14 Eylül 2018
Sayı: KB 2018/34

Emperyalistlerle kirli işbirliğine, cihatçı çetelerin hamiliğine ve işgale son!
Tahran Zirvesi ve Türkiye’nin büyüyen açmazları
AB’ye yine göz kırpan Erdoğan’dan yeni manevralar
AKP’ye toz kondurmayan MÜSİAD’dan kriz itirafları
Kriz ikinci çeyrek büyüme oranına yansıdı
Türkiye özelleştirmeler tarihinde bir sayfa: SEKA
“Haklarımızı alana kadar direnişe devam!”
Sessiz kalmayalım, birlik olup mücadele edelim!
Fabrikalardan kriz yansımaları
MİB MYK Eylül 2018 toplantısı sonuç metni
Metal İşçileri Birliği İstanbul Meclisi toplandı
Kayseri’de işçiler krizin faturasını ödemek istemiyor!
Sumiriko’da seçim oyunu
İlk 8 ayda en az 1290 işçi yaşamını yitirdi
Nikola Saafin ile Filistin’deki gelişmeleri konuştuk
“Ücretsiz eğitim” yalanı
Eğitim Sen: Karma eğitim tartışmaları planlı!
İşçi sınıfının DGM’leri kapatan mücadele deneyiminden...
Ruhi Su: Yaşamının çelikleştirdiği bas-bariton
Victor Jara: Şili’nin kesilen parmakları, mücadelenin bitmeyen bestesi
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Nikola Saafin ile Filistin’deki gelişmeleri konuştuk...

“Filistin burjuvazisi kendi çıkarlarını korumanın derdinde!”

 

Filistin diasporasından Nikola Saafin’le, ABD’nin ortaya attığı “yüzyılın anlaşması” ile birlikte Filistin’de yaşanan gelişmeleri konuştuk. Güncel durumu tarihsel süreçlerle birlikte değerlendiren Saafin, ABD ve İsrail’in dayatmaları karşısında Filistinli direniş örgütlerinin konum ve yaklaşımlarını değerlendirirken bölge ülkelerinin tutumlarına da dikkat çekti.

ABD uluslararası hukuku, konsensüsleri dinlemiyor”

Öncelikle ABD’nin “yüzyılın anlaşması” olarak lanse ettiği ve Filistin halkının kazanımlarını ortadan kaldırmayı amaçlayan anlaşmaya ilişkin görüşlerini açıklayan Saafin, Trump’ın başkan olması ile ABD’nin dünyadaki sorunlara yaklaşımında politika değişikliğinden ziyade bir üslup/tarz değişikliği yaşandığını ifade etti. ABD’nin Trump ile birlikte daha saldırgan ve sert hamleler yaptığını, uluslararası hukuku, konsensüsleri dinlemeyen ve sadece gücün ve paranın meşruiyetini esas alan bir anlayışın devrede olduğunu belirtti. “Bunun örneklerini Körfez’de gördük daha ilk dönemlerde, Kore’yle olan ilişkilerde gördük. Türkiye’yle de görüyoruz” diye ekledi.

ABD Filistinlilerin tarihsel haklarını yok edecek bir anlaşma dayatıyor”

Saafin, ABD’nin Trump ile birlikte dış meseleleri böylesi yöntemlerle çözmeye çalıştığını ifade ederek şöyle devam etti:

Şimdi Filistin meselesinde de Trump’ın en azından genel veya toptan bir ‘çözüm’ önerisi veya tahayyülü olduğunu görebiliyoruz. ABD en nihayetinde Filistin meselesinde hep İsrail’in tarafındaydı. Siyonist yapının yanında hep dursa ve onun destekçisi olsa da ‘barış’ görüşmelerinin arabulucusu olarak biliniyor. ‘90’lardan bu yana gelen süreçlerde bunu gördük. ABD’nin bu rolüne baktığımızda şu an Trump diğer ülkelere yaptığı gibi bütün sorunu çözecek, yani İsrail lehine çözecek, Filistin’in tarihsel ve güncel haklarını tamamen yok edecek bir ‘çözümü’, bir anlaşmayı dayatmaya çalışıyor Filistinlilere.”

