11 Kasım 2011
Sayı: SİKB 2011/42

 Kızıl Bayrak'tan
Gerici savaş ve saldırganlıkta sınır tanımıyorlar
Amerikan tetikçiliği
“benzeri olmayan” noktada
Kürt sorununa dokunan yanıyor!.
BDP Eşbaşkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş ile konuştuk
Karadağ’ın katledilişinin 2. yıldönümü dolayısıyla avukatlarından polis cinayetleri ve dava süreci üzerine.
Cinayet(ler)in faili ve
nedeni - Temel Demirer
Ölümsüzlüğe uğurlanışının 2. yılında Alaattin yoldaş üzerine
Metal İşçileri Birliği MYK Kasım Ayı Toplantısı
Sendikal çalışma, reformizm ve
devrimci politika üzerine
TKİP’nin 13. yılı etkinliğindeki konuşma: Güne yükleniyor, devrime hazırlanıyoruz!
“İşçilerin birliği, halkların kardeşliği gecesi” gerçekleşti.
13. Yıl etkinliği mesajlarından
AB’nin zayıf halkası Yunanistan’da
kriz derinleşiyor
“İşgal Et” eylemleri sürüyor!
Göçün 50. yılı ve kısa hikayesi
Libya’da yeni emperyalist
işgal dönemi
Direnişçi Hugo Boss işçileriyle konuştuk
Şubeler hazırlıklara başladı
Asgari ücretliye 1 somun ekmek
DİSK/Tekstil’de muhalefeti
sindirme operasyonu
İstanbul’da 6 Kasım protestoları
“YÖK’e karşı alanlardaydılar
Galatasaray önünde 345. hafta
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Göçün 50. yılı ve kısa hikayesi

“Onlar ki toprakta karınca

Suda balık

Havada kuş kadar

çokturlar....’”

N. Hikmet

Türkiye’den ağırlıkla Almanya olmak üzere Avrupa’ya işçi göçü tam 50 yıl önce başladı. İlk elden 30 Ekim 1961 yılında Almanya ile “işçi mübadele anlaşması” imzalandı. Önceleri de kendiliğinden de olsa Avrupa’ya göç vardı. Bu uluslararası nitelikteki anlaşma ile birlikte göç resmileşti. Bu tarihte Avrupa’da yaklaşık 30 bin işçi bulunuyordu. Almanya’yı 1964 yılında Avusturya, Hollanda, Belçika, 1965 yılında Fransa ve 1967’de İsviçre izledi. Bugün Almanya başta olmak üzere Avrupa’da hali hazırda, çeşitli ülkelerden gelen toplam 15 milyon göçmen işçi var. Türkiyeli işçi sayısı ise 2.5 milyonu Almanya’da olmak üzere toplam 4 milyondur.

50 yıl önce imzalanan toplam 12 sayfalık bu anlaşma metni, Türkiye’den getirilecek olan ve adına “Gastarbeiter(misafir işçi)” denilen işçileri özgürce ve her türlü işte sınırsız biçimde kullanma hakkını tanıyordu. Avrupalı kapitalistler de böyle yaptılar. Göçmen işçileri kendilerinin belirlediği koşullarda en pis ve en ağır işlerde çalıştırdılar, yoğun biçimde sömürdüler. Fabrikalar, maden ocakları, inşaat sektörü ve temizlik işleri bir anda Türkiye’den ve başka ülkelerden gelen göçmen işçilerle dolup taştı.

Almanya II. Dünya Savaşı’nda tam bir yıkıma uğramıştı. Yeniden inşa edilmesi ve yeniden imrenilen bir ülke haline getirilmesi hedefleniyordu. Alman tekelci burjuvazisi bunun için ihtiyaç duyduğu işgücünü bulmuştu; göçmen, bir başka adıyla “misafir işçiler”. Bu ucuz işgücü ordusu sınırsızca kullanılacak ve zamanı geldiğinde, posası çıkmış bir halde gerisin geri geldikleri ülkelere gönderileceklerdi.

