07 Eylül 2012
Sayı: SİKB 2012/03 (36)

 Kızıl Bayrak'tan
Devrimci anti-emperyalist mücadele,
görevler, sorumluluklar
Düzenin inkar ve imha saldırıları
İcazetle iş yapan taşeronların
sonu hezimettir!
Türk sermaye devletinden
BM’ye işgal çağrısı!
12 Eylül düzeni AKP eliyle sürüyor!
Sınıfın gerçek örgütlülüklerini
oluşturma görevi
Kayseri’de kıdem tazminatı ve özelleştirme sempozyumu
Maltepe taşeron işçilerinden işgal!
ADÖKSAN’da bekleyiş başladı
“Gerçek bir sendikal örgütlülük kurmayı hedefliyoruz”
Hobim’de sendika düşmanlığına
Güncel gelişmeler ışığında gençlik içinde anti-emperyalist mücadele
Genç Sen ve tutumumuz üzerine
Ekim Gençliği’nin kayıt dönemi çalışmalarından
Gençlik harçlara karşı alanlarda!
Emekçiler emperyalizme ve kirli savaşa karşı alanlarda
1 Eylül’de emperyalist savaş ve saldırganlığa öfke
Avrupa’da 1 Eylül eylem ve etkinliklerinden
Sermayenin zulmüne karşı direniş ateşi!
Taksim’de “4+4+4’ü durduracağız” yürüyüşü
İzmir’de “demokrasi, sosyalizm ve anayasa” semineri
Polis terörü hız kesmiyor!
Türkiye silah ticaretinde 8.,
eğitim ve sağlıkta sonuncu
Devlet tecavüzcüleri korumaya devam ediyor!
Yarın çok güzel olacak
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Yarın çok güzel olacak...

 

Büyük aşklar, yolcuklarla başlar...

Toprağın kokusu işlerken köylünün ellerine mevsimlik rüzgârlar sıcak bir ezgiyle esiyor ve Adana şehrinin Yenice ilçesinde Yılmaz Pütün adında bir bebek yaşama merhaba diyor ağlamaklı bir sesle. Tarih 1 Nisan 1937.

Yılmaz Pütün, okuma yazma bilmeyen ve topraksız bir köylü olan ailenin iki çocuğundan birisi. Daha 6 yaşındayken ağa için pamuk tarlalarında çalışmaya başlamıştı ve her sabah 6 km uzakta olan köydeki bir okula yürüyerek gidip geldi. Daha sonra annesiyle Adana’ya gelip yerleştiklerinde bir gün rast geldiği sinema perdesi ve ona yansıyanlar dikkatini çekmişti. Dikkatini çeken bu durum oniki yaşındaki Yılmaz’ı çok etkilemişti. Sinema artık onun tek eğlencesiydi. Sinemaya duyduğu ilgi her geçen gün artmış ve sinema makinistliği yapan komşusundan bir gün bir filme pursantaj memuru arandığını duyduğunda çok sevinmişti.

Yılmaz artık bu işle sinemanın içindeydi. Sinema afişlerini sırtlayıp mahalle mahalle köy köy dolaşıyor ve sinemaya daha çok ilgi duyup sinema ile ilgili düşünmeye ve yazmaya başlıyordu. 1957 yılında İstanbul’a gelmiş ve sinemayla ilgili işler yapmaya devam etmişti. Yılmaz Güney, 1959 yılında Atıf Yılmaz'ın asistanlığını üstlenmişti ve Atıf Yılmaz'ın yönetmenliğini yaptığı “Bu vatanın çocukları” ve “Alageyik” isimli filmlerin hem senaryosunu yazdı hem de filmlerde rol aldı.

Bir gün film setini polisler basar ve Yılmaz Güney gözaltına alınır. Uzun süren mahkemenin ardından 1,5 yıl hapis ve 8 aylık bir sürgüne mahkûm edilir. Bu olayın nedeni Yılmaz Pütün ismini filmde rol almaya başladığında Yılmaz Güney olarak değiştirmesidir. Yılmaz Güney, lise yıllarında fabrika işçisi ile ilgili kaleme aldığı bir yazıda “buralar eşit olsa cennet olur” cümlesini kullandığından komünizm propagandası yapmaktan aranmaktadır ve isim değişikliği de bu olayın sonucudur.

İsyanın yaratıcılığı

Yılmaz Güney yaşadığı yoksulluktan sıyrılıp zengin olabileceği olanakları çektiği filmlerle yakalamaya başlamıştı ve istese sanatını popüler kültürle birleştirip burjuva sanatının paralı sanatçısı olabilirdi. Ama Yılmaz Güney yaşamında böyle bir sanata ve sanatçılık anlayışına hep karşı çıktı. Çocukluktan beri yaşadığı yoksullukların bir çelişkinin ürünü olduğunu anlamış ve yeni dünyanın mümkün olduğunu yaşamında ve sinemada haykırmaya başlamıştı. Yılmaz Güney’in emekçileri ve ezilenleri sinemaya taşıması aynı oranda geniş kitlelerin de onu sahiplenmesine neden olmuştu. Yılmaz Güney ilk filmlerinde emekçilerden ve ezilenlerden bahsederken daha sonraki filmlerinde emekçilerin ve ezilenlerin kurtuluşundan yani devrimden ve sosyalizmden bahsetmeye başlıyordu.