ABD’nin bu anlaşmayı kabul ettirebilmek için çeşitli dayatmalarda bulunduğunu; Filistin’e yardımları kestiğini, Filistinli mültecileri çalıştırma kurumu olan UNRWA kurumuna olan parasal desteği kestiğini, Filistin halkının tek temsilcisi olarak görülen Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) ABD’deki temsilciliğinin kapatıldığını belirtti.

Gündemdeki bu anlaşma ile Oslo’da yapılan anlaşmayı kıyaslayan Saafin şunları dile getirdi:

Oslo sürecinde, Filistinlilerin yine ABD aracılığıyla yaptığı ilk anlaşmada Filistin halkının birçok tarihsel hakkının neredeyse durdurulduğu ama yine de Filistin halkına Gazze ve Batı Şeria üzerinde bir devletin kurulmasını vaat eden, en azından Doğu Kudüs’te bir başkenti olan bağımsız bir ülke vaadinde bulunan bir anlaşma yapılmıştı. Bütün bu süreç içerisinde, yani ‘94’te yapılan bu anlaşmanın yaklaşık 25 yıl akabinde Filistin’de gördüğümüz manzara ise; Filistinliler hem işgali hem de İsrail’in varlığını kabul etmiş durumdalar. Karşılığında da Batı Şeria’nın neredeyse yüzde 90’ına yakın toprak istilası gerçekleştirilmiş İsrail ordusu tarafından.

Gazze yaklaşık 10 yılı aşkındır bir abluka ve kuşatma altında. Ve ağır hayat koşullarının olduğu (işsizlik oranları, sağlık sorunu, elektrik sorunu, kirlenme sorunu gibi) ve giriş çıkışların yasaklandığı bir Gazze şeridinden bahsediyoruz. ‘Kudüs’ün doğu ve batısı artık İsrail’indir’ diye uluslararası düzeyde Trump’ın başlattığı bir hamleyle tamamen İsrail’e vermek üzere olan bir sürece geldik.”

Filistinliler hemen hemen her şeyini kaybettiler”

Emperyalistlerin dün Balfour’da İngiltere eliyle yaptıklarının bugün ABD eliyle sürdürüldüğüne dikkat çeken Saafin şunları söyledi:

Aslında Balfour Deklarasyonu’nda İngiltere’nin yardımıyla Nakba sürecine kadar geldik. Filistin toprağının yaklaşık yüzde 72’sinin istila edildiği bir süreç geldi. Mandacılığın yardımıyla İsrail kuruldu ve Filistin toprağının yüzde 72’si Filistinlilerin elinden alındı. Nakba yani 1948’den bu yana İsrail’in temel destekçisi İngiltere değil artık ABD haline geldi. Özellikle ‘94’ten bu yana yani ABD aracılığıyla yapılan anlaşmaların başlamasından bu yana Filistinliler hemen hemen her şeyini, bütün mevzilerini, bütün güç noktalarını kaybettiler ve karşılığında hiçbir şey almadılar.”

Bunun aslında ABD’nin devam eden bir politikası olduğunu ve pek de değişen bir şey olmadığını söyleyen Saafin; ABD arabulucu rolündeyken en azından kağıt üzerinde taksim planına uyulması, Filistin devletinin varlığı veya kurulması, Kudüs’ün uluslararası statüde kalması yani iki devlet, Filistin ve İsrail tarafı anlaşmadığı sürece Kudüs’ün statüsünün netleşmemesi gibi uluslararası kararları tanıdığını ancak bugün bu kararları tanımadığını söyledi. ABD’nin uluslararası kararları hiçe sayan bütün bu adımları meşrulaştırmak için bugün çaba harcadığını belirtti.

ABD’nin bütün hukuksuzlukları meşru hale getirebilmesi için Filistin yönetimine bu anlaşmayı imzalatması gerektiğini söyleyen Saafin, “Bu anlamıyla Filistin Yönetimi’nin, Abbas’ın ya da FKÖ’nün imza atacağı yeni bir anlaşmayı, bu ‘yüzyılın anlaşması’nı, bütün bu meşru olmama durumlarına, bu hukuksuzluklara meşruiyet kazandıracak bir adım olarak görüyorlar. Yani Kudüs’ten vazgeçmek, Batı Şeria’nın şu ana kadar olan toprak istilasına göz yumarak Filistinlilerin yaşadığı Batı Şeria’nın yüzde 20’sini oluşturan alanın Ürdün’e bağlanması ve Gazze’nin Mısır’a bağlanmasından söz ediyor. Sina’dan bir parça alarak orada daha konfederatif bir yapının kurulması öngörülüyor” dedi.

