28 Temmuz 2017
Sayı: KB 2017/29

Devrimci sınıf hareketi
Dikta rejiminin noteri: Parlamento!
Baskı ve denetim her yerde
Gerici müfredat
Birleşik Metal-İş nereye?
Metal işçisinin direncini örgütlemeye!
Türk Metal neye hazırlanıyor?
Gülmen ve Özakça için yapılan eylemlerde polis terörü
Sigortasız işçiliğin kaynağı kapitalizme karşı mücadeleye!
“Direnişi kazanana kadar daha da büyüteceğiz”
Soluğumuzu tutalım, sınıf ve kitle hareketliliklerinin yeni dönemine hazırlanalım!
“Devrimci sınıf sendikacılığında DEV TEKSTİL öncü adımdır”
Sermayenin az maliyet, azami kâr projesi: UİS
Karalama ve tehditlere karşı Yazaki’de direniş sürüyor
6 Ağustos seminerine doğru
“Boyun eğmedik, eğmeyeceğiz!”
DGB’li Enise İlin’e yönelik tacizlere dair açıklama
ABD’de yaşanan siyasal kriz ve yansımaları
Filistin’de katliam ve yağma bir arada
“Sünni cephe”nin önceliği, Filistin davasını tasfiye etmek!
Bir barikat türküsü: Halka Yol Gösteren Özgürlük
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Soluğumuzu tutalım, sınıf ve kitle hareketliliklerinin yeni dönemine hazırlanalım!

Onur Kara*

Kapitalist-emperyalist sistemin çok yönlü krizi, dünya genelinde kendisini her alanda ortaya koyuyor. Bir yandan muazzam boyutlara varan servet-sefalet kutuplaşması, diğer yandan kapitalizmin yol arkadaşı işsizlik vebası işçi ve emekçileri sarıp sarmalıyor. Sistem işçi ve emekçilerin geleceğe dair en ufak bir umut dahi beslemelerine imkan tanımıyor. Emperyalistler arası hegemonya mücadeleleri ve enerji kaynakları ile pazarlara hakim olma yarışı, başta Ortadoğu coğrafyası olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde halen devam etmekte olan çatışmaların, kıran kırana geçen emperyalist rekabetin başlıca nedenleri oluyor.

Tüm bu gelişmelerin olumsuz sonuçlarını en başta ezilen mazlum halklar yaşıyor. Ya bu savaş ve çatışmalar içinde kırılıyorlar ya da yaşadıkları açlığın, yoksulluğun, işsizliğin pençesinden kurtulabilme umuduyla, kendilerini bekleyen daha trajik sonuçları göze alarak, emperyalist metropollere ulaşma çabasıyla yollara düşüyorlar. Bugün milyonlarca mülteci, kapitalist-emperyalist sistemin yol açtığı musibetlerden kurtulabilme ümidiyle daha büyük belalarla boğuşuyor. Emperyalist bir kuruluş olan Birleşmiş Milletler (BM) Uluslararası Göç Örgütü’nün açıkladığı son rapora göre bile, dünya genelinde 710 milyon kişinin başka ülkelere göç etmek istediği, 23 milyon kişinin ise bunun için hazırlık yaptığı anlaşılıyor.

Öte yandan işçilere, emekçilere ve ezilen halklara çıkarmış olduğu bu ağır faturalara karşın kapitalist-emperyalist sistem, sınıf çelişkilerini keskinleştirmek suretiyle sosyal mücadelelerin zeminlerini genişleterek krizi çözecek dinamiklerin de giderek daha belirgin bir hale gelmesini ve öne çıkmasını sağlıyor. Bugün sadece geri ve bağımlı ülkelerde değil, emperyalist metropollerde bile hızla yaygınlaşan ve kitleselleşen proleter kitle hareketlerine ve halk isyanlarına şahit oluyoruz. Kapitalizm dünya genelinde daha fazla sorgulanır bir hale geliyor.

