23 Ekim 2020
Sayı: KB 2020/Özel-19

Kriz ve çöküş girdabında düzen siyaseti…
“Askıdaki yaşam”lar kirli ellerinde!..
AKP’nin “ilksel sermaye birikim süreci”
AYM ve hukuk sisteminde çürüme
Karabağ sorunu ve Ermeni-Azeri çatışması
Haramilerin saltanatını yıkmak için mücadeleye!
Kuzey Kıbrıs seçimleri
‘Sağlık emekçileri tükeniyor’
Tarım işçisi çocuklar kapitalizmin kurbanları
Baskılarınız bizleri yıldıramaz!
Türkiye’de işçi hareketi - Şefik Hüsnü
Komünist hareket ve emekçilerin durumu - Şefik Hüsnü
ABD’den Sudan’a İsrail’i tanıma şantajı
Meriç kıyısında yükselen duvarların sınırları
Körfez’in soğuk rüzgarları ekonomiyi vuruyor!
Sınıf ve Korona anketinden görülenler
Covid-19, halk sağlığı ve “sürü bağışıklığı”
Eğitimin yükü de kadınlara
Pandeminin faturası kadınlara
Üniversitelerde ‘eğitim kaosu’ devam ediyor
Eğitim ve sağlık hakkımız tehlikede!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Kuzey Kıbrıs seçimlerinde Doğu Akdeniz ve AKP gölgesi

C. Ozan

 

Türk sermaye devletine 18 yıldır hükümet eden dinci-gerici AKP’nin izlediği iç ve dış politikalar ülkeyi uçurumun kenarına getirmiş bulunuyor. İçte kitle desteğini gün geçtikçe yitiren dinci-faşistler, yaşadıkları “beka” sorununu aşmak adına, bölgedeki her yeni gelişmeye balıklama dalıyorlar. AKP’nin karakteristik bir hal alan bu davranışının son örneği Kuzey Kıbrıs’taki seçimler oldu. Doğu Akdeniz’deki gerilimle de çakışan seçimler, bu haliyle sadece “seçim” olmanın ötesinde bir anlam ve önem kazandı.

Seçimlere doğrudan müdahale

İki turlu Kuzey Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, 18 Ekim günü gerçekleşen ikinci turun ardından sonuçlandı. Seçimlerden, AKP-MHP iktidar bloğunun açıktan desteklediği eski başbakan ve Ulusal Birlik Partisi Başkanı Ersin Tatar birinci çıkarak, beş yıllığına Cumhurbaşkanı seçildi. Seçimlere bağımsız aday olarak giren eski Cumhurbaşkanı Mustafa akıncı %48,6’lık oy oranıyla ikinci olurken, seçim sonrasında politikayı bıraktığını açıkladı. Seçimlerle birlikte oylamaya sunulan anayasa değişikliğine ise “hayır” kararı çıktı. Seçimin ilk turunda Tatar %32,45, Akıncı ise %29,76 oy almıştı.

Kuzey Kıbrıs seçimlerinin kendisinden çok, seçimlere Türkiye’deki AKP rejiminin açıktan müdahaleleri tartışıldı. Tayyip Erdoğan ve ortakları Kıbrıs seçimlerinde kendi adayları olarak sunmaktan çekinmedikleri milliyetçi-muhafazakar E. Tatarı seçtirmek için ellerinden gelen her türlü çabayı sergilediler. Türk devletinin her türlü ekonomik, lojistik ve parasal desteğini sundular. Öte yandan, rakip adaylara yönelik şantaj, tehdit, karalama, yalan haber vb. gibi her türlü kirli yönteme başvurmaktan çekinmediler.

Seçimlerde Ersin Tatar’ın rakibi olan, Türkiye’nin Kıbrıs’ın iç işlerine doğrudan müdahalesine karşı çıkan, Kıbrıs’ta eşit iki federasyona dayalı demokratik bir çözümden yana olan eski Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, AKP ile birçok konuda çatışıyordu. AKP’nin seçimlere müdahale etmesine cepheden bir tutum aldı.

