06 Ağustos 2010 Sayı: SİKB 2010/31

 Kızıl Bayrak'tan
Düzenin referandum oyunu ve “demokratikleşme” yalanlarına kanılmamalı
“Emekçilerin ve Ezilenlerin Boykot Cephesi” de anayasal hayaller peşinde sürükleniyor!..
Gericilikte yarışanlar bir kez daha terör edebiyatına sığınıyor!
Kirli savaş itirafları...
“Tecrit-tredman insanlık suçudur!”
Sendikal ihanetin
faturasını işçiler ödüyor!
İnsanca yaşam sosyalizmde!..
“UPS’ye sendika
halaylarla girecek!”
İşçi ve emekçi hareketinden
İşgal silahını kuşanan direnişçi ÇEL-MER işçileri yol gösteriyor!
ÇEL-MER işçisi sendikal hakları için fabrikasını işgal etti..
ÇEL-MER işçilerinin aileleri ve desteğe gelen direnişçi UPS işçileriyle konuştuk..
Metal İşçileri Birliği Merkezi Yürütme Kurulu Ağustos Ayı Toplantısı Sonuçları
65. yıldönümünde Hiroşima ve Nagazaki katliamları
“İşçilerin birliği halkların kardeşliği!” şiarını yükseltelim
Afganistan’da kadınları emperyalist işgalciler mi kurtaracak?
Referandum ve
devrimci yurtsever tavır… - M. Can Yüce.
Mamak'ta festival heyecanı...
10. Munzur Kültür ve
Doğa Festivali gerçekleştirildi
ÇEL-MER direnişçisinden
mektup var!
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Referandum ve
devrimci yurtsever tavır…

M. Can Yüce

Öncelikle son 2-3 yıldır iktidar kavgası ekseninde meydana gelen gelişmeleri doğru anlamak gerekir. Bu konuda doğru bir kavrayış olmadan doğru bir tavır geliştirmek ve almak da mümkün değildir. İlk olarak sorulması gereken soru şudur:

Egemenler katında süren kavga, bir demokratikleşme kavgası mı, reform eğilimi ile statüko arasındaki kavga mı, yoksa demokrasi programı ve niyeti olmayan iki egemen blok arasında süren kavga mı?

Her şeyden önce bu sorunun doğru yanıtını vermek gerekiyor. Bugüne kadar yaşanan gelişmeler ve olaylar, bu soruya gerekli yanıtı vermiştir. Örneğin Ergenekon Davası üzerinden sürdürülen mücadele, gerçek anlamda kontrgerillayı açığa çıkarma ve tasfiye hareketi midir? Yine darbelere karşı verildiği iddia edilen kavga, neden 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan darbe ve muhtıralarına karşı bir tutumu ve tutarlı bir mücadeleyi içermiyor?

Sorulması gereken başka bir soru da şu: Eğer bu bir demokratikleşme mücadelesi değil, egemen blokların kendi “iç” iktidar kavgası ise devrimci yurtsever tutum ne olmalıdır? Tarafların peşinden sürüklenmek mi, taraflardan birinin payandası olmak mı, yoksa daha ilkeli, stratejik ve kendi çizgisinde bağımsız bir duruş mu sergilenmeli?

Bu konuda yapılan tartışmaları, ileri sürülen görüş ve gerekçelerini izlemeye çalışıyoruz. İlk planda söylenenlerin özeti şudur: Statükocu güçlerin, Kemalist iktidar odaklarının, ordunun, yüksek yargının tartışma konusu olması, yıpranması, iktidar konumlarının sarsılması kötü müdür? Son yapılan anayasa değişikliği paketiyle bazı olumlu adımların atılması, 12 Eylül darbecilerine yargı yolunun açılması kötü müdür, ya da bunları neden desteklemeyelim?