Nitekim dünyadaki siyasal gelişmelere ve tarihsel gidişata ilişkin sınıfın devrimci partisi tarafından çeşitli vesilelerle yapılmış temel değerlendirmelerde bu duruma dikkat çekilmiş, bu tespitlerden yola çıkılarak da devrimci sınıf mücadelesi alanına, daha özelinde sınıf devrimcilerinin görevleri kapsamına ilişkin politik, örgütsel sonuçlar çıkarılmıştır. Bunlardan biri olan “Tunus ve Mısır: Devrim için dersler...” başlıklı değerlendirme Tunus ve Mısır’da yaşanan halk isyanları üzerinden yeni tarihsel döneme ilişkin şu tespitlerde bulunuyor:

2- Bugünün dünyasına baktığımızda, etki ve sonuçları kendini tüm dünya üzerinden gösteren bir dizi temel önemde olguyla yüz yüze kalmaktayız. Bunlardan ilki, şu sıralar tüm kapitalist dünyayı pençesine almış bulunan ekonomik ve mali bunalımdır. İkincisi, ilkine de bağlı olarak, dünya ölçüsünde günden güne ağırlaşan ekonomik ve sosyal sorunlar yığınıdır. Üçüncüsü, ABD hegemonyasındaki çözülme, buna bağlı olarak da kızışan emperyalist rekabet, artan silahlanma, tırmanan militarizm, yaygınlaşan emperyalist müdahaleler ve çoğalan yerel emperyalist savaşlardır. Ve dördüncüsü de, tüm bu sorunların, özellikle de sosyal sorunların ağırlaşması ve sınıf çelişkilerinin keskinleşmesine bağlı olarak, son örneklerini Tunus, Mısır ve öteki Ortadoğu ülkeleri üzerinden gördüğümüz gibi, tüm dünyada proleter kitle hareketleri ve halk isyanları dalgasının büyüyen bir güç kazanmasıdır.”

2011 yılına ait bu değerlendirmeler üzerinden geçen süre boyunca yaşanan tüm gelişmeler ve olgular bu tespitleri doğrulamakla kalmayıp, yeni veriler olarak desteklemiştir de. Bunun son örneğini yakın bir süre önce Almanya’da gerçekleşen G20 Zirvesi’ne karşı düzenlenen protesto eylemlikleri üzerinden görmüş olduk. Hamburg G20 protestoları, son yıllarda doğrudan kapitalizm karşıtlığı üzerinden uluslararası çapta gerçekleştirilen en kitlesel ve militan eylemliliklerden biri olarak öne çıkmıştır. Bu özelliğiyle, uluslararası planda emekçilerin, gençliğin, kadınların ve ezilen tüm kesimlerin kapitalist sistemin krizlerine ve yol açtığı faturalara artık daha fazla katlanmak istemediklerinin ve öfkelerinin somut bir göstergesi olmuştur aynı zamanda. Ortada, bu militanlığın sınıfın üretim alanları üzerinden gerçekleştireceği bir eylemsel hatta doğru büyütülmesi/dönüştürülmesi gibi son derece yakıcı ve kritik bir görevin durduğu ise aşikardır. Fakat bu durum ne G20 Zirvesi karşıtı militan eylemliliğin önemini hafifletir ne de yukarıda vurgulamış olduğumuz tespitlere gölge düşürebilir. Olsa olsa bundan çıkarılacak sonuç, sınıfın tarihsel misyonunu gerçekleştirmesi hedefiyle hareket eden örgütlü siyasal güçler ve özneler payına, tüm dikkatlerini vermeleri gereken temel görevlere işaret eder veya bu konuda uyarıcı bir rol oynar yalnızca.

Öte yandan bugün, her ne kadar “rejim krizi” gibi kendine has krizleriyle daha fazla anılıyor gözükse de Türkiye de aslında bu rejim krizinin daha şiddetli yaşanmasına yol açan sistemin çok yönlü krizleri içinde debelenmektedir. Tamamen borç batağı üzerine kurulu ve yabancı sermaye akışına bağlı olarak dönen ekonomi çarklarının gerek uluslararası planda yaşanan gelişmeler, gerekse de ülke içindeki siyasal istikrarsızlığa bağlı olarak her an işlemez hale gelme riski, sermaye sınıfının yüreğinin ağzına gelmesine yol açmaktadır. Dinci gerici iktidar hedefiyle toplumsal meşruiyetini önemli bir ölçüde yitirmiş olan AKP iktidarı, bu konuda yerli ve yabancı sermayeyi rahatlatmak, onların desteğini arkalamak adına bir dizi sosyal-iktisadi saldırıyı tam da OHAL sürecinin yarattığı ortamdan faydalanarak peş peşe devreye sokmaktadır. Devlet erkanı ve hükümet yetkilileri, sermaye çevreleriyle yaptıkları her toplantıda bu gerçekliğin altını kalınca çiziyorlar. Daha öncesinde OHAL’de herkesin işine rahatlıkla gidebildiği ve patronların OHAL’den yakınmamaları gerektiği yönünde açıklamalar yapan Erdoğan, artık daha pervasızca davranmakta; OHAL’in grevleri yasaklamak için uygulandığını söylemekte ve bu yolla da bizzat sermaye sınıfının çıkarları için ilan edildiğini ifşa etmekte hiçbir beis görmemektedir.

