İçindekiler:

5 Şubat 2021
Sayı: KB 2021/Özel-06

Faşist zorbalık ve provokasyon sökmüyor!
Boğaziçi direnişi 1. ayında
Burjuva siyaset çürümenin dip çukurunda!
Yıkım düzenine karşı mücadeleye!
Faiz arttı, saldırılar da artacak!
DEV TEKSTİL Genel Meclisi Sonuç Bildirgesi
Sinbo ve SML Etiket’te direnişler
SML direnişçileri: Birlikten kuvvet doğar!
Tarihsel TKP: İnkâr edilen tarih - H. Fırat
Türk komünistlerinin ölümü - Mihayl Pavloviç
Türkiye-Yunanistan ilişkileri
Almanya’da metal işkolu TİS süreci
Polonya’da kürtaj yasağı ve mücadelesi üzerine
Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü!
Kadın işçilerin yaşadığı çok yönlü şiddet
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Ekonomi politikasındaki değişiklik ne anlama geliyor?

Faiz arttı, saldırılar da artacak!

Fikri Tomurcuk

 

Kasım ayının ilk günlerinde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bir gece yarısı kararnamesi ile daha 16 ay önce kendisinin atadığı Merkez Bankası Başkanı’nı görevden aldı. Yerine de bankacılık ve finans geçmişi olmayan, daha önce Maliye Bakanlığı yapmış olan, siyasi parti kimliğiyle tanınan bir kişiyi atadı.

Merkez bankaları, neoliberal kapitalizmin kutsal alanlarından birisidir. Bu alana böyle olağanüstü bir müdahalenin yapılması, o koltuğa siyasi kimlikli birinin getirilmesi, neoliberal kapitalist dünyada büyük tepkiyle karşılanır, finans piyasalarında satış dalgasına yol açar.

Ama böyle olmadı. Tam tersine finans alemi bu gelişmeyi olumlu karşıladı. Yeni atanan Başkan Naci Ağbal’ın da koltuğa oturur oturmaz yaptığı ilk iş, finans piyasaları ile yabancı fonların duymak istediği şeyleri söylemek oldu. Bu da piyasa oyuncularını çok mutlu etti.

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın instagram üzerinden bozuk Türkçesiyle yaptığı istifa açıklaması, cumhurbaşkanının veliahtı olarak pazarlanan kabinenin en güçlü bakanının bu esrarengiz istifası da piyasaları karıştırmadı. Hatta büyük bir memnuniyetle karşılandı.

Ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan ve bakanlar, birden bire yüksek faizden, ekonomik istikrardan, ekonomik reformlardan, hatta hukuk reformundan söz etmeye başladılar. Ekonomiyle ilgili bakanlar, hukuk olmadan yatırım ve güçlü bir ekonomi olmayacağını bile dile getirdiler.

Erdoğan yönetiminin bu ağız değişikliği sermaye çevreleri ve uluslararası finans kapital sözcülerini sevindirdi. IMF de son Türkiye raporunda Erdoğan yönetiminin U dönüşünü takdirle karşıladığını ilan etti.

Ekonomi yönetimi böyle keskin bir U dönüşünü neden yaptı? U dönüşüyle ne değişti? Değişiklik sözlerinin ne kadarı gerçek? Tüm bunlar, toplumun, yoksulların, emekçilerin hayatına nasıl yansıyacak? Gelişmelere bu sorular ışığında yakından bakmakta yarar var.

Önce ne değişti, ona bakalım.

Naci Ağbal’ın başkan olmasının ardından yapılan ilk faiz toplantısında Merkez Bankası, uyguladığı temel faiz oranını yüzde 10.25’ten yüzde 15’e çıkardı. Aralık toplantısında ise 2 puan daha artırarak yüzde 17’ye çıkardı. Faiz artışıyla birlikte yapılan açıklamalarda, yüksek faizin enflasyonda kalıcı düşüş sağlanana kadar korunacağına söz verildi.

Sözde faize karşı olduğunu söyleyen ve yüksek faize karşı çıkan Erdoğan, faizlerdeki bu yüklü artışa nasıl izin verdi? Bunun basit bir yanıtı var: Çünkü o ana kadar izledikleri faiz ve ekonomi politikaları iflas etmiş, artık sürdürülemez hale gelmişti. Eski faiz, kur, para ve kredi politikalarının 180 derece tersini yapmaya başlamaktan başka çareleri kalmamıştı.