İçte beka sorunu yaşayan, dışta ise özellikle Doğu Akdeniz’de sıkışmış olan AKP iktidarı için, Kuzey Kıbrıs seçimlerini yandaş birinin kazanması büyük önem taşıyordu. İstediği bu sonucun ortaya çıkması için, 18 yıldır Türkiye’de seçim kazanmak için deneyimlediği ne kadar kirli oyun varsa, bunları K. Kıbrıs seçimlerinde de sergilediler. Türkiye’de defalarca yaptıkları gibi, toplumu kutuplaştırarak sonuç alma kirli taktiğini burada da kullandılar. Kuzey Kıbrıs halkı, destek verdikleri adaylara göre, “Türkiye’yi sevenler ve sevmeyenler” olarak ayrıştırıldı. Bölgede artan gerginlikler de kullanılarak, var olan korku ve kaygılar körüklendi. Karşıya alınan Akıncı, “Türkiye düşmanı”, “Türkiye’yi satan adam” olarak şeytanlaştırıldı. Yaptığı bazı eski röportajlar yeniymiş gibi sunuldu. Bütün bunlar yetmemiş olacak ki, üstüne bir de tehdit edildi. Tehdide ilişkin, “Evet, bunu bile yaptılar” diyen Akıncı, “Derin ilişkiler içerisinde ve Türkiye’yi yöneten bağlı makamlar var biliyorsunuz. Özel Kalem Müdürüm aracılığıyla bana da aday olmazsam benim için, ailem için iyi olacağı iletildi. Türkiye Büyükelçisini bu konuda izah almak için davet ettim, lakin Ankara makamıma gelmemesi yönünde karar verdi” açıklaması yaptı.

AKP’nin seçim sonuçlarını etkilemeye dönük en çok tartışılan adımlarından biri de BM’nin denetiminde bulunan, 46 yıldır yerleşime ve turizme kapalı bir bölge olan Maraş’ın kısmen ziyarete yeniden açılması oldu. Seçimlere üç gün kala gündeme getirilen ve Ankara’da Erdoğan ile Tatar’ın basın açıklamasıyla duyurulan bu gelişme, Kuzey Kıbrıs’ın hükümet ortağı partisinden, başbakan yardımcısından, bakanlardan ve hatta Cumhurbaşkanı’ndan bile gizlendi. Skandal niteliğindeki bu gelişme üzerine, hükümet ortağı Halkın Partisi Başkanı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersoy’un istifa etmesi üzerine hükümet düştü.

Mustafa Akıncı ise konuyla ilgili olarak, “Yapılanlar demokrasi adına yüz karasıdır, seçimlere doğrudan müdahalenin devamıdır. Benim seçilmemem yönünde aylardır sistemli ve örgütlü çalışma yapılıyor. Bir senaryo yazılmış, Sayın Tatar’a da bu senaryoda figüranlık yapmak kalmıştır” açıklamasında bulundu.

AKP tarafından gündeme getirilen ve Kıbrıs’ın en önemli sorunlarından biri olan Maraş’ın bu şekilde seçim malzemesi haline getirilmesi, başta Yunanistan ve Güney Kıbrıs olmak üzere, BM, AB ve Rusya tarafından yapılan açıklamalarla kınandı. Provokasyon olarak değerlendirilen bu adımdan vazgeçilmesi gerektiği bildirildi. Atılan adımın 1984’te alınan BM Güvenlik Konseyi kararlarına aykırı olduğu ifade edildi.

Seçim süreci boyunca yaşanan onlarca örnekte görüldüğü gibi, Kuzey Kıbrıs seçimlerine AKP’nin gölgesi düştü. Deyim uygunsa Tatar seçimlere Erdoğan’la birlikte girdi. Mustafa Akıncı seçimden sonra yaptığı ironik açıklamayla bunu şu sözlerle dile getirdi: “Normal olmayan bir seçim süreci geçirdik. Tatar’ı kutlarım, başarılar dilerim. Bu sonuçların çıkmasında rol oynayanları da tebrik ederim. Bu sonuçlar 45 yıllık siyasi hayatımın sonudur. Halkımıza hayırlı olsun.