Gayri Safi Milli Hasıla’yı 15 yılda 3-4 kat arttırdıklarıyla övünen AKP iktidarı, açıkladıkları rakamların 400 milyar dolar civarındaki bölümünün dış borç kaynaklı olduğuna ise hiç değinmiyor. Cari işlemler açığına ilişkin veriler ise, rakamların her yıl bir öncekine göre daha fazla büyüdüğünü gösteriyor. Bugüne kadar “kaynağı belirsiz” döviz girişi olarak yansıtılan ve ekonomideki yaşanan krizin gözlerden kaçırılmasına da hizmet eden Arap sermayesinin, son dönemde Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn dörtlüsü ile Katar arasında yaşanan siyasal kriz nedeniyle daha ne kadar bu “güvenceyi” sunacağı ise belirsizliğini koruyor. AKP iktidarının ekonomiye dair çizdiği pembe tablolara karşın gerçeklerin tam tersi bir duruma denk düştüğünün farkında olan emperyalist kredi derecelendirme kuruluşları bu yüzden Türkiye’nin, uluslararası sermaye için yatırım yapılabilirliğine dair notunu eksilerde ve durağan olarak belirliyor. Kısacası, dünya genelinde hâlâ süren “ekonomik kriz” Türkiye üzerinden de tüm derinliğiyle yaşanıyor.

Elbette işçi ve emekçiler bu durumu bizzat yaşamları üzerinden çok daha somut ve yakıcı bir şekilde deneyimliyorlar. İşsizlik rakamları ve özellikle eğitimli genç işsizlerin bu rakamlardaki oranı gün geçtikçe artıyor. Bu arada Suriyeli mültecilerin ucuz iş gücü olarak ve kayıt dışı çalıştırılması ücretlerde ve çalışma koşulları üzerinde önemli bir baskı unsuruna yol açmakla birlikte, sorunun temelinde kapitalist sömürü ilişkisinin yattığının görülmesini engelleyerek, emekçilerin birliğini ve örgütlü mücadele etme potansiyelini de dinamitlemiş oluyor. Enflasyon rakamları çift hanelerden aşağı düşmezken, emekçilerin geçim standardına ilişkin gerçek enflasyonun ise açıklanan resmi rakamların kat be kat üstünde olduğu herkesçe biliniyor. İşçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarını nispeten biraz daha rahatlatmaya yönelik en ufak bir hak talebi veya beklentileri ya karşılanmıyor ya da bu yöndeki mücadeleleri OHAL uygulamalarıyla anında bastırılıyor.

Tüm bunlara rağmen yine de sömürü koşullarının ve emekçilerin yaşamak zorunda bırakıldıkları sefalet koşullarının had safhaya ulaşması sosyal hoşnutsuzluğu büyütüyor ve onları giderek eylemsel hatta çeken nesnel zemini de yaratıyor. Nitekim son birkaç yılda fabrikalarda işgal, grev ve direniş eksenli fiili-meşru mücadele yöntemlerine dair örneklere daha fazla şahit oluyoruz. Üstelik bu durum, emekçilerin mücadelelerinin önündeki OHAL uygulamalarına, sendikal bürokrasi ve taban örgütlülüklerinden yoksun olmalarına rağmen gerçekleşiyor. Ayrıca Tekel, Greif ve Metal Fırtına gibi direnişlerden bu yana sınıf kitlelerinin, direnişlerden deneyim kazandığı, kolektif etkileşim içerisine girdikleri anlaşılıyor. Komünistler, sınıf hareketinin bu yeni dönemini Greif direnişiyle birlikte erken bir tarihte tespit etmişlerdi. Ancak tüm bu göstergelere rağmen sınıf hareketinin gelip dayandığı eşiği hâlâ aşamadığı da bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.

