19 Ocak 2007 Sayı: 2007/02(02)

  Kızıl Bayrak'tan
   Emperyalizme ve bölge gericiliğine karşı halkların devrimci dayanışması ve birleşik mücadelesi!
  Hiçbir strateji ABD’yi bataktan
kurtaramayacak!..
  ABD, Türkiye ve Güney Kürdistan
  Uyuşturucu kullanımı ilköğretim okullarına kadar indi...
DİSK yönetimi ve “10 Aralık Hareketi”...
Tecrite karşı eylemlerden...
Gençlik hareketi
 Erdoğan’dan İstanbul için “çözüm” önerileri…
  TÜMTİS’ten kamuoyuna açıklama...
  Yeni bir mücadele yılına girerken gençlik hareketi...
  Belediye-İş 2 No’lu Şube Başkanı Hasan Gülüm ile asgari ücret üzerine konuştuk...
  Haydutbaşı Bush “yeni savaş stratejisi”ni açıkladı…
  Rice’ın Ortadoğu gezisi…
  Blair: “Savaşlara devam etmeliyiz!”
  ABD’nin İran’a yönelik nükleer yaptırımı
Abu Şehmuz Demir
  Kapitalizmin yangınları
tesadüf değil!
  Sendikacı dediğin
lafını esirgemez, eğer...
Yüksel Akkaya
  Katledilişlerinin 88. yıldönümünde anıldılar...
  2007’ye girerken/2
  Bir emperyalist yeniden yapılandırma projesi: Geniş Ortadoğu İnisiyatifi-1
  ABD hegemonyası ve sol
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

ABD’nin İran’a yönelik nükleer yaptırımı

Abu Şehmuz Demir

Napolyon Ortadoğu’ya yönelik başlattığı askeri çıkartmada “coğrafya ulusların kaderidir” demişti. Doğu coğrafyası ve bu coğrafyanın sınırları içinde bulunan Ortadoğu’nun fosil kaynakları, emperyalist-kapitalist sistemin kaderini belirlemede önemli rol oynuyor. Geniş, engin ovaları ve dağlarıyla bir ummanı andıran İran’a yönelik Batı merkezli psikolojik savaş Batı metropollerinde ve Ortadoğu’da devam ediyor. İran, Kuzeyinde Hazar Denizi ve Elburz dağları ve Hindukuş üzerinden Pamir yaylalarına (platosuna) uzanan dağlar ile çevrilidir. Güneyden ise, Luristan ve Huzistan boylarında yer alan sıradağları ile Zagros sıradağlarına uzanan, yer yer yüksekliği üç bin metreyi bulan yüksek ve görkemli sıradağları, ovaları ve yaylaları ile çevrili geniş bir coğrafyaya sahiptir. Mezopotamya’nın bir kısmını içine alan İran coğrafyası, Körfez, Hazar ve Hürmüz gibi önemli boğazlar ve kapılara açılan ve “geçit devleti” olarak adlandırılan stratejik bir konuma sahiptir. İran, topraklarının sahip olduğu enerji kaynaklarının yanısıra, tuzu ve temiz suları ile zengin kaynaklara sahiptir. İran’ın sınırları içinde coşup duran sayısız akarsular, ırmaklar, nehir ve göl yatakları vardır. Ülkenin suları Amu Derya üzerinden Aral Gölüne ve oradan Hilmand ve Hadrut üzerinden Hilmand tuz gölüne ve Hint okyanusuna akıp gitmektedir. Ayrıca Umman denizi ve Fars körfezinin iki kıyısından uzanarak Kafkaslara doğru uzanan ve dünyanın en büyük tuz çölü olan Dest-i Kavir tuz yatakları da bu ülkenin sınırları içerisinde bulunmaktadır. Yine Doğu’da, Belucistan’dan Kuzey doğuya uzanan ve Hindukuş sıradağları ile Orta Asya ülkelerine açılan jeopolitik, jeostratejik konumu ile dünyaya açılan önemli bir köprü başı ve geçit ülkesidir İran. Dahası, Fars körfezinden dünyaya açılma stratejisinde İran’ın jeopolitik yapısı oldukça önemlidir. Fars körfezinden Asya’nın derinliklerini, Kafkasları ve Ortadoğu’yu kapsayan jeopolitik, siyasi ve ekonomik dengelerin ele geçirilmesinde İran’ın sahip olduğu bu özel konumu, emperyalist batı merkezleri için önem taşımaktadır.