Nihayetinde, Türkiye’deki dinci-faşistler her türlü yasadışı, gayri meşru, kirli yöntemi kullanarak, Kuzey Kıbrıs’ta kendi adaylarını seçtirmeyi “başarmış” bulunuyorlar. Böylece AKP, bölgedeki sorunlara çomak sokmak için yeni bir mevziiye kavuşmuştur. Bunun kısa vadede AKP’nin derdine ne kadar deva olacağını zaman gösterecek. Fakat uzun vadede ada ve bölge halklarının lehine bir gelişme olmadığı tartışmasızdır.

Doğu Akdeniz’de provokasyona devam

İçeride koyu bir terör rejimi kuran AKP-Saray rejimini Kuzey Kıbrıs seçimleri konusunda asıl motive eden şey, Doğu Akdeniz’de bulunan petrol ve doğalgaz rezervleridir. Kuzey Kıbrıs’ı Oruç Reis gemisiyle sismik araştırma yapmaya ve Navteks ilan etmeye azmettiren de AKP-Erdoğan iktidarından başkası değildir. Türkiye’deki gerici-faşist iktidar, Kuzey Kıbrıs’ı bundan böyle saldırgan-yayılmacı dış politikasına daha çok alet edecektir.

Doğu Akdeniz’de sözü edilen rezervler bölge için önemli olmakla beraber, dünyada ezberleri bozacak, dengeleri sarsabilecek miktarda değildir. Mesela 10 trilyon metreküp olduğu ifade edilen doğalgaz rezervlerinin, dünya doğalgaz rezervlerinin sadece %5’i civarında olduğu tahmin ediliyor. Buna rağmen, telaffuz edilen miktarlar emperyalist tekellerin ve bölge ülkelerinin iştahını kabartmıyor da değil. Kuşkusuz Doğu Akdeniz’in altındaki bu zenginlikte, bölgede karasuları bulunan diğer ülkeler gibi, Kuzey Kıbrıs ve Türkiye’nin de yararlanma hakkı var. Fakat AKP, iktidara geldiği ilk yıllarda izlediği, “komşularla sıfır sorun” politikasından kavgalı olmadığı komşusunun kalmadığı bir çizgiye savrulmuş, dış politikada saldırgan ve işgalci ve yayılmacı bir rotaya girmiştir.

AKP’nin, “masada olmak için sahada olmak gerekiyor” şeklinde formüle ettiği, Irak, Suriye, Libya, Doğu Akdeniz ve en son Azerbaycan’da uygulamaya koyduğu bu “stratejik derinlik” iflas etmiş, geriye elinde, “derin yalnızlık”tan başka bir şey kalmamıştır. Özellikle son yıllarda izlediği saldırgan ve yayılmacı politika, ona masalarda istediği yeri sağlamadığı gibi, bölge ülkelerinin hemen tümünün düşmanlığını kazandırmıştır.

Karadeniz’in aksine, “itilaflı sular” olarak nitelendirilen Doğu Akdeniz’de, karasularının paylaşımı konusunda bile ciddi problemlerin olduğu bir bölgede var olan sorunlar, keşfedilen yeni enerji kaynakları ve Türk sermaye devletinin izlediği militarist ve saldırgan dış politikayla daha da çetrefilleşmiş, içinden çıkılmaz bir hal almıştır

Buna rağmen izlediği politikada ısrar eden AKP-Erdoğan iktidarı, Kuzey Kıbrıs seçimlerinde istediği sonucu almanın verdiği motivasyonla, bundan böyle de bölgede provokatif militarist girişimlerine devam edeceğinin sinyallerini vermektedir.

