27 Ağustos 2010
Sayı: SİKB 2010/34

 Kızıl Bayrak'tan
Kızışan referandum rekabeti ve
yeniden “Kürt açılımı”
Kürt halkının özgürlük istemi
bu düzenin sınırlarına sığamaz!
1 Eylül Dünya Barış Günü yaklaşırken devrimci sınıf mücadelesini
yükseltelim!
Anayasa tartışmaları, “bitaraf” ve “bertaraf”
Sermaye düzeni varoldukça Hrantlar her gün yeniden katledilecek!
Cemil Çiçek’in
ırkçı-şovenist hezeyanları
BDSP panellerle referandum çalışmalarını sürdürüyor
Referandum oyununun aktörü düzen güçleri sınıf devrimcilerine azgınca
Tuzla tersanelerinde gözler
BETESAN direnişinde
BETESAN’da işçi kıyımı sürüyor.
İşçi ve emekçi hareketinden.
Gelişen sınıf hareketine müdahalenin imkanları ve sorunları
TÜMTİS İstanbul Şube Sekreteri ile konuştuk
UPS’de direniş büyüyor!.
Sıra iş güvencesinde!.
Hayatlarımızın iplerini
ellerimize alalım!.
Sınıf ile içiçe geçirilen yaz döneminin ardından.
Filistin-İsrail yetkilileri, doğrudan görüşmelere başlıyor
Emperyalist ABD rejiminin Irak’tan “çekilme” senaryosu
Sarkozy’nin Roman operasyonu ve kapitalizmin ırkçı yüzü
“4 milyon 742 bin kadın
okuma- yazma bilmiyor!”
Direnişçi kadın işçi
Türkan Albayrak’a
“Demokratik özerklik”
ne kadar demokratik?
Cezaevleri sömürü
düzeninin aynasıdır!
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

1 Eylül Dünya Barış Günü yaklaşırken devrimci sınıf mücadelesini yükseltelim!

1 Eylül Dünya Barış Günü’nü bir kez daha emperyalist-kapitalist devletlerin işgal, inkar ve imha siyasetlerinin gölgesinde karşılıyoruz. Ortadoğu’yu denetimi altına almak isteyen ABD’nin kanlı icraatları devam ediyor. Filistin’de sözde barış görüşmeleri ile siyonist işgalin nihai amacına ulaşması amaçlanıyor. İran üzerindeki emperyalist yaptırımlar derinleşerek devam ederken Ortadoğu halkları bir kez daha yeni savaş ve işgal tehditleri ile karşı karşıya bulunuyor.

Türkiye’de ise, 1 Eylül yaklaşırken en temel gündem bir kez daha Kürt sorunu. Emperyalist ABD rejimi ve işbirlikçi düzen güçlerinin ihtiyaçları doğrultusunda gündeme gelen sahte açılım politikası daha başlamadan iflas ederken, referandumun kızıştırdığı siyasal atmosferde burjuva partilerin temsilcileri Kürt sorununda devletin resmi çizgisinde bir milim bile değişme olmadığını kanıtlıyorlar. PKK’nin ilan ettiği tek taraflı ateşkese rağmen devam eden askeri operasyonlar, siperlerde süren boy yarışı, Öcalan’la görüştün-görüşmedim ikilemleri ile devam eden tartışmalarda devletin inkar ve imhaya dayalı resmi çizgisi bir kez daha ortaya seriliyor.

Sürmekte olan referandum tartışmaları ise burjuvazinin demokratikleşmeden ve barıştan ne anladığını bir kez daha teyit ediyor. Anayasa referandumunu çoktan es geçip taşeronlaşmayı kaldırmaktan türbana özgürlük getirmeye kadar türlü vaatlerle şehir şehir gezen CHP’nin yeni şefi Kılıçdaroğlu’ndan, 12 Eylül’de asılan devrimcilerin, kıyıma ve tehcire uğrayan Dersim halkının acılarını timsah gözyaşları ile diline dolayan AKP şefi Erdoğan’a kadar tüm düzen partilerinin şefleri tek bir noktada, burjuvazinin savaş çizgisinde birleşiyorlar.