Direniş örgütleri İsrail’i değil FKÖ’yü, Abbas ve yönetimini uyarmak için açıklamalar yaptı”

Bu saldırı ve dayatmalar karşısında Filistin direniş örgütlerinin bir arada olma ve ortak hareket edebilme koşullarının zor olduğu bir dönemden geçildiğini belirten Saafin, buna rağmen Trump’ın ortaya attığı planın hayata geçmesinin önünde birkaç temel engel olduğunu belirtti: “Bunlardan bir tanesi Gazze’deki direniş. Gazze’deki silahlı direnişin bitirilmesi için hamleler yapılmaya çalışılıyor. Bu, Filistin Yönetimi aracılığıyla yapılmaya çalışılıyor. Mısır aracılığıyla yapılmaya çalışılıyor. Ya da zorbalıkla, İsrail’in silah gücüyle yapılmaya çalışılıyor. Bu, bu anlaşma için temel engel.

Bu direnişe kimler katılıyor, onu görmek bence var olan tabloyu açıklayan bir şey. Başta Hamas, İslami Cihat ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin yer aldığı bir silahlı direniş söz konusu Gazze’de. Daha ufak diyebileceğimiz siyasal örgütler de bunun içerisinde yer alıyor. Bunun dışında olan kim var; şu an Abbas’ın temsil ettiği Fetih hareketi (şu an aslında Filistin Yönetimi’ni elinde tutan ve aynı zamanda FKÖ’nün otoritesini eline alan hareket) bu olayın dışında kalıyor. Gazze’deki silahlı direnişi sürdüren örgütler zaten Oslo anlaşmasına karşı duruyor. Bırakalım ‘yüzyılın anlaşması’nı ve meşru olmayışlarını, Oslo anlaşmasının da hukuk dışı olduğunu vurgulayan ve bunun dışında davranan ve İsrail’in varlığını tanımak noktasında bile geri adım atmayan örgütlerden söz ediyoruz. Bu anlamıyla bütün bu örgütler bu ‘yüzyılın anlaşması’nın karşısında açıklamalarını deklare ettiler. Ama burada mühim olan şu; bu örgütler kime deklare ettiler? Yani zaten bu örgütlerin İsrail’e ve ABD’ye bir tahammülü yok. Bu örgütlerin daha çok Filistin Yönetimi’ni, FKÖ’yü, Abbas ve yönetimini bu anlaşmayanın herhangi bir şekilde tarafı olmamaya davet eden ve uyaran bir nitelikte açıklamaları gerçekleşti.”

Filistin burjuvazisi kendi çıkarlarını koruma derdinde”

Gelinen noktada Filistin Yönetimi’nin İsrail’e bağlı bir yapı olmaktansa Ürdün’le konfederatif bir yapı önerisi sunmasının büyük bir geri adım olduğunu söyleyen Saafin şöyle devam etti:

Filistin Yönetimi, Filistin burjuvazisini temsil ediyor. Ve bu Filistin burjuvazisi özellikle Oslo anlaşmasından sonra İsrail tarafından çok fazla güçlendirilen, mafyatik güvenlik güçlerinin olduğu bir yönetim.

İsrail’in ve tamamen İsrail işgal ordusunun yönetimi altında davranan, Filistin direnişini baskılayan, aynı zamanda Filistin’deki bu toprak sıkışmışlığından faydalanarak toprak alış ve satışından kendine para devreden mafya türünden bir burjuvazi söz konusu.

Şimdi ABD, Abbas yönetiminin temsil ettiği bu burjuva kesimin şu ana kadar almış olduğu iktidar odaklarını, menfaat odaklarını veya kâr odaklarını da elinden almaya çalışıyor. Filistin Yönetimi şu an sadece kendisine yapılan bu saldırıdan nasıl kurtulacağına dair hamleler düşünmeye çalışıyor. Bunun için Gazze’yi yeniden kendi eline almaya çalışıyor. Hamas’la anlaşarak, Mısır aracılığıyla Gazze’yi eline almaya, böylelikle pazarlık gücünü arttırmaya çalışıyor. Bir yandan Ürdün’le konfederatif bir yapıyı öneriyor ki yine bir şekilde para akışları daha kolay sürsün. Çünkü İsrail’in elinde olduğu müddetçe akışın daha zor sağlanabileceğini biliyor.