Önceki politika, Merkez Bankası aracılığıyla faizleri düşük tutup, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), kamu bankaları ve siyasi baskı yoluyla bankaları kredi pompalamaya zorlayarak, sermayenin karlarını artırmaya, hormonlu bir büyüme yaratarak görüntüyü kurtarmaya çalışıyorlardı.

Pompalanan ucuz kredi şirketlerin daha çok borç batağına saplanmasına yol açtığı için, sermayenin batık şirketlerinin batık kredileri bankacılık sistemini zorlar hale gelmişti. Batık kredilerdeki artış yüzünden bir bankacılık krizi artık daha fazla konuşulmaya başlanmıştı. Bunun sonucunun, batık kredilerinin faturasının önce Hazine’ye oradan da halkın sırtına yıkılması olduğunu 1994 ve 2001 krizlerinden çok iyi biliyoruz.

Olay bununla da bitmiyor. Düşük faizle alınan bol kepçe krediler dövize akıyor ve bu da kurları yükseltiyordu. Bu süreç, zengini daha zengin yaparken emekçileri yüksek enflasyon ve artan işsizlikle daha da yoksullaştırdı.

Yükselen kur, aynı zamanda döviz borçlusu büyük sermaye gruplarını zora soktu. Kurların daha da artma riski karşısında sermaye grupları dış borçlarını kapatma çabalarını artırdılar.

Bu çabaya en büyük destek Erdoğan yönetiminden geldi. Merkez Bankası rezervleri, düşük kurdan sermaye gruplarının hizmetine sunuldu. Görünüşte Merkez Bankası’nın döviz rezervleri kurları düşürmek, piyasalarda istikrar sağlamak, enflasyonu aşağı çekmek için kullanılıyordu. Ama esasta dış borçlarını azaltmak isteyen sermaye gruplarının maliyeti hafifletiliyordu.

Merkez Bankası’nın kurları frenlemek için döviz rezervlerini kullanma politikasından karlı çıkan bir kesim de yabancı sıcak para oldu. Türkiye’yi ekonomik ve siyasi olarak aşırı riskli bulan yabancı fonlar Türkiye’den çıkmak için fırsat kolluyordu. Merkez Bankası’nın bu politikası onlara ilaç gibi geldi. Yabancı fonlar, ellerindeki hisse senedi ve tahvilleri satarak elde ettikleri karlarını, Merkez Bankası’nın baskıladığı göreli olarak daha düşük kurlardan dövize çevirerek, daha karlı bir yolla Türkiye’den çıkma imkanına kavuştular. Çünkü kurlar daha yüksek olsaydı, Türk Lirası’nı dövize çevirdiklerinde ellerine daha az döviz geçecekti.

Sonuç Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin sıfırlanması hatta eksiye düşmesi oldu.

Merkez Bankası görüntüyü kurtarmak için Çin ve Katar ile takas anlaşmaları yaparak bir miktar ödünç döviz aldı. Bankaları da Merkez Bankası’yla takas işlemleri yapmaya zorlayarak ödünç döviz miktarını artırmaya çalıştı.

Merkez Bankası’nın bilanço oyunlarıyla gizlemeye çalıştığı bu gerçek çok geçmeden anlaşıldı. Dünyanın en ünlü ekonomi gazetelerinde haber oldu. Bu, yabancıların kaçışını ve içeride dövize talebi artırarak kurların iyice kontrolden çıkmasına yol açtı.

Bu arada uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları da Türkiye’nin bir ödemeler dengesi krizi ile karşı karşıya olduğunu açıkça raporlarına yazmaya başladılar. Ödemeler dengesi krizi, Türkiye’nin dış borçlarını ödemek ve ekonomisini döndürmek için gerekli ithalatı yapacak dövizi bulamaması demektir. Böyle bir durumda piyasaların allak bullak olması, şirketlerin ve bankaların batması, ekonominin aniden durması kaçınılmaz hale gelir.