Kuşkusuz egemenler katında süren kavganın bazı politik, psikolojik ve pratik sonuçları olacaktır. Bu bağlamda süren kavganın niyet ve hedeflerinden bağımsız olarak ordunun tartışma konusu olması, yıpranması, bazı generallerin yargılanması çok önemlidir. Bu yıpranma, gözden düşme ve yargılanma sürecini daha sarsıcı ve devrimci zeminlere oturtmaya çalışmak, örneğin 12 Eylül yargılanmasını, bir bütün olarak sistem yargılanması talebine bağlamaya çalışmak gerekiyor. Ancak bu ne kadar doğru ve gerekliyse, bu konuda doğru devrimci perspektif ve ekseni gözden kaçırmamak da o kadar doğru, hatta olmazsa olmaz niteliğinde kaçınılmazdır!

Burada anılan kavganın ortaya çıkardığı boşlukları genişleterek değerlendirmek, çelişkilerin derinleşmesini sağlayıcı taktikler geliştirmek, egemenler arası kavganın sonuçlarını düzenin ve devletin gözden düşürülmesi hedefine bağlamak önemlidir! Ancak bu, taraflardan birinin payandası olmayı gerektirmez. Dahası bunu taraflardan birinin politik hedeflerini gözden kaçırıcı, onun tutumunu farklı göstermeyi, örneğin “demokratikleşme” olarak yansıtmayı gerektirmez ve haklı göstermez!

Aslında en büyük yanılgı bu noktada düğümlenmektedir. Bu yanılgı, bize göre, ilkeli bir bakış açısından, stratejik ve programatik bir duruştan yoksun olmaktan kaynaklanıyor. Gelişmelerin özünü kavramak yerine, tek tek her gelişmeyi veya “parçayı” bütünün özünden kopararak ele almak, bu yanılgının en önemli çıkış noktasını oluşturmaktadır. Örneğin Anayasa’dan Geçici 15. maddenin çıkarılması, 12 Eylüle yargı yolunu açılması kötü mü, ya da bunu desteklememenin bir anlamı olabilir mi gibi soru ve yaklaşımların ana mantığı, sözünü ettiğimiz programatik bakış yoksunluğundan kaynaklanıyor. Oysa tek başına ele alındığında Geçici 15. maddenin kalkmış olmasına hiçbir devrimci, demokrat ve yurtsever itiraz etmez. Tersine bu talebi ta başından beri dile getiren, 12 Eylül cuntasının yargılanmasını isteyen, 12 Eylül Anayasası’nın çöpe atılmasını savunan ve bu uğurda mücadele eden tutarlı devrimciler olmuştur! Egemenler ve onların destekçileri ise her zaman bu mücadelenin karşısında olmuşlardır. Bu çok açık! Ama sorun şu:

Temel sorun, AKP’nin meclisten geçirdiği ve şimdi referanduma sunulan paketin politik hedefi ve özüdür. Bu, bugüne kadar kazanılan iktidar mevzilerini koruma ve güvence altına alma ve nihai hedef olarak bütün iktidar iplerini ve erklerini elinde toplama mücadelesidir! Geçici 15. madde ve diğerleri anılan bu hedefi gizlemenin ve geniş yığınlara kabul ettirmenin araçlarıdır, bu bağlamda verilen “tavizlerdir”. Geçmişte de benzer yöntemler sıkça kullanılmıştır. 1991 tarihinde eklenen geçici bir madde ile o güne dek verilen cezalarda indirim yapılmış, ama bu “iyileştirme” ile birlikte Terörle Mücadele Kanunu geçirilmiş ve yasallaştırılmıştır! Yüzlerce idam “hükümlüsünün” idam edilmemesi, 20 ve 10’ar yıllık ceza çekmeleri sonucu “serbest” bırakılmaları, yine binlercesinin hemen tahliye olması tartışmasız “iyi” olmuştur. Ancak bu, bir bütün olarak Terörle Mücadele Kanunu’nun özünü değiştirmez, onun desteklenmesini gerektirmez! Terörle Mücadele Kanunu da “tek ve bütün bir paket” idi.

Soru şu, “demokratikleşme” vaazeden güçler, hükümetler, neden bu “olumlu”, “iyi” madde ve uygulamaları ayrı bir paket, ya da kategorik olarak ayrı bir yasa olarak getirmezler? Bu konuda bir engel mi var? Gerçekten demokratikleşme politikaları varsa bunu niye yapmazlar? Yoksa bu “olumlu” adımları esas hedeflerini ve politikalarını gizlemenin, meşrulaştırmanın ve kitlesel bir dayanağa oturtmanın birer aracı olarak mı kullanıyorlar?