Bütün bu anlamda Filistin Yönetimi, Filistin halkları nezdinde değil ama kendi çıkarları doğrultusunda da bu anlaşmayı kabul etmiyor. Yani bir Filistin direniş örgütlerinin perspektifinden reddiye var bir de Filistin yönetiminin... Bu anlamıyla Filistin Yönetimi de bu anlaşmaya doğru bir adım atmıyor. Bunun dışında zaten Filistin Yönetimi ve Abbas şunu çok net olarak biliyor; hiçbir zaman her ne kadar Filistin halkını baskılasa, gücünü işgalin gücünden alsa da yine Filistin halkının tarihsel haklarından vazgeçecek herhangi bir anlaşmaya imza atamayacağını da biliyor bir yandan. Bu anlamda, böyle bir adım atmayacağını da az çok herkes kestirebilir.”

Gazze’yi parayla satmak isteyen bir Filistin Yönetimi var”

Direniş örgütleri ve Fetih arasındaki görüşmelerin ikili ve toplu şekilde sürdüğünü ve henüz bu görüşmelerden kesin sonuçlar çıkmadığını belirten Saafin, Fetih ve Hamas arasındaki Gazze’deki uzlaşı sürecinin arka planına ilişkin ise şunları anlattı:

Meseleyi şöyle okumak gerekebilir; bir yandan Gazze’de bütün yönetimi kendi eline almasıyla, aslında ablukanın getirdiği sonuçlar ne yazık ki Hamas’ın kendi elinde kaldı. Yani ekonomik sıkışıklık, işsizlik, yaşam koşulları için gereken mazottan tutalım elektrik, inşaat ve sağlık malzemelerine kadar giriş-çıkışın olmadığı bir Gazze’den söz ediyoruz. Hamas içerideki toplumsal patlamanın eşiğinde olduğunu kendisi gördü. 1 yıl öncesinde Gazze’de elektrik meselesine ve Hamas yönetimine karşı halk ayaklanması gerçekleşti. Elbette Filistin halkı Gazze’de bütün bunların temel sorumlusunun İsrail’in, işgalcinin, ablukanın olduğunu çok iyi biliyor. Ama Hamas yönetiminin de kimi yolsuzlukları kimi para kontrolleri, vergi alışlarıyla ilgili bir ayaklanma gerçekleşti. Koşullar zorlaştıkça bu çelişkinin daha artacağının farkında Hamas. Bu anlamıyla Hamas’ın yaptığı siyasal değerlendirme (1,5 yıl öncesine hatırlatma yapıyorum) ve oradan itibaren yapılan iç kurul ve yönetim değişikliği, akabinde gelen uzlaşı hamleleri aslında Hamas’ı hakikaten çok daha diri tutan ve şu an sıkışmış olduğu bütün politik atmosferi aşmak üzerinden yapılan hamleler.

Hamas bu anlamıyla ne yaptı? Fetih’e ya da Filistin Yönetimi’ne gerekli birçok tavizi verdi. Karşılığında Filistin Yönetimi’nin atması gereken adımlar vardı Gazze’ye yönelik. Maaşların ödenmesi, elektriğin sağlanması, elektrik vergilerinin ödenmesi gibi meseleler vardı. Ama Filistin Yönetimi’nin, özellikle Abbas’ın temel istediği şey sadece Gazze’deki yönetimi ele geçirme ve bunu anlaşmalar için, yani İsrail ve ABD’yle anlaşma yaparken bir koz olarak kullanmak. Yani kabaca Gazze’yi parayla satmak isteyen bir Filistin Yönetimi var. Filistin halkı en azından bunun farkında. Bu anlamıyla Gazze’deki siyasal sorunu Hamas’a değil de Filistin Yönetimi’ne bağlamaya çalışıyor. Açıkçası şu ana kadar daha başarılı olan taraf Hamas. Bu sürecin en azından son dönemde yapılan açıklamalara baktığımızda bir ateşkes anlaşması sağlayacağından bahsediliyor.”