Kasım ayı başına gelindiğinde, ödünç alınmış takas paraları hariç tutulduğunda, Merkez Bankası’nın gerçek net rezervi eksi 50 milyar doları bulmuştu. Merkez Bankası’nın 130 milyar doları, sermaye gruplarının dış borçlarını düşük maliyetle ödemesi ve yabancı sıcak paranın daha yüksek karla Türkiye’yi terk etmesine hizmet ederek harcanmıştı.

Merkez Bankası iflas noktasındayken, Türkiye’nin önümüzdeki bir yıl içinde çevirmesi gereken dış borç miktarı 184 milyar doları buluyor. Buna Erdoğan iktidarının tozpembe hesaplarına göre 14 milyar dolar olması hedeflenen 2021 yılı cari açığını da eklersek, 200 milyar dolarlık bir kaynak ihtiyacı var. Merkez Bankası iflas halindeyken bu yükün altından kalkmak mümkün değildi. Ekonomi ani bir çöküş riskinin kıyısında yüzer duruma gelmişti.

Acilen yabancı sıcak para fonlarının geri gelmesini sağlamaktan başka yolları kalmamıştı. Bunun için onlara hem yüksek kar vadetmek hem de güvence vermek gerekiyordu.

İlk adım olarak Merkez Bankası faizlerini yüklü miktarda artırdı. Daha önemlisi faizleri çok uzun süre yüksek tutacağına garanti verdi. Ayrıca Merkez Bankası işlemlerinde ve hesaplarında şeffaf olma sözü vererek, yerli ve yabancı sermayeden bir şey gizlemeyeceğini taahhüt etti. Yanı sıra, başta Erdoğan olmak üzere tüm ekonomi yönetimi, yabancı sermayenin istediği anda kolayca çıkabileceğinin güvencesini verdi.

Siyasi iktidar sıcak paraya böylesine teslim olduğunu her kanaldan ortaya koyunca, sıcak para fonları tekrar Türkiye piyasalarına dönmeye başladı. Daha düşük kurdan alarak dışarı çıkardıkları dövizleri, şimdi daha yüksek kurdan geri getirerek karlarını daha da artırdılar. Üstelik uzun süre çok daha yüksek faizin garantisini de almış olarak...

Sıcak para gelmeye başlayınca kurlar da düşmeye başladı. Bu sıcak para için çifte kar demektir. Dolar 8.5 TL iken dövizini bozduran bir yabancı fon, hiçbir şey yapmayıp bugün parasını 7.15 TL’den tekrar dolara çevirip çıksa yüzde 19 kar elde etmiş olacak. Sıcak para fonlarının üç ayda elde ettiği bu karı, dünyanın başka yerlerinde üç yılda elde etmesi bile zor.

Yüksek faiz garantisi üzerine sıcak para girişi başladı. Ancak bu miktar hala Merkez Bankası’nın döviz rezervlerini yeterince tamir edecek düzeyde değil. Üstelik şu ana kadar gelen fonlar, “akbaba fonlar” veya “köpekbalıkları” diye adlandırılan türden. Bunlar en ufak risk gördüklerinde veya daha karlı bir alternatif gördüklerinde hızla geldikleri ülkeyi terk eden fonlar. Dolayısıyla bunlardan gelen dövize güvenilir rezerv diye bakmak mümkün değil.

Türkiye’nin mevcut siyasi ve ekonomik riskleri karşısında döviz rezervlerini yeterli görülecek düzeylere getirebilmesi kolay olmayacak ve ancak uzun sürede gerçekleşebilecek.

Bu da yüksek faiz döneminin hiç de kısa olmayacağı anlamına geliyor. Çünkü enflasyonda ciddi bir düşüş sağlanmadan ve döviz rezervleri ciddi düzeyde artırılmadan faizlerin düşürülmesi, sıcak paranın geri çıkması, kurların yükselmesi ve rezervlerin erimesi sonucunu doğurarak başa dönülmesine yol açar.

Gelinen yerde sermaye iktidarının ekonomi yönetimi sıcak paraya, ekonomi de uzun süreli olarak yüksek faize mahkum durumda.

Fatura emekçilere yüklenecek!

Uzun süreli yüksek faize mahkumiyetin ciddi ekonomik ve sosyal sonuçları olacaktır.