Bundan dolayı, başta ABD olmak üzere emperyalist Batı merkezleri, son yıllarda nükleer tesis sorununu öne sürerek, İran’ın bölgedeki etkinliğinin önünün alınması için bu ülkeyi hedefe koydular.

Bu yazıda, dünyaya savaş yoluyla egemen olmak isteyen uluslararası emperyalist sermayenin batı merkezli savaş sevdalısı iktidar güçleri ile İran arasında devam eden nükleer eksenli gelişmelere bir göz atacağız.

Bilindiği gibi, yarım asra yakın bir zamandır İran’ın böyle bir güce sahip olması için daha 1950’lerde İran Şahı’nı nükleer enerjiye yönlendirip teşvik eden başta ABD’nin kendisidir. Aynı ABD bugün bu aynı sürecin karşısına dikilen ülkelerin başını çekiyor. Bu anlaşılır bir durumdur; zira soğuk savaş döneminde Batı, Ortadoğu’nun güçlü ülkelerinden biri olan İran’ın Sovyetler Birliği’nin denetimine girmemesi için dönemin Şah rejimini her yolla desteklenmiş ve bu rejim Ortadoğu’da batı emperyalizminin ileri karakolu haline gelmişti. Bu çerçevede, Muhammed Musaddık’ın ülke petrolünü millileştirme kararı, batılı emperyalist güçleri korkutmuş ve dönemin ABD Başkanı Eisenhover, Batılı müttefiklerine (Almanya, Fransa ve İngiltere’ye), Sovyetler’in kuzeyinden saldırıya geçmesi ve İran’ın komünizm tuzağına düşmesi sonucunda, Batının önemli bir üssünü kaybeceği ve böylece komünizm karşısında kurulan kuşağın kopacağına ilişkin kaygılarını dile getirmişti. Buna göre İran’a yardım edilmeli ve “İran nükleer güce kavuşturulmalı”ydı, tehlike ve tehdit ancak böyle önlenebilirdi.

Bu süreçten sonra ABD, Ortadoğu’nun coğrafi ve nüfus açısından iki büyük ülkesi olan İran ve Türkiye başta olmak üzere, bölgeyi askeri yığınağa çevirerek, Sovyetlerin açık denize ve sıcak ülkelere açılımının önünü ablukaya alıyordu. Özellikle körfezde batı çıkarlarını koruyan bir İran, ABD ve müttefikleri için vazgeçilemez bir konumdaydı. Bundan dolayı da ABD 1958 yılında İran’ın UAEA (Uluslararası Atom Enerji Ajansı) topluluğuna kayıt olabilmesi için, süreci açıktan destekledi ve İran UAEA’ya üye yapıldı. İran Şahı 1965 yılında Nükleer Ajansının oturumlarına katılarak, o yıl anlaşmayı imzaladı ve iki yıl sonrada NPT (Nükleer Planlama Teşkilatı) anlaşmasını kabul ederek, İran Ulusal Şura Meclisinde onaylattı. Meclisin onayından sonra, 1970’li yıllarda İran nükleer çalışmalarına hız vererek Buşehr ve Darhuveyn bölgesinde 4 nükleer santral tesisi olmak üzere İsfahan ve Arak’ta da 4 ayrı nükleer tesis inşa etmişti. Bu süreçten sonra batı merkezleri İran’a nükleer teknolojiyi vermek için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. İran Şahı da bu teknolojinin geliştirilmesi için ABD, Almanya ve Fransa ile uzatılması mümkün olan 10 yıllık nükleer yakıt anlaşmasını o dönem imzalamıştı.

1967’de Amerika tarafından İran’a verilen % 93 saf zenginleştirilmiş 5 kg uranyum ise hala UAEA deneticileri tarafından İran’da denetleniyor. İran’ın Buşehr yakınlarındaki nükleer santralın inşasını üstlenen Alman Siemens Firması, Şah döneminde olduğu gibi, Mollalar döneminde de çalışmalara devam etti, ancak 1980’de İran-Irak savaşının başlaması ve Batının Saddam’a verdiği destekten dolayı bu çalışma durduruldu. Yani 1975’te Alman Atom Kraftwerk Firması ile Şah arasında imzalanan anlaşmaya göre, “tıbbi amaçları içeren ve radyoaktif izotopların üretimi için gerekli olan uranyum elde edilecekti”.