Gazze’deki direniş örgütleri Lübnan örneğini esas alıyor

Ateşkes ve anlaşma süreçlerine rağmen İsrail’in işgal saldırılarını sürdürmesine değinen Saafin durumun bundan biraz daha farklı olduğunu söyleyerek şöyle konuştu:

2005 yılında İsrail ordusu Gazze’den çekilme kararı almıştı. ‘67’den bu yana (tarihsel Filistin’den söz ediyorum) 2005 yılına kadar tamamen İsrail askeri işgali altındaydı. İlk defa 2005 yılında İsrail Filistin’in bir bölgesinden çekildi. Direnişin gücüyle çekildi, çünkü Gazze her zaman bir direniş odağıydı. 2000 yılından itibaren çok daha sert bir direniş odağına dönüşünce İsrail daha fazla zayiat verdiğinin farkına vardı ve ilk defa işgal ordusu Filistin’in bir toprak parçasından çekildi. Tarihsel olarak Lübnan’a baktığımızda ‘80’lerin öncesinde başlayan bir direniş var. Ama ‘80’lerde, yani ateşkes anlaşması yapılıp akabinde uzun bir süre 2000 yılına kadar Hizbullah hiçbir şekilde müzakere masasına oturmadan direnişi sürdürdü. Hizbullah’ın direnişi sürdürmesiyle beraber 2000 yılında İsrail yine zayiatının daha fazla olduğunu anladığı anda artık bir müzakereye girmeden, karşı taraftan kendi varlığına dair herhangi bir itiraf almadan ya da bir barış görüşmesine de zorlamadan Lübnan toprağından çekilmek zorunda kaldı. Filistinlilerin biraz da bu yönteminin uygulanabileceğine dair fikirleri var en azından şu an Gazze’de. Görüntü ya da sağlanmaya çalışılan şey şu; silahlı mücadelenin devam ettirilmesi ama aynı zamanda İsrail’le aynı masaya oturmamak. En azından Gazze için.”

Gazze’deki ateşkes anlaşmasının diğer bölgeleri kapsamadığını söyleyen Saafin; Filistin yönetiminin kontrolündeki Batı Şeria’da zor olsa da silahlı direniş odakları bulunduğunu, El Halil, Beytüllahim ve Nablus’taki silahlı direnişin de bu anlaşmanın dışında olduğunu belirtti. Saafin anlatımını şu şekilde sürdürdü:

Gazze’de silahlı direnişin varlığını sürdürmesi bir, ikincisi İsrail’le aynı masaya oturmadan, yani İsrail’in varlığını kabul etmeden bir ateşkes sağlamak, tıpkı Hizbullah’ın yaptığı gibi. Hizbullah da esir değiş tokuşları olsun, ateşkes anlaşmaları olsun başka aracılarla, yani doğrudan hiçbir müzakere yapmadan bunu yapabiliyor. Hizbullah ne sağladı, şu denklemi sağladı; işgali karşılıksız bitirebiliyoruz, aynı zamanda silahlı mücadeleyi sürdürebiliyoruz ve aynı zamanda İsrail’i kabul etmeden bunu sürdürebiliyoruz. Gazze’deki direniş örgütlerinin en azından sağlamaya çalıştığı şey bu.

Gazze’de yeniden bir işgal ya da bir toprak istilasının gerçekleşmeyeceği bir döneme geldik. Yani Gazze’de böyle bir şeyin imkanı olmadığını biliyor İsrail. Zaten o yüzden ‘yüzyılın anlaşması’nda Gazze’yi toptan Mısır’a havale etmeye ya da Gazze’nin kendine doğru genişleyeceğine Mısır’a doğru genişlemesini sağlamaya çalışıyor kabaca.”

Gazze’de koşullar zor olsa da direniş daha fazla mevzi kazandı”

Saafin, yer yer dile getirilen “intifada” çağrıları hakkında, “intifadayı bir örgütün başlatmayacağını, onun toplam bir halk hareketi olduğunu” hatırlattı ve “Büyük Dönüş Yürüyüşü” sürecini değerlendirdi.