Barış ve savaş iki farklı sınıfın iki farklı çizgisidir

Çeşitli vaatlerle demokrasi havarisi kesilen burjuva partilerin şeflerinin Kürt sorununda inkar ve imha çizgisinde buluşmaları elbette ki tesadüf değil. Zira onların barıştan ve demokrasiden anladıkları tüm sahte vaatlerine rağmen özünde budur. Burjuvazinin barışı ancak ve ancak kendi dolaysız egemenliğini kabul ettirdiği müddetçe mümkündür. İşçi ve emekçiler, ezilen halklar egemen sınıfın ve ırkın siyasetini kabul ettikleri sürece burjuvazi için sorun yoktur.

Ancak işçiler, emekçiler ve ezilen halklar bir kez en ufak bir hak talebinde bulunmaya görsün burjuvazi işte o zaman gerçek kimliği ile savaş meydanına çıkar. Kan bürümüş gözleri, irin kokan dişleri ile en meşru haklarını savunan işçi sınıfının ve ezilen halkların üzerine saldırır. Bu resim, TEKEL işçilerinin üzerine copları ve biber gazları ile kolluk kuvvetlerini gönderen sermaye hükümetinin, Kürt halkını yeterince ezmediği için onu eleştiren Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin resmidir. Hepsi ama hepsi burjuvazinin savaş dilinin yılmaz savunucusu ve ebedi sözcüsüdür.

Burjuvazinin savaş hezeyanları karşısında barışın gerçek mimarı ve savunucusu ise her zaman işçi sınıfı ve ezilen halklar olmuştur. Onyıllarca işçi sınıfı iktidarının simgesi olan SSCB bu gerçeği birçok kez tüm dünya halklarına kanıtlamıştır. Sovyet işçi iktidarı, bu açıdan en önemli mirası Nazi Almanyası’nı Berlin’e kadar süpürüp tarihin çöplüğüne göndererek, Berlin’e diktiği kızıl bayrakla tüm dünya halklarına 1 Eylül Dünya Barış Günü’nü armağan ederek bırakmıştır.

Gerçek ve kalıcı barış için işçilerin birliği halkların kardeşliği!

Ülkemizde de burjuvazi savaş tamtamları ile meydanları dolaşırken işçi sınıfı ve ezilen Kürt halkı mücadelelerini sürdürüyorlar. Kürt halkı sermaye devletinin inkar ve imha politikalarına karşı haklı ve meşru talepleriyle meydanları doldururken, işçi sınıfı da sermayenin köleleştirme saldırılarına parça parça da olsa direnişlerle yanıt vermeye çalışıyor. Amerikan kargo devi UPS’den tersanelere, kölece çalışma koşullarının hüküm sürdüğü sanayi havzalarında boy veren direnişlere kadar mücadelenin daha da büyümesi ve gelişmesinin imkanları kendini gösteriyor.

Yani 1 Eylül Dünya Barış Günü sadece emperyalist katliam ve işgallerle değil, büyüyen direniş ve mücadelelerle yaklaşıyor.

1 Eylül Dünya Barış Günü’nü özüne ve ruhuna yakışır bir şekilde kutlamak ise bu iki mücadeleyi güçlü bir şekilde bütünleştirebilmek, devrimci sınıf mücadelesi kanalına akıtabilmekle mümkündür. İşçi sınıfı içinde güçlenen direnme ve mücadele eğilimini lokal bir hareket olmaktan çıkartıp bu eğilime birleşik bir karakter kazandırabilmek,, ve dahası işçi sınıfının büyüyen mücadelesini siyasallaştırarak direnen Kürt halkıyla kader birliğini yaratabilmek günün en acil ve en önemli görevleri arasındadır.

Bu nedenle “İşçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarını yükseltmek ve bu şiara hayat vermek bugün her zamankinden daha önemli bir görevdir. 1 Eylül Dünya Barış Günü’nün de yaklaştığı bugünlerde bu görev ilerici, devrimci ve sol güçlerin omuzlarındadır.