“Kazananı” ve “kaybedeniyle”, sorunların tarafı olan sermaye devletlerinin paylaşım kavgasından asıl zararlı çıkan ve bunun bedelini ödeyen, bölgenin emekçi halklarıdır. Zira gerilimlerin sonucu olan silahlanma, savaş, işgal veya ambargolardan asıl zarar görecek olan emekçilerdir.

Burjuva düzen sorunun sebebi, çözümün engelidir!

Kıbrıs sorunu, Türk sermaye devletinin 1974 ‘teki askeri işgal hareketinden öncesine dayanan uluslararası tarihsel bir sorundur. Kıbrıs adası 1571-1878 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları arasındaydı. 1878 sonrası Birleşik Krallık tarafından önce kiralandı, ardından da yönetimi tamamen ele geçirildi. Ada 1960’ta “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla İngilizlerden bağımsızlığını kazandı.

1967’de Yunanistan’da gerçekleşen ABD destekli askeri darbenin ardından, 1974’te darbeci Yunan hükümetinin adaya yönelik müdahaleleri gündeme geldi. Bu gerici müdahaleler adadaki Türk ve Rum toplumları arasında çatışmalara ve katliamlara varan sorunları tetikledi. Bunun üzerine, Türk sermaye devleti de dönemin Ecevit hükümeti eliyle, “adadaki Türkleri koruma” gerekçesiyle bir askeri harekat başlattı. Kıbrıs’ın kuzeyinde, adanın %38’lik bölümünün fiili işgaliyle sonuçlanan bu müdahalenin ardından, Kıbrıs bugünkü haliyle Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrıldı.

Türk sermaye devleti o tarihten beri, Kuzey Kıbrıs için “garantör” ülke sıfatıyla, adada 30 bin kişilik bir askeri kuvvet bulundurmaya devam ediyor. Türk sermaye devleti 1983’te tek yanlı bir kararla, Kuzey Kıbrıs’ı, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)” adıyla bağımsız bir devlet olarak ilan etti. Fakat bu “bağımsız cumhuriyeti” kendisinin dışında, dünyada henüz tanıyan başka bir devlet yoktur.

Diğer tüm ulusal ve bölgesel sorunlar gibi, dünyanın çeşitli bölgelerinde uluslar arasında var olan sorunların burjuva düzende kesin ve kalıcı bir çözüme kavuşması mümkün değildir. Zira bir kurtlar sofrası olan emperyalist-kapitalist düzen ulusal, sosyal veya bölgesel sorunları çözmek değil, onları kendi stratejik çıkarları için kullanmak ve istismar etmek için uğraşır sadece. Bugün “burjuva demokrasisinin beşiği” olarak kabul edilen bazı Avrupa ülkelerinde bile (Belçika, İspanya vb. gibi) ulusal sorunların yeniden boy göstermesi bunun güncel örnekleridir.

“Emperyalizmin stratejik dostları yoktur, sadece stratejik çıkarları vardır” belirlemesi, devletler arasındaki sorunlara yaklaşımın temel belirleyeni durumundadır. Uluslar arasındaki tüm ittifak ve ilişkilere yön veren bu gerçekliktir. “Uluslararası hukuk” denen şey de bu aynı anlayışın hizmetindedir. Bu düzende bir gün “dost” olan, ertesi gün düşman olabilmektedir. Mesela ABD Türk devletinin Afrin işgalini desteklerken, Doğu Akdeniz ve Ege’deki çıkışlarını mahkum etmekte sakınca görmemektedir.

Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, Karabağ sorunu gibi sorunlar, gerçek ve kalıcı bir çözüme ancak sosyalist bir düzende kavuşabilirler. Sovyetler Birliği şahsında sosyalizmin ulusal soruna bulduğu çözüm, hala aşılamamış bir örnek olarak orta yerde duruyor. Toplumdaki her türlü sorunun yanı sıra, emekçi halklara derin acılar yaşatan ulusal ve bölgesel sorunlar için de taraf ülkelerin işçi ve emekçilerinin, bir kez daha sosyalizmin çözümü olan, “Eşitlik, özgürlük, gönüllü birlik!” şiarıyla devrim mücadelesini yükseltmekten başka çaresi yoktur.