Gazze’deki büyük geri dönüş yürüyüşlerinin sürecini okuduğumuzda aslında bunun daha organize halini gördük. Sadece Hamas’ın değil nihayetinde. Sivil toplum kuruluşlarının ve siyasi örgütlerin bir araya geldiği bir meclisten söz ediyoruz. Bu yürüyüşü baştan itibaren zaten yönlendiren, sürdüren böyle bir meclis var” diyen Saafin, bu örgütlerin yüz binlerce Filistinliyi daha organize halde ve bir hedef doğrultusunda sokaklara çıkarabildiğini ifade etti. Ancak bunun sadece bu örgütlere mal edilmesinin doğru olmadığını belirterek, “Gazze’deki durumun kendisinin zaten bir patlama eşiğinde olduğunu, bütün sorunların artık toplumsal hayata sirayet ettiğini ve insanların artık bir çıkış yolu arama sürecinin olduğunu; aynı zamanda müzakere yoluyla ve İsrail’e taviz vererek değil direnişi sürdürerek sağlamaya yönelik daha fazla hamleler yapıldığını görüyoruz” dedi.

Bu anlamda direniş örgütlerinin yaptığı siyasal hamlelerin Gazze’deki Filistinlilerin genel istem ve eğilimlerinin tezahürü olduğunu vurguladı. “Bu anlamıyla böyle bir uyum var” dedi.

İsrail’in buradaki süreci Gazze ile sınırlı tutmaya, Gazze’ye sıkıştırmaya çalıştığını, bu yönde adımlar attığını belirterek, “İsrail tarafının çok fazla sıkıştığını ve bu direniş sürecinin bitirilmesi için bir adım atmak istediğini en azından görebiliyoruz. Şu ana kadar birçok askeri operasyona rağmen İsrail 2008, 2010, 2012 ve 2014 yıllarında gördüğümüz o askeri saldırılara hiçbir şekilde yeltenmiyor. Çünkü neyle karşılaşacağını biliyor. Hem halk tarafından hem de askeri düzeyde” dedi.

Bu anlamıyla, Gazze’deki koşullar hayati anlamda ne kadar zor olsa da direnişin daha fazla mevzi kazandığına vurgu yaptı.

“‘Filistin dostu’ gibi görünen ülkeler buradan nemalanmak üzerinden hareket ediyor”

Saafin, ABD tarafından hazırlanan “yüzyılın anlaşması” dayatmasını Filistin yönetimine aktaran Suudi Arabistan’ın yanı sıra bölgedeki diğer ülkelerin tutumları hakkında ise şunları söyledi:

Sonuç itibariyle Körfez ve özellikle Suudi Arabistan geçtiğimiz dönemde hiç olmadığı kadar ABD’ye bağımlı, hiç olmadığı kadar İsrail’le ‘normalleştirme’ sürecine bağımlı bir hal aldı. Hem de bunun İran karşısında İsrail’le stratejik bir ‘güvenlik’ ittifakına, askeri ittifaka doğru ilerlemeye başladığını görebiliyoruz. Gizli görüşmelerden tutalım ziyaretlere kadar yapılan kimi anlaşmalara baktığımızda bu sürecin çok ileri düzeylere taşınmaya başlandığını görebiliyoruz. Bu gizli görüşmelerden yapılan, en azından sızan kimi açıklamalardan, ‘yüzyılın anlaşması’nın sağlanması için neredeyse ABD’den daha hevesli olan tarafın Suudi Arabistan olduğunu görebiliyoruz. Neden; çünkü Filistin direnişi bu bölge için bir pusula rolü oynuyor ve genel olarak bunu herkes biliyor. Herkes Filistin davasını kullanmaya yönelik hamlelerde bulunuyor. ‘Filistin dostu’ gibi görünüp aynı zamanda oradan nemalanmak üzerinden hareket ediyor. Suudi Arabistan da bu pusulanın aslında tamamen bitmesini istiyor; çünkü biterse en azından kendi bölgesel politikalarının çok daha rahat ilerleyeceğinin farkında.