Yüksek faiz ve yanısıra kredi hacminin daralması, başta ucuz kredi ile ayakta tutulan “zombi şirketler” olmak üzere şirketlerin iflasına ve banka borçlarını ödeyemez hale gelmesine neden olacaktır. Batık kredilerin artması bankacılıkta da yeni kriz tohumlarının yeşermesine yol açacaktır.

Pandemi sürecinde Erdoğan’ın dayattığı politikalarla banka kredisiyle ayakta durmaya zorlanan küçük işletmeler, haciz ve iflaslarla karşı karşıya kalacaktır. Benzer durum borçlanarak geçimini sürdüren aileler için de geçerlidir. Bu, toplumun orta ve düşük gelirli kesimlerinde yaygın bir yoksullaşmaya, diğer yandan da servet transferine yol açarak eşitsizlikleri derinleştirecektir.

Bütçe açığının büyüdüğü ve kamu borçlarının patlama yaptığı koşullarda sermaye iktidarı, vergi artışları ve zamlar ile halka fatura çıkarmaya devam edecektir.

Sermaye sınıfı, ortaya çıkan faturayı emekçilere yıkarak karlarını korumaya çalışacaktır. İşçiler ve emekçiler işten çıkarma, düşük ücret, sosyal hakların kısılması noktasında yeni saldırılarla karşı karşıya kalacaklardır.

Gerici-faşist iktidar tüm bu politikaların sorunsuzca hayata geçirilebilmesi için başta işçi sınıf ve emekçiler olmak üzere tüm muhalif güçlere yönelik siyasi baskıları daha da boyutlandıracaktır. Toplum genelinde baskı ve sindirme politikası daha da yoğunlaşacaktır. Son dönemde hak arayan emekçilere, iktidarın politikalarına boyun eğmeyen gençliğe yönelen pervasız saldırganlık, dinci faşist rejimin toplum ölçüsünde büyüyen öfke ve hoşnutsuzluğu zorbalıkla bastırmak dışında bir yol bulamadığını anlatmaktadır.

Bu koşullarda Erdoğan’ın diline doladığı “hukuk reformu”ndan yerli ve yabancı sermayeye mülkiyet ve kar garantisine yönelik düzenlemelerin ötesinde beklenecek yegâne şey, tek adam yönetimini tahkim etmeye yönelik değişiklikler olacaktır.

 

 

 

 

 

Zorbalık sermaye devletinin mayasında!

 

Türk sermaye devleti kurulduğu günden itibaren, burjuvazinin sınıf egemenliğini sürdürebilmesi için baskı ve zorbalığı kılavuz edinmiştir. Karşımızda üç darbe gerçekleştirmiş, darbe aralarında ise burjuva sınırlarda bile demokratik olmamış bir devlet gerçeği var. 

2002’de AKP ile “yeni bir sayfa” açan sermaye devleti bir dönem “ileri demokrasi”, “vesayetle savaş” vb. palavralarla bazılarını kandırabilse de bu maskeler kısa sürede düşmüştür. Egemenlerin istediği “istikrarın” ancak baskı ve zulüm yoluyla kurulabileceği gerçeği kısa sürede tekrar ortaya çıkmış, dinci-faşist rejimi tahkim etme süreci hızlandırılmıştır. 

AKP iktidarı 7 Haziran 2015 seçimlerinde yaşadığı hezimete tahammül etmemiş, seçimleri geçersiz saymıştır. Kitle desteğindeki düşüşü durdurabilmek için ülkeyi adeta kan gölüne çevirmiş ve Kasım ayında erken seçime giderek iktidarını devam ettirmiştir.

Bir yıl sonra darbe girişimini fırsata çeviren T. Erdoğan ve AKP’si burjuva hukukunu da askıya alarak kararnamelerle ülkeyi yönetmeye başladı. İzleyen yıllarda “tek adam rejimini” kalıcılaştıran din istismarcısı AKP, yanına şoven-ırkçı MHP’yi alarak dinci-faşist koalisyon oluşturdu. Bugün toplumun geniş kesimleri nezdinde gayrimeşru duruma düşen bu rejim sokağa saldığı faşist çeteleriyle, mafya bozuntularıyla, “karanlık” güçleriyle düzen muhalefeti ile ilerici-devrimci güçleri susturmaya, sindirmeye çalışmaktadır.