Diğer yandan Türkiye özgülünde “rejim krizi”nin 15 Temmuz’la birlikte bir devlet krizine dönüşmüş olmasının da etkisiyle bir yıldır devam eden OHAL uygulamaları, bunun sonucu olarak KHK’larla binlerce kamu emekçisinin iş güvencesinin bir çırpıda ortadan kaldırılması ve sendikal örgütlülüklerini hedef alan bir saldırıya dönüşmesi gibi gelişmeler öfkeyi sürekli körüklüyor. Keza şaibeli referandum süreci ve başta yargı, meclis, kolluk kuvvetleri olmak üzere devletin temel kurumlarının dinci gerici iktidarın çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılmasına yönelik toplumsal tepkiler sürekliliğini koruyor. AKP iktidarının ve yaptıklarının meşruiyeti giderek daha fazla sorgulanıyor. Tutuklamalar HDP milletvekilleriyle sınırlı kalmayıp, her türlü muhalefeti sindirme amacıyla düzen partisi CHP’yi bile hedefler hale geliyor. Hapishaneler dolup taşıyor. İşten atılan kamu emekçilerinin eylemlerine, kadınlara yönelik şiddetin protesto edildiği gösterilere ve her türden sokak eylemliliklerine azgın bir polis terörüyle saldırılıyor. Tüm bu gelişmeler toplumsal fay hatlarında yeni kırılmaları önceleyen gerilimlerin birikmesine yol açıyor. Öyle ki temel misyonu toplumsal tepkiyi ve muhalefeti düzen içine kanalize etme yönünde itfaiyecilik olan CHP’nin bile bugün “sokak” vurgusu yapmak zorunda kalışı, toplumda alttan alta biriken öfkenin ve kaynaşmanın da en somut göstergesi olmaktadır aynı zamanda.

Sosyal-iktisadi saldırılara demokratik haklar ve özgürlükler alanını kısıtlayan saldırıların eşlik etmesi ve bunun da bir “tek adam diktatörlüğü” yönetimi altında gerçekleşiyor oluşu toplumda “adalet” talebinin ve beklentisinin kendiliğinden öne çıkmasına ve yaygınlaşmasına yol açıyor. Bu açıdan da böylesi dönemler kitle hareketinin mevcut görünümüne rağmen “sıçrayışlara”, önemli toplumsal patlamalara gebe olduğu dönemler olmuştur. Zaten sermaye çevrelerinden, özellikle TÜSİAD’dan AKP iktidarına zaman zaman yapılan uyarıların gerisinde tam da bu korku, sermaye düzeninin genel çıkarları ve bekasının korunması kaygısı vardır.

Haziran Direnişi gibi yeni toplumsal patlamaların, üstelik o zamandan bu yana gerek dünyada gerekse de Ortadoğu coğrafyasında yaşanan bir dizi gelişmenin etkisiyle birlikte sermaye düzeni açısından çok daha sancılı geçecek olması, sermaye sınıfında derin endişeler uyandırmaktadır. Egemenlerin, düzen siyasetine şimdiden ayar vermeye yönelik hamlelerle “gelmekte olana” hazırlık yaptıkları anlaşılmaktadır. Zira sermaye sınıfı olaylara sistemin genel çıkarları üzerinden, tarihsel ölçüler ve deneyimler ışığında yaklaşıyor. Kapitalist sistemin yaşamakta olduğu kriz aşılamasa da, onun yönetilebilmesi adına faturanın döne döne emekçi kitlelere çıkartılması zorunluluğunu ve tercihini, bunun da kaçınılmaz olarak sosyal hoşnutsuzluğu büyüterek, mücadelelerin önünü açacağını çok iyi biliyor. İşte tam da böylesi nesnel zeminden beslenecek bir sosyal kalkışmayı, toplumda öne çıkan “adalet” beklentisi ve talebi eşliğinde, sömürü düzeninden öteye, onun “kötü yönetimine”, “tek adam diktatörlüğüne” yönelik bir hedef saptırmayla düzen sınırları içerisine çekmeyi planlamaktadır.