 

 

 

 

 

Saray rejimi Libya’da da masadan dışlandı

 

2011’de Libya’yı 7 ay havadan bombaladıktan sonra işgal eden NATO ve işbirlikçileri Kaddafi’yi paramiliter güçlere teslim ederek linç ettirmişti. İç savaş girdabına sürüklenen Libya paramparça edildi. 2014 yılında biri Trablus biri Tobruk merkezli iki savaş ağası hükümet kurdu. Bazı bölgeler kabileler tarafından kontrol altına alınırken, bazı bölgeler ise El Kaide, IŞİD gibi cihatçı çeteler tarafından işgal edildi. 

Trablus’taki Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile Tobruk’taki yönetim tarafından desteklenen Halife Hafter’in ordusu emperyalistlerle bölge gerici devletlerinin zorlamasıyla 21 Ağustos’ta ateşkes ilan etmişti. Ateşkes anlaşmasında Sirte ve Cufra kentlerinin silahsızlandırılmış bölge ilan edilmesi, aylardan beri askıda olan petrol üretiminin yeniden başlatılması, 2021’de seçimlerin yapılması, yabancı güçler ile paralı savaşçıların ülke topraklarından ayrılması gibi şartlar bulunuyor.

Mısır’ın başkenti Kahire’de seçime gidiş sürecini görüşen taraflar, askeri temsilcilerin katıldığı Cenevre’de ise Sirte ve Cufra’daki son durum ile yabancı güçlerin ülkeden ayrılmasının koşullarını görüşüyorlar.

UMH’ye bağlı çoğunluğu dinci çetelerden oluşturulan orduyu Türkiye ile Katar destekliyor. Türkiye, Kasım 2019’da UMH ile imzalanan askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması kapsamında “eğitim ve danışma amacıyla” asker ve teçhizat gönderdiğini iddia etse de Libya’daki savaşa fiilen katıldı. Türk ordusunun yanı sıra Suriye’den Libya’ya taşınan binlerce maaşlı cihatçı ile savaşın ortasında yer aldı. 

Hafter’in en büyük destekçileri ise Rusya, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Fransa’dır. BAE’nin fonladığı bir Rus özel şirketi olan Wagner, Libya’ya paralı savaşçı gönderiyor. Hafter silah ve maddi desteği de bu ülkelerden alıyor.

14 Ekim’de Avrupa Birliği, Wagner’in sahibi ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e yakınlığıyla bilinen Yevgeny Prigozhin’in, “Libya’daki durumun istikrara kavuşması için açıklanan önleyici adımlar” kapsamında yaptırımların hedefinde olduğunu açıklamıştı.

Siyasi ve askeri heyetlerin görüşmelerinin tamamlamasından sonra, Kasım ayında iki savaş ağasını Tunus’ta bir masa etrafında buluşturma hedefi de var. Libya üzerinde etkili olan güçlerin bu hamlesi, AKP-MHP rejiminin çapının sınırlarını bir kez daha gözler önüne serdi. Zira tüm bunlar olurken, kenardan izlemek zorunda kaldılar. 

Daha önce Berlin, Moskova ve İtalya’da yapılan görüşmelerde UMH Başbakanı Fayez el Sarrac ile General Halife Hafter katılmıştı. Ancak iki isim aynı odada ya da aynı masa etrafında bir araya gelmeyi reddettikleri için, görüşmeler arabulucular tarafından yürütülmüştü.

Trablus’taki Yüksek Devlet Konseyi ile Tobruk’taki Temsilciler Meclisi heyetleri, seçime giden geçiş sürecinin kriterlerini belirlemek için geçen hafta Kahire’de görüşmelere başladılar.

