. Kürt sorunu sorun olarak yerli yerinde durdukça daha çok başlarının ağrıyacağının, bu sorunun ağırlığının yakalarını bırakmayacağının elbette farkındalar. Tarihi sürecin seyri bile onlar için bu konuda fazlasıyla uyarıcı. Cumhuriyeti izleyen Kürt isyanları serisinin sonuncusu olan Dersim isyanını da bastırdıktan ve o güne kadar bu isyanlara önderlik eden Kürt feodal-burjuva sınıfları kendilerine eklemledikten sonra bu sorunu iyi kötü bitirdiklerini sanıyorlardı. Daha ‘60'lı yılların sonunda bu konuda fena halde yanıldıklarını farketmekte gecikmediler. ‘80'li yıllarda başlayan yeni isyan ise onlara, zamanın sorunu çözmek bir yana görülmemiş ölçülerde büyüttüğünü ve çözüm için olgunlaştırdığını gösterdi. Bu son deneyimden sonra artık salt inkara ve imhaya dayalı bir çizgiyle bir yere gidemeyeceklerini, tersine bunun sorunu daha da büyüteceğini ve daha da tehlikeli hale getireceğini yeterli açıklıkta görmüş olmalılar. Bu tehlikenin bir yanı, sorunun devrimci bir işçi hareketinin yedeğinde burjuva sınıf düzenine karşı bir dinamiğe dönüşmesi, öteki bir yanı emperyalistlerin elinde üzerinde dilediğince oynayabilecekleri bir araç olarak iş görmesidir.

ABD'nin son Ortadoğu müdahalesinin ardından Türk burjuvazisi Kürt sorununun üzerinden atlayamayacağını ayrıca görmüş durumdadır. Bugün Kürt sorunu Ortadoğu politikasında giderek daha önemli bir yer tutuyor ve bu çerçevede bölgesel bir sorun niteliği kazanıyor. Güneyde bir Kürt devleti kurulmuş durumda ve dünya jandarması ABD ile İsrail gibi iki etkin güç buna birlikte hamilik yapıyorlar. Bütün bunları elbette tüm açıklığı ile gören Türk burjuvazisi, onun devlet dümenindeki temsilcileri, bir taraftan yakın geçmişin biriktirdiği ilerici-devrimci kazanımları ideolojik, politik ve moral açıdan tahrip edip boşa çıkarmaya çalışırlarken, öte yandan son derece sınırlı ve güdük bir reform programıyla olanaklıysa sorunu uyuşturmanın iyi olacağını düşünüyorlar. Olayların karmaşık seyri onları bu programı somutlamaktan alıkoysa da gerçekte durum bu. İmralı teslimiyetiyle birlikte yapılan, yaratılan sistematik tahribat, ifade uygunsa bunun için zemin düzleme çabası idi.

İmralı teslimiyeti bu çerçevede burjuvazi için gerçekten bulunmaz bir olanak anlamına geliyor. Düne kadar Türk üst kimliğini, buna dayalı siyasal ayrıcalıkları tartışma dışı tutan, alt kültürel kimliğe dayalı bir Kürt sorunu çözüm programı Türk burjuvazisinin kendi içinden geliyordu. Geçmiş dönemde bir kısım Çankaya danışmanlarının da paylaştığı “anayasal vatandaşlık” önerisi bunu anlatıyordu. Sorun ulusal değil bireysel haklar kapsamındadır; çözüm toplumu demokratikleştirmekten ve bu demokratikleşme içerisinde bireyin demokratik haklarını çoğaltmaktan geçmektedir deniliyor ve Kürt sorununun sözde çözümü de bunun içinde bir yere oturtuluyordu.

İmralı'dan beri bu aynı sözde çözümün kendine özgü bir versiyonu, Demokratik Cumhuriyet programı adı altında bizzat Abdullah Öcalan tarafından teorize edilmeye çalışıldı. Abdullah Öcalan'ın ulusal soruna önerdiği demokratik anayasal dönüşüm programıyla Türk devletinin Kürtler'i kontrol altında tutmak üzere yapmayı düşündüğü reform programı temel noktalarda kesişiyor. Gene de burada taraflar olduğu için ikisi tamı tamına aynı çizgide demek istemiyorum. Ama kurulu düzenin tabanı üzerinde ve bu devletin çizdiği “kırmızı çizgiler” dahilinde bir reform programının dışına çıkıyor değil İmralı'dan beri Kürt hareketi. O “kırmızı çizgiler” içinde Abdullah Öcalan kendince bir inisiyatif kullanıyor. Ne kadar inisiyatifi var diye soracak olursanız, o kırmızı çizgiler neye ne kadar elveriyorsa o kadar diyeceğim. Yani Türk üst kimliği tartışılmayacak, üniter devlet yapısı tartışılmayacak, resmi dil tartışılmayacak, Cumhuriyetin temel değerleri dedikleri Kemalizm, şu bu tartışılmayacak vb...

(Devam edecek...)