Bu açıdan şu an içinden geçtiğimiz dönemin, olayların gidişatını dikkate aldığımızda, Türkiye’nin kendine özgü çeşitli yanlar içerdiğini göz ardı etmeden Tunus ve Mısır’da yaşanan halk ayaklanmaları öncesi süreçlerle bir benzerlik taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Yukarıda andığımız değerlendirmede, yaşanan sosyal patlamaların, halk hareketlerinin ve halk isyanlarının ortak temeli; “kapitalist dünya sistemi(nin) her zamankinden çok daha fazla organik bir bütün(lük)” oluşturduğu olgusu üzerinden açıklanıp, “sistemin şu veya bu parçasındaki sözü edilebilir önemde hiçbir önemli olay(ın) ya da gelişme(nin), sistemin genelindeki işleyişten, etken ve eğilimlerden bağımsız” olmadığına, olamayacağına vurgu yapıldıktan sonra, Tunus ve Mısır bahsinde söz getirilip şuraya bağlanmaktadır:

Aynı geçerliliğe, Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmalarına yol açan büyük toplumsal hoşnutsuzluk ve öfke birikiminin, temelde, tam da emperyalist merkezlerden hazırlanıp tüm dünyaya dayatılan sosyal yıkım ve soygun politikalarının bir ürünü olduğu olgusu üzerinden de işaret etmek mümkündür.

Elbette bu türden büyük sosyo-politik olayları kendi özgünlüğü ve zenginliği içinde ele almak gerekir. Elbette her bir bölgenin ya da ülkenin kendine özgü koşullarını, dolayısıyla da buralarda patlak veren toplumsal olayların bu özgün koşullarla sıkı sıkıya bağını büyük bir dikkatle gözetmek gerekir. Ama bunu da, tam da sistemin toplamını kesen etkenler ve eğilimler üzerinden yapmak, dolayısıyla da olayların sistemin genelindeki akışı içinde ele almak ve anlamlandırmak gerekir. Zira tüm bu olayları temelde besleyen ve belirleyen, sistemin bütününe egemen olan genel etkenler ve eğilimlerdir. Sonuçta bunlar her bir ülkenin kendi özgün koşulları üzerinden yansıyor, dolayısıyla kendine özgü biçimler ve boyutlar kazanıyor olsalar da.”

Kürt halkının ulusal demokratik hakları uğruna yıllardır vermiş olduğu mücadelesiyle, dinci gerici iktidarın “tek adam diktatörlüğü” hedefiyle bir rejim krizine yol açması gibi gelişmeleriyle Türkiye’nin kendine has kriz dinamiklerini bir yana koyduğumuzda, bugün Türkiye’de yaşanabilecek kitle hareketlerinin ve halk isyanlarının, tam da yukarıdaki bakışta özetlendiği gibi “sistemin bütününe egemen olan genel etkenler ve eğilimler” üzerinden şekilleneceği veya açığa çıkacağı aşikardır. Fakat bunun Gezi sürecinde olduğu gibi “çevre duyarlılığı” üzerinden mi alevleneceği, yoksa bugün işlerine geri dönme talebiyle hala açlık grevi eylemlerini sürdüren onurlu kamu emekçilerinin istenmeyen bir akıbetle yüz yüze kalmalarının toplumda yaratabileceği bir infialle mi tetikleneceği ya da hükümetin yeni bir grev yasağı sonucu Metal Fırtına’da olduğu gibi benzer bir süreç üzerinden mi başlayacağı vb.ni önden kimse tahmin edemez. Ancak içinden geçilen tarihsel döneme, sistemin bütününe egemen olan genel etkenler ve eğilimlere bakarak, bunun siyasal coğrafyamızda hangi özgünlük içerisinde somutlaştığını sınıf kitleleri ve emekçilerin verili tepkileri üzerinden okuyarak, tıpkı sermaye sınıfı gibi “gelmekte olanı” öngörerek, kendi cephemizden şimdiden buna yönelik bir hazırlık içerisinde olabiliriz ve olmalıyız da...