11 Ekim’de başlayıp üç gün süren görüşmelere, 2014’te yeni anayasa oluşturulmasına katkıda bulunması için BM’nin belirlediği 60 kişilik komisyondan temsilciler de katıldı. Komisyon, 2017’de bir taslak metin oluşturmuş ancak hiçbir zaman referanduma gidilememişti. Yerel Libya basınına göre taraflar Kahire’de, bu taslak metnin üzerinden bir referanduma gidilmesini görüştüler.

Cenevre’de “ateşkes”

Öte yandan savaşa ilişkin BM nezdinde yapılan Libya görüşmeleri için Ocak 2020’de Berlin’de gerçekleştirilen Libya konferansında karar verilmişti. Libya’da savaşan taraflar, İsviçre’nin Cenevre kentinde 22 Ekim’de ateşkes anlaşması imzaladı. Libya’da iç savaşın sonlandırılması için taraflar arasında İsviçre’nin Cenevre kentinde imzalan ‘ateşkes anlaşması’ Birleşmiş Milletler’in (BM) Libya Özel Temsilcisi Stephanie Williams tarafından duyuruldu.

Anlaşma gereği, ülkedeki yabancı askeri güçlerin de üç ay içinde Libya’yı terk etmesi gerekiyor. Ateşkes uyarınca, tüm birliklerin üslerine geri dönmesi, esirlerin takas edilmesi, savaşçıların terk ettiği bölgelerde de ortak polis gücünün görev yapması bekleniyor.

Avrupa Birliği’ne üye emperyalist odaklar ise, bir yandan Doğu Akdeniz ve Libya’daki enerji kaynaklarını kendi lehlerine güvence altına almaya çalışıyorlar, diğer taraftan Libya üzerinden Avrupa’ya yönelen Afrika kaynaklı göç dalgasını engellemek için bir dizi kirli hesap içindeler.

Avrupa, Cenevre’de taraflarla BM nezdinde varılan ‘barış anlaşması’ ile göçmenlerin Avrupa’ya geçiş için kullandığı güzergahların başında gelen ülkelerden biri olan Libya ile yaptığı sınır anlaşmalarının uygulanabilmesini ve yasa dışı göçün önüne geçilmesini umuyor.

Türk ordusu ile maaşa bağladığı binlerce cihatçı çeteyi Libya’ya taşıyarak savaşa giren AKP-MHP iktidarı denklemin dışında kaldı. Yayılmacı-fetihçi heveslerle savaş dalan rejimin Libya yağmasından büyük bir pay kapma hesabı çökmüş görünüyor. Fetihçi politikanın bir hamlesi daha fiyaskoyla sonuçlanmış oldu.

Unutulanlar...

NATO saldırısıyla başlayan savaşların bedelini Libya halkı ödedi. Ancak görüşmelerde/pazarlıklarda hesaba katılmayan taraf da bu halk oldu. Kimi zaman protesto gösterileri yapılsa da, yazık ki, halen ortada emekçileri temsil eden siyasi bir güç görünmüyor. 

Bu Kuzey Afrika ülkesinde savaşın sona erdirilmesi için Cenevre’de El Serrac-Hafter tarafları arasında imzalanan ateşkes her ne kadar “barışa yönelik önemli bir adım” diye lanse edilse de barışın kendisi olamayacağı kesin.

Her şeyden önce enerji kaynakları üzerinde egemenlik kurmak isteyen emperyalist odaklar, Libya’daki savaşın ve iç savaşın bizzat fitilini ateşleyenlerdir. Emperyalist odaklar bu isteklerinden vazgeçmiş değiller. Her ne kadar ‘masada barış sağlanmış’ görünse de sahada bunun en azından şimdilik, sağlanması kolay görünmüyor. Emperyalist odaklar ve işgalci güçler sökülüp atılmadığı sürece bu mümkün olmayacaktır.

Dolayısıyla bölge halkları emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin hesaplarını bozacak bir mücadeleyi yükseltmedikçe, Libya’nın kanlı bir av ve paylaşım sahası olmaktan kurtulması kolay değil.