O dönem batılı güçler İran’a nükleer teknolojiyi satabilmek ve kurabilmek için kendi içlerinde bir rekabet ve yarış halindeydiler. Ancak, batı devletleri arasındaki rekabet ve İran Şah’ının 1973 Arap-İsrail savaşında kısmen de olsa Enver Sedat’ın Mısır’ına destek vermesi ve Mısır ile işbirliğine girmesi İsraillileri kızdırmıştı. Bunun üzerine İran’ın bir nükleer güce sahip olmaması için, İran’ın anlaşmalar yaptığı ülkeler diplomatik baskı altına alınarak, Şah döneminde kurulması planlanan nükleer tesisler kurulmamış oldu. Bu süreçte Mollaların iktidara gelmesiyle birlikte, İran’ın Batılı güçler ile yaptıkları nükleer tüm anlaşmalar askıya alındı. İran’ın nükleer tesisleriyle ilgili Batı devletlerinin süreci askıya almalarına yönelik, İran Mollalar rejimi, “Eğer nükleer bir silah elde etmek isteseydik, Şah rejiminin devrilmesinden sonra uygun ortam vardı. Çünkü Şah’ın ikili tüm antlaşmaları gözden geçirildiği bir dönemde uluslar arası topluluk makul karşılayacaktı” gibi gerekçeler ile Fars dipolomasinin inceliklerini öne sürüyorlar.

İran Mollalarının iktidara gelmelerinden sonra uluslararası güçlerin desteğinde Saddam’ın bu ülkeye yönelik başlattığı sekiz yıllık iğrenç savaşta, İran’ın Buşehr nükleer santrali Saddam’ın saldırısına uğrayıp tahrip edildi. Saddam’ın yanı sıra İsrail de İran’ın nükleer tesislerine saldırılar düzenleyerek Natanz’da nükleer santralı tahrip etmişti.

Sekiz yıllık İran-Irak savaşından sonra İran, yeniden bu teknolojiye kavuşmak için başta Almanya olmak üzere, Arjantin gibi bir çok devletlerle görüşmeler ve müzakereleri sürdürdü. Ancak, ABD İran’ın peşini bırakmayarak, İran’ın anlaşmalar yaptığı ülkelere diplomatik baskıları artırdı ve ABD’nin baskısına dayanamayan Arjantin gibi kimi ülkeler müzakere ve anlaşma sürecini dondurdular.

Sürecin arkasını bırakmayan ABD, 1996’dan sonra da İran’a karşı ekonomik yaptırımların uygulanması ve yanı sıra nükleer teknolojinin verilmemesi için uluslararası güçlere engeller çıkarmaya devam etti. Bu vesileyle İran’ın dönemin Arjantin hükümeti ile 18 milyon dolarlık yaptığı nükleer teçhizat alımı anlaşmasını, ABD’nin baskısı sonucu, Arjantin hükümeti tek taraflı iptal etmek zorunda kaldı. ABD, İran’ın ilişkiye geçtiği birçok ülke şirketlerine yönelik yaptırımlar uygulayarak, İran’ın girmiş olduğu tüm ilişkilere çomak sokarak baltalamaya çalıştı. Bu doğrultuda da 1998’de yedi Rus şirketine yönelik olduğu gibi, bugün de ABD’nin Rus ve Çin şirketlerine yönelik İran baskısı dönem dönem gündeme geliyor. Zira son yıllarda yönünü Doğuya çevirmek isteyen Rusya, İran ile salt nükleer alanda 800 milyon dolarlık anlaşma imzalayarak, Buşehr nükleer santralının kurulmasını üstlendi. Hatta Rusya, “İran isterse yeni silahları İran’a satabileceklerini” söyleyerek bir nevi ABD’nin uluorta sözlerinin anlamsız olduğunu dile getiriyor ve ABD’nin baskılarına rağmen Rusya ve Çin’in İran ile çeşitli alanlarda işbirliği hem gelişiyor, hem de devam ediyor. Adı geçen bu ülkelerin İran’da çeşitli çıkarları olduğu gibi, bölgeyi de salt ABD egemenliğine bırakmaktan yana da değiller.