Yılmaz Güney devrimci kişiliğini sadece sanat anlayışıyla buluşturmasıyla değil, aynı zamanda yaşamında devrimci mücadeleye sunduğu katkılarıyla da kitlelerin sevgisini kazanmıştır. 12 Mart 1971 faşist darbesinin ardından devrimcilere dönük saldırıların yoğunlaştığı bir dönemde Mahir Çayan ve yoldaşlarını evinde saklamasından dolayı 2 yıldan fazla bir süre hapse ve sürgüne mahkûm edildi. 1974 yılında hapishaneden çıktıktan sonra “Arkadaş” filmini, yine aynı yıl Adana’da “Endişe” filmini çekerken, karıştığı bir olay sırasında bir yargıcı vurarak öldürmesi üzerine 19 yıl hapis cezasına mahkûm oldu.

Yılmaz Güney, düzenin üzerinde uyguladığı tüm baskılara rağmen devrimci sanat anlayışını içerde ve dışarıda sürdürmüştür. Devrimci sanat anlayışının getirdiği yaratıcılık, Yılmaz Güney’in filmlerindeki karakterde hayat bulmuştur.

Yılmaz Güney'in cezaevinde yazdığı “Sürü” filmi Zeki Ökten tarafından 1978'de çekilmiş bir filmdir. Dönemin baskı ve zorbalıkları sürerken aynı zamanda filmin çekiminde yaşanan yoksulluk da çabasıdır. Ancak her şeye rağmen film çekilmiştir. Filmin tüm bu olumsuz şartlara rağmen çekilmesinde film ekibinin gittikleri yerlerde Yılmaz Güney'in filmi demesi yeterli olmuştur ve birçok olanak Yılmaz Güney’i sevenler tarafından sağlanmıştır. Bu durum Yılmaz Güney isminin ve onda hayat bulan devrimci sanat anlayışının yaşamdaki ifadesi ve karşılığıdır. Çünkü sanat anlayışının özellikle o dönemlerden başlayarak giderek popülist söylemlerle yozlaştığı ve herkese tepeden bakan sözüm ona aydın sanatçıların toplumun sorunlarına yüz çevirdiği yıllardır. Bu yıllarda kitlelere yüz çevirmeyen devrimci sanatçılar da birçok kez hapis ve sürgünle düzen tarafından terbiye edilmek istenmiştir.

Yılmaz Güney için içerde ya da dışarıda olmak önemli değildi, önemli olan çektiği filmler ve onun selametiydi. Çünkü filmlerinde devrim seçeneğini ortaya koyan bir anlayış vardı ve filmlerini devrime giden yolda kitleleri kazanma adına iyi bir araç olarak görüyordu. Yılmaz Güney "Sanat tek başına devrim yapmaz, fakat doğru bir çizgiyle dünya hakkında doğru bir siyasi görüşe sahip olan bir sanatçı, eserleri yoluyla, halkla, kitlelerle çok güçlü geniş bağlar kurabilir" sözüyle zaten belirtmiştir bakışını.

Güneyin sıcaklığını taşıyanlar asla yılmazlar

Yılmaz Güney hapislere/sürgünlere aldırış etmediği gibi toplumdaki sömürüyü, zulmü ve baskıyı da filmlerine taşıyarak devrimci sanat yaşamını hep sürdürdü. Cezaevinde yazdığı ve daha sonra tekrar kurguladığı “Yol” filmiyle Cannes Film Festivali'nde ödül aldı. Yurtdışına çıktıktan sonra “Duvar” filmini çekti. Fransa'da çektiği “Duvar”, onun son filmi olmuştur. Bir sonraki yıl, 9 Eylül 1984'te yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayarak, düşlerindeki sayısız projesiyle birlikte aramızdan ayrıldı.

Yılmaz Güney’in 1 Mayıs 1984’te yaptığı konuşması ise onun güneyin sıcaklığını yüzünde taşıdığının ve asla yılmadığının açık bir ifadesidir.

“Dağlarımız, ovalarımız ve ırmaklarımız bizi bekliyor. Biz bütün ömrümüzü gurbette geçirip gurbet türküleri söylemek istemiyoruz. Biz yiğitlikleri ile destanlar yazmış bir halkız. Ve önümüzde duran bütün güçlükleri yenecek azme, kararlılığa ve koşullara sahibiz… Dost ve düşman herkes bilsin ki; kazanacağız, mutlaka kazanacağız!

Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir…”