Niye bunu söylüyoruz, çünkü İran bir tarafıyla bu direnişe destek veriyor. İran, Hizbullah’a destek vererek aslında başka bir pozisyonda duruyor. İsrail’in karşısında durmasıyla beraber. Suudi Arabistan için İsrail, İran’a da düşman olduğu için onun müttefiki olabilecek ama Filistin direnişi sürdüğü müddetçe bu Suudi Arabistan için mümkün olmayacak bir tablo. O yüzden direnişin bitmesinin şu an Suudi Arabistan’ın öncelikleri arasında olabileceğini görebiliyoruz, bölgesel çıkarları ve politikaları doğrultusunda.”

Ürdün bölgesel çekişmelerde hep mutedil bir yerde durmaya gayret etti

Filistin sorununda doğrudan işin bir parçası olan Ürdün’ün konfederatif yapı hakkındaki yaklaşımını sorduğumuzda ise Saafin, “Ürdün Kralı Abdullah’ın bunun karşısında bir pozisyon aldığını, karşısında bir açıklama yaptığını görüyoruz. Ürdün her zaman bütün bu bölgesel çekişmelerin içinde mutedil bir yerde durmaya gayret ediyor” yanıtını verdi.

Ekonomik olarak ABD ve Körfez’e bağlı olan Ürdün’ün politik olarak ve iç dinamikler nedeniyle mutedil bir pozisyonda kaldığını belirten Saafin şöyle devam etti:

Filistin nüfusu nedeniyle, oradaki Ürdün nüfusunun politik yönelimleri nedeniyle Ürdün devleti her zaman mutedil. Bütün bu bölgesel gerilimler içerisinde (İsrail dışında) hep mutedil bir rol almıştır. Saddam yönetimine karşı durmamaya gayret etmişti zamanında. Suriye meselesinde daha az pozisyon almaya gayret ettiğini görebiliyoruz. İran’la ilişkiler konusunda daha mutedil bir pozisyon almaya çalıştığını görebiliyoruz. Ürdün’ün genel süreci bu. Niye böyle bir pozisyona izin veriliyor Ürdün’de; çünkü burası Irak’tan, Suriye’den, Filistin’den, bütün bölgedeki savaşlardan, işgallerden iltica süreçlerinin havuzu haline dönüştü. Ürdün’de 3,5 milyon hatta 4 milyon Filistinliden söz ediyoruz. Yaklaşık 2 milyon Suriyeliden söz ediyoruz. Yaklaşık 1 milyon Iraklıdan söz ediyoruz. Ürdün nüfusunun kendisinin 1,5 ile 2 milyon arasında olduğunu varsaydığımızda aslında Ürdün’ün genel yapısı sığınma kampı gibi. O yüzden bu sığınma kampının hem dengeler içerisinde durması hem de bir iç çatışmanın yaşanmadığı bölge olarak tanımlanması gerekiyor. İsrail’le en uzun sınır hattı Ürdün’le. O yüzden Ürdün’ün bütün bu bölgede istikrar içinde olması gerektiği genel kanaat. Ürdün’ün bu tür pozisyonlar almasına izin veriliyor. Ürdün bahsettiğim bütün denklemler nedeniyle böyle bir pozisyonda yer almak istemez. Ürdün Filistin’i kendine vesayet alırsa, Filistin’in tarihsel hakları kimden sorulacak; Ürdün’den sorulacak. Zaten Ürdün bu süreci yaşadı. ‘67 işgalinden önce, Batı Şeria Ürdün’e bağlıydı yönetim olarak. Ama o zaman Filistin direniş örgütleri Ürdün’e baskı yapıyordu Filistin halkının meşru, tarihsel haklarını elde etmesi için. Ürdün tekrar böyle bir pozisyona girmek istemez. Zaten bütün bu dengeler içerisinde, bölgenin bütün bu kaynayan süreçleri içerisinde böyle bir pozisyonda yer alamayacağını biliyor. Bu yükün altından kalkamayacağını biliyor.”

Oslo anlaşmasının Filistin halkına getirdiği handikap: Filistin Yönetimi”

Saafin, direniş örgütlerinin görüşmelerinin sürdüğünü, Trump ve ABD’nin bütün Filistin davasını bitirmeye yönelik hamlesi olan “yüzyılın anlaşmasına” karşı ortak hareket etmeye yönelik bir çabanın olduğunu ifade etti.