Türkiye’de düzen kendi insanlarına insanca yaşanılabilir koşullar sağlamamıştı. Ne iş verebiliyordu, ne de aş. İşsiz ve yoksul onbinlerce işçi zorunlu olarak yerlerinden, yurtlarından göçmek zorunda kaldı. Avrupalı kapitalistler bir ucuz işgücü pazarı kurmuştu, Türk sermaye devleti de bu pazara kaynağını sağlamıştı.

Türkiye’den gelen işçiler son derece yoksuldular, sefalet koşullarında yaşıyorlardı. Bu nedenle de Almanya’ya gelen bu işçiler burayı bir umut kapısı, bir sosyal haklar cenneti olarak gördüler. Hiç itiraz etmeden, en ağır koşullarda ve üstelik de, Alman işçilerine göre çok daha düşük ücretlerle çalışmayı kabul ettiler. Alman burjuvazisi onların bu durumunu çok iyi değerlendirdi. Her fırsatta onları yerli işçilerle karşı karşıya getirdi. Ücretleri düşürmede, sömürüyü yoğunlaştırmada, kısacası kölelik koşullarını kabul ettirmede onları kullandı. Böylece karlarına kar kattı.

Yıkık Almanya kısa denebilecek bir zaman dilimi içinde yeniden Türkiyeli bu işçilerin de katkılarıyla ayakları üstüne dikildi. Türkiyeli işçiler diğer ülkelerden gelen sınıf kardeşleri ile birlikte ürettikleri ve yarattıkları ile Alman burjuvazisini zenginleştirdiler. “Alman mucizesi” nin yaratılmasında onların da önemli payı var.

Dönmek üzere gelmişlerdi, buralı oldular...

Türkiyeli göçmenler dönmek üzere gelmişti, ama dönmediler, dönemediler. İktisadi-toplumsal koşullar onları yerli toplumun organik bir parçası haline getirdi. Bekar ve yalnız gelmişlerdi, sonra eşlerini ve çocuklarını da getirdiler. Zamanla buralı oldular.

Sermaye devleti samimiyetten tümüyle yoksun demeçler ve sahte çıkışlar dışında, hiçbir dönem Avrupa/Almanya’daki işçilerin gerçek sorunları ile, onların acıları, iş ve yaşam koşulları, sıkıntıları vb. ile ilgilenmedi. Onları sadece ve sadece bir döviz kaynağı olarak gördü.

Geçici olarak gönderilen bu insanlar çoğala çoğala milyonları buldu. Bu büyük kitleye, 12 Eylül 1980 sonrası dönemde bir de hatırı sayılır nicelikte politik sürgün dahil oldu. 2. ve derken 3. kuşak oluştu. Buranın dilini öğrendiler, okudular, memur oldular, polis oldular,yavaş yavaş yaşamın her alanına girmeye başladılar. Ticarete atıldılar, işveren oldular, mülk satın aldılar. Yerli toplumla yakınlaştılar, kız alıp verdiler. Zaman içinde sınırlı da olsa buranın toplumsal-siyasal yaşamına dahil olmaya başladılar.

Vatandaşlık hakkını kazananlar seçme ve seçilme hakkını da elde etti. Seçti-seçildi. Bu yeni bir durumdu ve değerlendirilmesi gerekiyordu. Sermaye devleti hızla lobi faaliyetine başladı. Ucuz işgücü aracı olarak Almanya ve Avrupa’ya gönderdiği işçileri, bu kez de politik olarak istismar etmeye, onları iç ve dış politikalarının dolgu malzemesi olarak kullanmaya başladı.

Dahası var.

Milliyetçiliği körükledi, dinsel gericiliği örgütledi. Her yerde camiler inşa ettirdi. Tarikatları adeta buraya taşıdı. Dini, milliyeti, mezhepleri ticari çıkarların aracı olarak kullandı. Vakıflar kurdu, onlar aracılığıyla bilinçsiz emekçilerin yılların emeğine malolan paralarını hortumladı. Kombassan ve günümüzde gündem olan Deniz Feneri gibi patlayan soygun çarkları bunun örnekleridir.