Öte yandan, Uluslararası Atom Enerji Ajansı’nın kuruluş bildirgesindeki ilkelerde, “ülkelerin barışçı nükleer teknolojiye kavuşmaları, enerjinin silaha dönüşmemesi ve askeri amaçla kullanılmasını önlemek” deniliyor. Buna dayanarak İran Mollalar rejimi uluslararası camiaya, UAEA’nın tüzük ve ilkeleri doğrultusunda hareket ettiklerini tekrarlıyor. Zira her zaman olduğu gibi, şu anda da İran Mollalar rejimi nükleer çalışmalarının “barışçı amaçlı tıbbi ve tarım gibi” alanlarda kullanıldığını ve “inanmayan batılı güçlerin de kasıtlı davrandıklarını” söylüyorlar. Çünkü 2000 yılında UAEA’nın İran’ın konvansiyonal silahları bildirmesi üzerine onayladığı genelgede, yine UAEA denetimi altında işleyen Tahran’ın batısında yer alan Kerec nükleer merkezini tıp ve tarım araştırma merkezi olarak ilan etmişti. Ancak, ABD Başkanı G. Bush 2003’te yaptığı bir açıklamada, “zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olan İran’ın nükleer santral inşa etmesinin geçerli olmadığın” ileri sürdü ve bu süreçte ABD eksenli İran’a yönelik baskılar geçen birkaç yıldan bu yana artarak devam ediliyor.

İnişli çıkışlı bir seyir izleyen ve Irak-İran savaşı ile “askıya alınmış” olan nükleer anlaşmalar 2002 yılında yeniden gündeme geldi, Avrupa’nın üç söz sahibi olan ülkesi Almanya, Fransa ve İngiltere ile İran devleti arasında tekrar geniş çaplı müzakereler başladı.Avrupa ülkeleri nükleer teknolojinin yanı sıra diğer teknolojileri elde etmek için geniş çaplı çaba sarf etmiştir. Bu çabanın akıbetinde Ekim 2003’te sözü edilen ülkelerin dışişleri Bakanları ile İran’lı yetkililer arasında Tahran’da yapılan görüşmenin ardından “Tahran bildirisi” olarak bilinen protokolü imzaladılar.Bu protokol gereği, dönemin Cumhurbaşkanı olan Muhammed Hatemi’nin İran’ı, Avrupalılara kendini ispatlamak amacıyla gönüllü olarak “uranyum zenginleştirme sürecini kısa bir süreliğine askıya almayı kabul ettiğini” açıklamıştı. Zira bu protokol gereği yukarda sözü edilen Avrupa devletleri İran’ın “barış amaçlı” nükleer teknolojiye kavuşma hakkının olduğu ve bu konuda yardım edileceği yine protokole kaydedilmişti. Ancak Avrupalı bu devletlerin, İran ile imzaladıkları “Tahran bildirgesi”nin dışına çıkarak, süreci sürüncemeye sokarak, yükümlülüklerini yerine getirmedikleri gibi, güçleri yettikçe de bu alanda İran’a karşı çifte standartlı faaliyet içinde oldukları görüldü.

İran’a karşı sürdürülen çok çaplı bu kısıtlama faaliyetlerine yönelik olarak Mollalar rejimi, “2004 Kasım Paris-Brüksel anlaşmalarının ardından gönüllü olarak askıya aldığımız nükleer çalışmalarda Avrupa’nın mantıksız talepleriyle karşılaştık” diyorlardı. Bunun üzerine bir sonraki yılda, yani Mart 2005’te İran Mollalar rejimi Avrupalılara yeni bir çözüm paketi önerdiler. Ancak İran’ın Avrupalılara sunduğu “karşılıklı çıkarlara dayanan” öneri paketi, ABD’nin baskılarına maruz kaldı.

Bu süreçte İran’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, seçim sürecinde Tahran Belediye Başkanı olan ve İran-Irak savaşına gönüllü olarak katılan Mahmud Ahmedinejat Cumhurbaşkanlığına seçildi. M. Ahmedinejat, İran’ın nükleer sorununu bir “ulusal gurur” haline getirerek, dışta uluslararası alanda İran devletinin bölgede elde ettiği konumunu dayatıyor, içerde ise, Mollalar rejimine nefes aldırarak güçlenmesini sağlamaya çalışıyor.