Referanduma sunulan paketin içinde de tek başına ele alındığında görece “olumlu”, iyileştirici ve gerekli maddeler var. Ancak bunların tümü paketin özünü değiştiriyor mu? Ya da bunların tümü demokratikleşme hedefinin birer parçası mı, yoksa bütün iktidar erklerini tek elde toplama politikasının bir gereği mi? Yanıtlanması gereken temel soru budur!

Bu soruya yanıtımız yazının genel yaklaşımından da anlaşıldığı gibi çok açıktır: Süren çatışma, bir iktidar savaşıdır, yapılanlar birer demokratikleşme adımları değildir. Ya da “tabanda” süren mücadelenin doğal veya kaçınılmaz sonucu olan “reformlar” değil, iktidar erklerini tekleştirme programının gerekleridir!

“Demokratik Açılım” laflarının en sık edildiği bir dönemde, Kürtler ve diğer “kimlikler” ile ilgili tek bir sözün dahi bu paketin içine konulmaması, bir unutkanlık mı, yoksa başka politik hesapların bir gereği mi? Kuşkusuz ortada bir unutkanlık yok. En genel anlamda resmi çizginin sürdürülmesi konusunda bir “milli mutabakat” var. Bu konudaki bir “sapmanın” veya “tavizin” sürdürülen iktidar kavgasında güçlendirici değil, zayıflatıcı bir etken olduğunu, olacağını gören AKP, bu alana girmemeye büyük bir özen göstermiştir. İdeolojik ve politik olarak burjuva anlamda demokrat olmayan, resmi çizgiyi kendi “meşrebince” savunan AKP’nin kavgasını verdiği Anayasa paketinde Kürtler ve diğer kimlikler hakkında tek bir söz dahi etmemesi, bu anlamda şaşırtıcı olmamıştır!

“Hayırcı” kanat, başka bir ifadeyle geleneksel iktidar odakları ve onların savunucularının yaklaşımı, elbette çok açıktır. Onlar da var olan mevzilerini kaybetmek istemiyorlar. Referandumda bütün güçlerini toparlayıp sonuç almak istiyorlar. Baykal ve Kılıçdaroğlu operasyonu da bu bağlama oturuyor. Bunlar, resmi çizginin, 12 Eylül’ün, geleneksel odakların en rafine savunucularıdır. Bu blokun çizgisi ve duruşu çok açık ve genişçe deşifre olduğu için üzerinde uzun uzadıya durmak gerekmiyor, kanısındayız.

Bu noktada, devrimci ve demokrat, yurtsever tavır ne olmalıdır?

Açık ki özü saptırılan, başka ayrıntılarla karartılan ve referandum platformuyla farklı bir noktaya getirilen süreç, egemenler cephesinde süren çok boyutlu ve uzun vadeli bir iktidar savaşıdır! Bu iktidar savaşı ve çelişkileri derinleştirmek, bunun ortaya çıkardığı sonuçlardan yararlanmak, kendi iç kavgalarında ortaya çıkan belge, bilgi ve olanakları devletin ve düzenin deşifrasyonuna dönüştürmek gerekiyor. Bunlar ne kadar gerekliyse, aynı zamanda bu süreçte herhangi bir iktidar kanadının payandası olmamak, onun veya bunun peşinden sürüklenmemek, onun veya bunun yedeğine düşmemek, devrimci bağımsız çizgide bağımsız duruşu korumak devrimci yurtsever olmanın kaçınılmaz ilkesel bir gereğidir. Bu bağlamda pratik olarak bu referandumda bağımsız duruş, “Evet” veya “Hayır” tutumu değil, bu oyunun aleti ve parçası olmamanın bir gereği olarak sandık başına gitmeyi reddetmektir!

Çok açıkça anlaşılacağı gibi bizim “sandık başına gitmeyi reddetme” tavrımızın dayandığı temeller, üzerinde şekillendiği gerekçeler, “başka” güçlerin temellerinden ve gerekçelerinden çok farklıdır!

3 Ağustos 2010