Bütün bunlar Ortadoğu çapında bir sosyal fırtına ile yüz yüze olduğumuzu gösteriyor. Ama sosyal patlama her zaman siyasal biçimler içinde ortaya çıkar ve kendini kendisine nefes aldırmayan diktatörlüklere yönelmiş halde bulur.” Tunus ve Mısır’da başlayıp Ortadoğu’yu da etkisi altına alan halk isyanları kapsamında yaşanan gelişmeleri anlamlandırmak için sarf edilen bu sözler, Türkiye’de gelişebilecek olası bir sosyal patlama için de geçerliliğini korumaktadır. Zira belirttiğimiz gibi sosyal iktisadi saldırılarla bunalan kitlelerin bu uygulamalara eşlik eden baskıcı, faşizan saldırı ve yasaklara “tek adam diktatörlüğü” yönetim biçimi altında maruz kalıyor olmaları, kitlelerin “özgürlük” ve “adalet” taleplerini kendiliğinden sahiplenmelerine yol açıyor. Ama bu taleplerin ve kavramların içinin nasıl doldurulacağı ve neye karşı ileri sürüleceği sınıfların o andaki durumuna; mücadele deneyimlerine, bilinç ve örgütlülük düzeylerine bağlı olacağı gibi, kitlelerin politik temsilciliğine soyunan siyasal yapıların önden hazırlık durumlarına da bağlı olacaktır. Ve bu açıdan bugün işçi sınıfı ve emekçiler açısından en büyük tuzak, CHP gibi bir düzen partisinin, peşine her türden reformist solu da eklemleyerek kitlelerin özlem ve taleplerini “sol” söylemlerle istismar edip, sorunu sadece “tek adam diktatörlüğü” sınırında tutan bir bakış ve hatta daraltmasıdır. Ve bu çerçevede, harekete geçen kitlelerin tepkisini ve öfkesini dindirerek, yeniden sistem içerisine çekmesi olacaktır. Benzerini Gezi sürecinde yaşadığımız gibi...

Dahası bu durum dünyada da kitle hareketlerinin reformist-liberal hareketlerce dizginlenip, sistem içine çekilmesi yönünde bir süredir başvurulan yöntem ve “genel eğilim”le de örtüşmektedir. Elbette ki her siyasal parti, grup ve özne iddiasının ciddiyetine uygun bir biçimde temsilciliğine soyunduğu sınıf kitleleri içinde bu süreci karşılayacaktır. Komünistlerin “devrimci bir sınıf hareketi” perspektifiyle gözlerini diktiği siyasal çalışmalarının ağırlık merkezini sınıf çalışmasına hasrettiği bu dönemde “gelmekte olanı” gözlemleyip, sınıf kitlelerini önden hazırlama, mücadeleye sevk etme ve bağımsız sınıf çıkarları doğrultusunda sürece dahil olabilmeleri yönünde etkin bir faaliyet sergileyebilmeleri hiç şüphesiz ki elzem bir ihtiyaçtır. Özellikle bugün fabrikalar özgülünde fiili-meşru mücadele örneklerinin yaygınlaşması, sınıf bölüklerinin bu deneyimler doğrultusunda bilinçlendirilip örgütlenmesi ve her şeyden önemlisi de sınıfın öncü unsurlarının siyasallaştırılıp kazanılması şaşmaz hedefimiz olmalıdır. Bunun için de yaratıcı yol ve yöntemler bulup, her an sınıf kitlelerinin nabzını tutmasını bilen, esnek ve dinamik yerel inisiyatiflere ihtiyaç vardır. Eylül ayında başlayacak olan, OHAL koşulları altında geçeceği anlaşılan ve şimdiden grev yasağı tehdidiyle yüz yüze bulunan metal iş kolundaki grup TİS süreci bu çerçevede ele alınıp yüklenilmesi gereken kritik bir halkadır.

Bununla birlikte sınıf devrimcilerinin Haziran Direnişi sürecinde elde ettikleri deneyim ve birikimleri yeniden gözden geçirmeleri, gerekli sonuçları çıkartmaları, kendilerini şimdiden hareketli dönemlerin ihtiyaçlarına göre hazır etmeleri de bir başka temel ihtiyaç olarak öne çıkmaktadır. Bu çerçevede de sınıfın devrimci partisinin böylesi dönemler için yapmış olduğu temel değerlendirmeleri yeniden incelemeleri, güncel bir eğitim konusuna çevirmeleri önemli bir görev olarak önümüzde durmaktadır.

* TKİP Dava Tutsağı /
Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Hapishanesi


 
§