Avrupa eski Avrupa, Almanya eski Almanya değil...

Aradan geçen 50 yılın Türkiyeli işçileri hem fiziki ve hem de moral açıdan hayli yıprattığı kesin bir gerçektir. Öyle ve o kadar ki, yıllarca en pis işlerde, en ağır ve en zor koşullarda çalışan ve gereğinden fazla yıpranan bu insanlar doğru dürüst emekli dahi olamadılar, olamıyorlar. Emekli olanların önemli bir kısmı ise, hastalıklardan yakasını kurtaramadı, birçoğu yaşamını yitirdi. Büyük çoğunluk hala emeklilik hakkı için mücadele ediyor.

Krizin yakıcı ve yıkıcı tüm sorunlarını en çok göçmen işçiler yaşıyor. Sonuçlarından en çok onlar etkileniyor.

Eski Avrupa ve Almanya’dan eser kalmadı. Sosyal devlete çoktan elveda dendi. Almanya artık sosyal haklar cenneti değil. Onyılların mücadelesine malolan tüm sosyal haklar tek tek gaspedildi, edilmeye devam ediliyor. Refahtan da eser kalmadı.

Günümüzde sömürü daha bir katmerleşmiştir. Ücretler habire aşağı çekilmekte, çalışma ve yaşam koşulları her geçen gün daha da kötüleşmektedir. İşsizlik tam bir kabusa dönüşmüştür ve bu en çok göçmen işçileri etkilemektedir. Kriz tehdidi, sınırdışı edilme şantajı ile bu işçiler en düşük ücretle çalıştırılmaya razı edilmektedir. Uzun sürelerle çaılştırılmaktadırlar, mesaiye zorlanmaktadırlar. Buna karşın bu işçilere bunun için ek bir ücret verilmektedir. Fabrikalarda çalışmak şimdi tam bir ayrıcalık haline gelmiş bulunuyor. Taşeron sistemi iyiden iyiye yaygınlaştırıldı. Her yerde deyim uygunsa amele pazarları kurulmaktadır. Bu pazarlarda en çok alınıp satılan ise göçmen işçiler olmaktadır. Yoksulluk toplum ölçüsünde yaygınlaşmış olup, en çok göçmen işçileri vurmaktadır. Eğitimden sağlığa her şey özelleştirildi. Onbinlerce göçmen çocuğu okullardan kaydını sildirmiş bulunuyor.

Avrupa ve Almanya düne kadar demokrasinin kalesi olarak sunuluyordu, şimdi bunun sözü dahi edilemez. Dün, Doğu Bloku ve Sovyet devletlerini, bu arada da Doğu Almanya’yı polis devleti olmakla suçlayan, başta Almanya olmak üzere Avrupa devletlerini kendileri gelinen yerde birer polis devletine dönüşmüştür.

Ayrımcı-dışlayıcı politikalar da sürüyor. Hatta günümüzde daha da acımasız boyutlar kazanmıştır. Avrupa, en çok da Almanya ırkçı ve yabancı düşmanlığının kalesi olmaya başlamıştır. Daha da önemlisi, göçmenler krizin ve onun tüm yıkıcı sonuçlarının nedeni olarak gösterilmektedir.

50 yılın ardından hala vatandaş olanların sayısı azdır. Bu konuda habire yeni şartlar ileri sürülmektedir. Öte yandan seçme ve seçilme hakkı mücadelesi de devam etmektedir.

Türkiye’nin çeşitli kentlerinde 1961 yılında başladı zorunlu göç. Tarih 2011 ve aradan tam 50 yıl geçti. Yerlerini yurtlarını terkeden onbinlerce işçi çözülür umuduyla sorunlarını da sırtlarında taşıdılar gittikleri kapitalist zengin ülkelere. Nedir ki, sorunlarının hiçbiri çözülmedi, tam tersine bunlara yenileri eklendi. Üstelik de daha bir ağırlaşarak..

Ne var ki, umut tükenmedi. Umut gelecek aydınlık günlerde.

Enternasyonal-İnfo