Yaşanan bu saldırganlığın FKÖ’yü yeniden direniş örgütlerinin ortak karar alma ve hareket etme mekanizmasına dönüştürmesi durumunun bugünkü tabloda pek mümkün olmadığına işaret eden Saafin, “Orta vadede olmayacağına işaret eden çok önemli noktalar var. Temelde Oslo anlaşmasının Filistin halkına getirdiği temel handikap aslında Filistin Yönetimi. Filistinli bir güvenlik gücüne dayanarak işgali sürdürme koşullarının sağlandığına, aynı zamanda Filistin içinde ekonomik-sınıfsal anlamda iki tabakanın buluşturulmasına ve böylelikle işgalden faydalanan bir Filistin sınıfının doğuşuna şahit olduk bütün bu süreçte. Bu denklem kalkmadığı müddetçe FKÖ’nün ulusal birlik üzerinden, ulusal hukuk ve tarihsel haklar üzerinden yeniden yapılanmasının bir yolu yöntemi olmayacağını herkes biliyor” dedi. Abbas yönetiminin temsil ettiği ve Oslo anlaşması sonrasında oluşan burjuvazinin “Oslo sınıfı” olarak tanımlandığını söyleyerek, Filistin halkının ancak bu “Oslo sınıfına” karşı çıkması durumunda bu anlamda bir şeylerin değişebileceğini ifade etti. Saafin, “Filistinliler zaten bir işgalle baş başa, işgalle baş etme sürecinde ulusal birlikten taviz vermemeye gayret etmeli. Filistin solu veya diğer kesimler bu Oslo yönetimine karşı çıkmalı. Gösteriler yapılıyor Batı Şeria’da, halk ayaklanmalarını gördük. Ama bunun tamamen devrimsel diyebileceğimiz bir dinamiğe geçmesinin Filistin’de bir iç çatışmanın yaşanması anlamına gelebileceğini herkes biliyor. En azından bundan dolayı kendini geri çekiyor. Böylesi bir devrimsel çatışmanın sürecine girmemeye gayret ediyor” diye konuştu.

Saafin, Gazze’de 2006 yılında bu çatışmanın mümkün olduğunu söyleyerek şöyle devam etti: “Çünkü işgalci bire bir orada bulunmuyordu, 2006 yılında İsrail tamamıyla askeri varlığını çekti oradan. O yüzden böylesi bir çatışma sürecinin, yani en azından Filistin Yönetimi’ne karşı devrimsel bir sürecin yaşanmasının bir olanağı vardı. Şu an Batı Şeria’da böyle bir olanak yok. Çünkü hem işgal var hem de Filistin Yönetimi aracılığıyla başka bir işgal araçsallaştırması var. Böyle bir süreç şu anki öznel, içsel koşulları itibariyle biraz imkansız görünüyor. Nasıl olabilir? Bölgesel değişimleri bekliyoruz. Suriye’de olup bitenlerin yeni bir aşamaya geldiğini, en azından 1 yıldır görebiliyoruz. Suriye’nin nereye doğru ilerleyeceğine ve buna bağlı olarak Lübnan’ın ve direniş güçlerinin nereye doğru ilerleyeceğine dair imkanların daha iyi pozisyona doğru gittiğini görebiliyoruz. Filistin’in toplamı bakımından söylüyorum. Bu anlamıyla bölgesel denklemlerin nereye ilerleyeceğine bağlı olarak Filistin Yönetimi’nin zayıflaması ve direniş örgütlerinin daha ön plana çıkmasına imkan var. Eğer bu gerçekleşirse bahsettiğimiz bir FKÖ’nün oluşmasının imkanları daha fazla olur. Ama şu bölgesel denklemlere baktığımızda hangi ülkenin Filistin direniş projesini kucaklayabileceğini görebiliyorsunuz. En azından bölgede bunu yapmak isteyenin zayıflığını görebilirsiniz. Yani istese bile kaldıramayacak ülkelerden söz ediyoruz. Ama çoğunluğun istemediğini rahatlıkla görebiliyoruz. Filistin’in en nihayetinde tek başına devrimsel bir sürece, (elbette bunun bir öncülüğünü yapabilir ama) bölgenin de koşulları uygun olmadığı oranda girmesinin zor olduğunu görebiliriz.”