Çeteleşen rejimin “karanlık” güçlerinin kaçırma, işkence, kaybetme yöntemlerinin bir yenisi yakın zamanda yaşandı. Sosyalist kimliği nedeniyle İstanbul Başakşehir’de kaçırılan ve kendisine ajanlık teklif edilen Gökhan Güneş 138 saat sistematik işkenceye maruz bırakıldı. Gökhan Güneş’in ailesi, yoldaşları ve dostları tarafından “Gökhan Güneş nerede?” şiarı ile yürütülen eylemler sayesinde Güneş, kendilerine “Biz görünmeyenleriz” diyen devletin kontra güçlerinin elinden kurtarıldı. Bu olay, dinci-faşist rejimin kontra güçleri eliyle İstanbul’da gün ortasında insanları kaçırıp işkence merkezlerine kapatacak kadar pervasızlaştığını gözler önüne serdi.

İnsanları korkutma, yıldırma, vahşi işkenceyle ifade alma uygulamaları ile gözaltında insanların kaybedilmesi sermaye devletinin temel politikası idi, halen de öyledir. İnsan Hakları Derneği (İHD) Kayıplar Komisyonu’nun güncellenen son raporu, 1990’lardan bugüne gözaltına alınıp kaybedilenlerin sayısının 1388 olduğunu saptıyor. Ayrıca raporda, 253 toplu mezar bulunduğu, bu mezarlarda 4 binden fazla kişinin gömülü olduğu belirtilmektedir.

Kirli savaş taktiklerine sarılan rejim, bir yanda devletin “resmi” faşist çeteleri eliyle insanları kaçırıp işkence yaparken öte yandan “sivil” faşist çeteler sokaklarda gazeteci-siyasetçi avına çıkmaktadır. Sarayın suç ortağı faşist D. Bahçeli ve avaneleri, tek adam rejimine biat etmeyenleri tehdit ediyor, hakaretler savuruyor, hedef gösteriyor sonra da çetelere saldırı emri veriyorlar. AKP-MHP rejimi beslediği faşist çetelerin tasmalarını çözüp biat etmeyenlerin üzerine salıyor.

“Yerli/milli” kılıklı rejim mafya bozuntularına devletin tüm imkânlarını sunup krallar gibi yaşatıyor. Organize suç şefi Alaattin Çakıcı, çakarlı araçla poz veriyor, il il gezdiriliyor, etrafa tehditler/hakaretler savuruyor. Buna rağmen bu mafya bozuntularının rejim tarafından açıktan korunması, içişleri bakanının herkese mafya liderleri gibi efelik taslaması gibi örnekler rejimin artık çetelerden ve mafyalardan oluştuğunu göstermektedir. Çeteleşen ve mafyalaşan rejim, topluma korku salarak ömrünü uzatmaya çalışmaktadır.

***

“Ve cellat uyandı yatağından bir gece,

Tanrım, dedi, bu ne zor bilmece

öldükçe çoğalıyor adamlar,

Ben tükenmekteyim öldürdükçe.”*

Yamalı bohçaya dönen sömürü sistemi, gelinen yerde artık dikiş tutmuyor. Servet ve sefalet arasındaki uçurum gün geçtikçe derinleşirken, işçi sınıfı ile emekçi halkın açlık ve sefaleti katlanılmaz hale gelmiştir. Kürt halkının temel ve meşru demokratik hakları yok sayılmıştır. Kadınlar ve gençler rejimin gerici politikaları nedeniyle adeta nefesiz bırakılmıştır. Doğal kaynaklar parsel parsel tekellere satılarak çevre katliamı pervasızca sürdürülüyor.

Sermayenin kâr hırsı uğruna sergilediği gerici politikalarla toplumunun çoğunlunu hoşnutsuz bırakan rejim, patlayacak bombanın fitilini kendisi ateşlemektedir. Sermaye iktidarı, ilerici ve devrimci güçleri baskı ve zorbalıkla toplumdan yalıtmaya çalışsa da, muhalifleri zindanlara doldursa da tarihin çöplüğünde yerini almaktan kurtulamayacak.

* Ataol Behramoğlu

N. Kaya