Herkesin bildiği gibi, İran 2003 yılından 2005 yılının Eylül ayına kadar uranyum zenginleştirmeyi “askıya aldığını” teyit etmişti. Ancak, Mahmud Ahmedinejad’ın Cumhurbaşkanlığına seçilmesinden sonra, İran’ın nükleer faaliyete tekrar başlayacağı gündeme taşındı. Mahmud Ahmedinejat’ın iktidara gelmesiyle beraber İsfahan ve diğer yerlerdeki nükleer santrallerin faaliyetlerine devam edildi. Süreci kararlılıkla sürdüren Mollalar rejimi, “Avrupalılar bu haktan İran halkının yararlanma hakkını tanımak istemiyorlar” diyerek “İran yoluna devam edecek kararı” aldılar. Bu süreçten sonra da İran’ın nükleer sorunu dünya medyasının ve kamuoyunun ilk gündeminde yer aldı ve sorun devam hala ediyor.

Velhasıl, 2005 Eylül ayından bu yana taraflar arasında bir yılı aşkın bir süredir devam eden görüşmeler tamamlandı, en son 23 Aralık 2006 günü İngiltere, Almanya ve Fransa tarafından hazırlanan 1737 sayılı kararname ile BM’nin güvenlik konseyinde onaylandı. Bu karar, İran’ın nükleer faaliyetlerine malzeme, teknoloji tedarik eden ve finans sağlayan kişilere, kurumlara “seyahat yasağı, mallarının ve hesaplarının dondurulması” gibi yaptırımlar içeriyor.

BM’de alınan bu karara yönelik olarak İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, “İran’a yönelik alınmış olan bu kararın bir kağıt parçasından ibaret” olduğunu söylüyor ve “Batı çifte standartlı davranıyor” diyordu. Ayrıca, İran Mollalar rejimi BM’de alınmış olan karar İran aleyhinde “psikolojik bir savaşı amaçlıyor ve İran’ın barışçı amaçlı bu teknolojiye sahip olması yönündeki hareketini hiçbir güç engelleyemeyecektir” diyor ve bu vesileyle önümüzdeki Şubat ayında “İran devriminin 28. kuruluş yıldönümünde 3 bin santrifüjün devreye gireceğini” açıklıyorlardı. Öte yanda ülkenin en yüksek dini makamında oturan ve ülkenin dış siyasetinde son sözü söyleyen Ayettullah Hameney, BM’de alınan karara yönelik, “nükleer çalışmalarımızdan asla vazgeçmeyeceğiz ve nükleer teknolojimiz bize aittir, nükleer başarı İranlı bilim adamlarının bir başarısıdır, İslami İran ve İslam dünyasının gururudur. İran kuşkusuz nükleer faaliyetlerini sürdürecek ve yetkililerimizin de nükleer konuda geri adım atma gibi bir durumları söz konusu değildir” diyerek bu konuda son sözü söylemiş oldu. (Aktaran, 3.01.07. Cumhur-i İslam gazetesi)

Bölgeyi tehdit eden İsrail’in kitle imha silahları

Ortadoğu’nun kalbine bir hançer gibi Batı emperyalist güçler tarafından yerleştirilen İsrail, Ortadoğu’yu yerle bir edecek kitle imha silahlarına sahiptir. İsrail’in 1947’de bir yapay devlet olarak kabul edilmesinden sonra, Amerika başta olmak üzere Batı merkezleri bu ülkenin bir devlet olarak bölgede egemen bir güç haline gelmesi için, 1955 yılında Dimona nükleer santralını kurdurdular. Bu santral Ortadoğu’da bir ilktir. İsrail, elinde bulundurduğu son teknoloji ile donatılmış silahların, bugüne kadar Atom Enerji Ajansı’nın tüm ısrarlarına rağmen sahip olduğu kitle imha silahlarınıh, bu kurumun denetçilerinin denetimine hiçbir zaman vermediği gibi, vermekten yana da değil. Geçen yılın son aylarında İsrail Başbakanı Ehud Olmert, Almanya’ya yaptığı gezi esnasında, Sat 1 televizyonuna verdiği bir mülakatta, “İran da İsrail gibi nükleer silaha sahip olmak istiyor” demişti. Burada bir parantez açıp tekrar konuya döneceğiz. (Yani İsrail’in böyle bir güçe sahip olduğunu yıllar önce dile getiren Mordehay Vanuna, 18 yıl haksız yere cezaevlerinde süründürüldüğü gibi bugün halen tehdit ve baskı altında yaşamını sürdürmektedir).

İsrail rejimi, Ortadoğu’da en gelişmiş teknolojiler ile donatılmış atom bombaları, nötron, hidrojen bombaları ve kimyasal silahları geliştirmiş olup, bunları kendi bekası için kendine ait olmayan topraklarda depolamıştır. Bölgede çıkacak olası bir savaşta, İsrail ve bir başkası bu silahları bölge insanı üzerine atmaktan çekinmeyecektir. Bu da demektir ki, Ortadoğu’da kitlesel bir insan kıyımı yaşanacaktır. Uluslararası uzmanlar İsrail’in sahip olduğu atom bombalarının sayısının 400 civarında olduğu üzerinde fikir bildiriyor. Bu arada İsrail’in elindeki atom silahlarına yönelik olarak, ABD hava kuvvetlerinin nükleer silahları engelleme merkezinin 2002 yılındaki bir raporuna göre de, “İsrail’in 400’ü aşkın nükleer başlıklı atom bombası bulunuyor” deniliyor. Ayrıca İsrail, Almanya tarafından İsrail’e verilen, en gelişmiş teknolojiye sahip 3 adet Dolfin adlı deniz altı füzeler fırlatan nükleer donanımlı gemiye sahiptir. Bu silahların yanı sıra İsrail, 4500 kilometrelik hedefi vurabilecek Şafit füzeleri ile Ortadoğu’nun dışında Avrupa’yı da tehdit eden silahlara sahiptir.

Uluslararası nükleer silahların üretimini ve geliştirilmesini yasaklayan, Nükleer Planlama Teşkilatının 6. maddesi İsrail’e uygulanamıyor. Çünkü İsrail’in nükleer silahlar geliştirmesine başta ABD olmak üzere Batılı merkezler yardımcı oluyorlar. NPT’nin ilgili maddenin İsrail’e uygulanmasını engelliyorlar. Bu da ister istemez batılıların çifte standartlı davrandıklarını gündeme getiriyor.

İsrail’in bölgede bir tehdit unsuru olabilmek için 1950’lerden sonra nükleer silah elde etmek için çıktığı pazar arayışına Fransızlar yanıt verdiler. 1954 yılında Fransa desteğinde İsrail Dimona nükleer santralı kuruldu. Bu santralde 1966 yılında ilk nükleer silahlar üretildi. Ayrıca İsrail bugüne kadar işgal ettiği topraklar üzerine çeşitli yerlerde olmak üzere 7 nükleer santrale sahiptir.

İsrail’in elinde bulundurduğu kitle imha silahları Ortadoğu’nun tepesinde bir tehdit unsuru olmayı sürdürdükçe bölgede silahlanma ve silahlanmaya yapılan yatırımların önü alınmamış olacaktır. Ortadoğu ülkeleri dünyanın en çok silah alan ülkeleri durumuna geldiği gibi, her yıl bu silahlar için gayri safi milli gelirlerinin yüzde 6.2’si ayrılmaktadır. Böylece Ortadoğu topraklarını kitle imha silahları yığınağı haline getiren batılı güçler bölgeyi ve dünyayı tehdit etmeyi sürdürüyorlar. Bu silahların gelecekte toplumlar üzerinde kullanılması göz önüne getirildiğinde doğu topluluğunun telef olması kaçınılmazdır.

İran atom bombasına sahip olsun demiyoruz. Ancak geçmişte İran’ı bu sevdaya yönlendiren Batının kendisi olduğu gibi, İran’ın etrafındaki komşularının böylesi yıkıcı bir silaha sahip olmaları, ister istemez İranlıları böyle bir sevdaya sürüklemiştir. ABD ve müttefik Batı devletleri İran halkına karşı uluslararası hukuku öne sürüyorlar ama, İsrail gibi devletlere yaptırımdan söz etmiyorlar. Bu da İranlıların deyimiyle “etrafımızda bu güce sahip olan devletlere göz yumuluyor da, neden bize karşı çifte standart uygulanıyor” sorusunu gündeme getiriyor. Batının bu çifte standartlı yaklaşımını İran topluluğu nezdinde “ulusal gurur meselesi” haline getiren İran İslam rejimi bu konuda halkı zinde tutmaya çalışıyor.

Ayrıca, ABD’ye yakın duran devletlerin bu güce ve silaha sahip olması, uzak duran Kore ve İran gibi ülkelerin hedef haline getirilmesi de bir başka handikap. Zira, İran’ın kapı komşusu olan Hindistan’a yönelik olarak ABD ambargo uygulamıştı. 16 Temmuz 2006’da ise George Bush bu ülkeyi ziyaret ederek, “Hindistan üzerindeki ambargoyu kaldırdığını” söylüyordu. G. Bush’un kafasının altında yatan bu strateji ise, insan zengini Hindistan’ı Çin ve Rus pazarına terk etmeme, İran’ın etrafını daraltma ve çevirme politikasıydı.

Özetle, İran’ın şu an “dik duruşu” ve bölgede bir bölgesel güç olmayı dayatan İran siyaseti, başta ABD, İsrail ve kimi Avrupa devletlerinin yanı sıra bölge devletlerini de rahatsız etmekte.

Ayrıca İran’ın Asya ve Ortadoğu bölgesinde kendi başına buyruk davranması, ister istemez “kontrolden çıkmış haydut” bir ülke olarak başta Beyaz Saray’daki savaş çetelerini ve kimi müttefiklerini de ürkütmektedir. Bu vesileyle Ortadoğu’da doğacak yeni bir bölgesel güç ve otorite, kendi başına buyruk bir sistem, gelecekte başlarına musallat olmaması için şimdiden engellenmeye çalışılıyor. ABD Ortadoğu bölgesinde kendine kafa tutan ve onun stratejilerine, politikalarına çomak sokan, ayrık otu gibi bir bölgesel gücün gelişmesine hem tahammül etmek istemiyor, hem de beyaz adamın dünya üstünlüğünün yanında böyle “haydut” birinin olmasından yana değil. Bu nedenle, Beyaz Saraydaki savaş çetesinin elebaşları bölgeyi yıkıma sürükleyebilecek tutumlardan kaçınmıyorlar. Kaçınmadıkları gibi, saldırgan tutumları bölge üzerinde süreç içerisinde daha da kızgınlaşacak gibi görünüyor.

ABD ve müttefiklerine göre, İran bölgeyi tehdit eden “terörün merkez bankası” olarak tanımlanmakta. Hal böyle olunca da, İran ve bölgeye yönelik Atlantik ötesi güçlü bir ittifakın oluşması için çabalayan Batılı güçler, “Doğunun haydut” devletlerini kendi nizam ve yönergelerine çekmek için saldırgan tutumlarını artırarak, bölgenin diken üzerinde yürümesini hedefliyorlar. Öte yandan, Batı merkezlerinin başında bulunan rejimleri göz önüne getirdiğimizde, aşağı yukarı hepsinin sağa doğru kaydığını görmekteyiz. Velhasıl, ırkçı beyaz adam anlayışı ile hareket eden ve dünyaya yön veren bu aparatın labirentinde, Doğu halkları adına hayırlı bir gelişim beklenmediği gibi, dünya halkları adına da olumlu bir gelişim beklemek mümkün değil.

Sözün özeti olarak, ABD’nin 28 yıldır İran’a karşı uyguladığı yaptırımların yanı sıra Avrupa devletlerinin (Almanya ve Fransa’nın) İran’la “al gülüm ver gülüm” yaptıkları nükleer ve ticari işbirliği göz önüne alındığında, hem ikili davrandıkları ortaya çıkıyor, hem de İran konusunda ötekiler anlayışı ile hareket ediyorlar. Zira sözü edilen Avrupa devletleri ötekiler anlayışından sıyrılıp İran ile var olan ticari ilişkiler babında süreci ele alıp ABD’den bağımsız davransalardı, İran ile sürdürdükleri müzakerelerde en azından makul bir inisiyatif ortaya çıkardı. Bu olmadı. Geçmişte olduğu gibi, bu kez de Atlantik ötesi ittifak Doğunun zengin fosil kaynaklarına karşı oluşturuluyor.

Sonuçta, insanlığın geleceğini karartan atom silahlarına sahip bölge devletlerinden hiçbirine yönelik baskı söz konusu değilken, İran’a yönelik sürdürülen çifte standartlı süreç, her ne olursa olsun, onların deyimiyle adaletsizliğin kendisidir. Eğer İran’a yönelik işletilen sürecin amacı ölüm silahlarını yok etmek ise, en başta İsrail’in Ortadoğu halklarını tehdit eden, doğunun toprakları altında emperyalist merkezlerin sakladıkları atom başlıklı silahların topluca imhası neden hedeflenmiyor.