İçindekiler:

9 Ekim 2021
Sayı: KB 2021/Özel-35

Gerici-faşist rejimi bekleyen zor günler
Kürt sorununda burjuva liberal çözüm
İdlib’de çatışmalı süreç yeniden başladı
Erdoğan-Putin görüşmesi
Dinsel gericiliğe yeni olanaklar
Kapitalizmin yarattığı konut krizi
BDSP: Miting direnişçi işçilerin kürsüsü olacak
Toplum sağlığı için aşı olmak...
Dr. Hikmet Kıvılcımlı üzerine / 1 - Garbis Altınoğlu
ABD-Çin ticaret anlaşmazlığı
Afganistan hezimeti sonrası iç kavgalar
Slovenya’daki AB zirvesinden...
Fransa ile Cezayir arasında gerginlik
Barınma sorunu üzerine
Liseli gençlik iktidarın korkularını büyütüyor
Liselerde eğitim ve salgın ile ilgili görüşler
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Erdoğan-Putin görüşmesi ve bir çaresizlik hali

 

“Suriye’den Libya’ya Ortadoğu’da akan kanın, yaşanan yıkımın ve çekilen acıların dolaysız sorumlularından biri de Türk sermaye devletidir. Türkiye’nin dinci-faşist iktidarı Ortadoğu halklarına karşı suç işlemeyi halen de sürdürmektedir. Bunu hem emperyalizm ve siyonizm ile açık-gizli suç ortaklığı yoluyla, hem de kendi gerici-yayılmacı hesapları uğruna yapmaktadır... Türk sermaye devletinin kendisi ise halen Suriye’de ve Irak’ta işgalci güç konumundadır. Ayrıca Suriye iç savaşından arta kalan ve Türkiye sınırlarına süpürülen her türden dinci-cihatçı örgütün de açıktan koruyucusudur.” (TKİP VI. Kongre Bildirgesi, Aralık 2018)

Bölgede emperyalizmin tetikçisi olma hevesinin yanı sıra yeni Osmanlıcılık hayalleriyle yayılmacı politikalar güden ve bu konuda boyunu aşan girişimlerde bulunan Erdoğan, uzun süreden beridir efendileri tarafından “tokatlanıyor”. Dış politikası bir enkazı andırıyor. AKP şefi, yaşadığı açmazı Rusya ve ABD arasında mekik dokumayla aşmak istedi. İki dünya gücü arasında güya stratejik politikalar izlemeyi denedi ve gelinen yerde bir çaresizlik durumuyla karşı karşıya kaldı. ABD ve Avrupa’da eskisi gibi yüz bulamadığı için Putin’e sığınmayı çare olarak görmeye başladı. Ama Putin nezdinde de suçları birikiyor ve zayıflıkları artıyor.

***

Başka şeylerin yanı sıra, ABD Başkanı Joe Biden’la da “dostluk ilişkisi” yakalayabilmek için çırpınan ve bunun için de Putin’i öfkelendiren adımlar atan Erdoğan, New York’a giderken efendisiyle görüşebileceğinden yana muhtemelen umutluydu. Ne var ki tüm çabalarına rağmen New York’ta Biden’dan randevu koparamadı. “Dünya lideri” Erdoğan NATO’daki konumunu güçlendirme ve Washington ile ilişkileri onarma çabalarının başarısız olmasının ve Biden tarafından aşağılanmanın ardından, “gidişatın hayra alamet olmadığı”nı ilan etti. Yaşadığı hayal kırıklığıyla ABD’ye karşı kükremeye başladı. BM Genel Kurulu dönüşünden bir hafta sonrada da Soçi’de Putin ile buluştu. ABD’de yediği tokatla kendisini çaresizce Rus mevkidaşı Vladimir Putin’nin kucağına attı.

Putin ve Erdoğan görüşmesinde konuşulacak ve “açıklığa kavuşturulacak” çok şey vardı. Rusya’nın Türkiye’ye giderek baskısını artırdığı Suriye konusu, Türkiye’nin insansız hava aracı tedarik ettiği Ukrayna ile ilişkiler ve Polonya gibi Rusya’yı rahatsız eden konular gündemdeydi. Afganistan, Libya, Karabağ da görüşmenin gündemleri arasındaydı. Ankara’ya göre, Erdoğan ve Putin Soçi’deki zirvede silah sektöründeki işbirliğinin genişletilmesini de görüştüler. İki ülke arasında denizaltı yapımında da işbirliği görüşülmüştü. Görüşmede Erdoğan, Putin’e Türkiye’de iki nükleer santralin daha inşasında işbirliği yapmayı teklif ettiğini söyledi. Kremlin şefinin de bunu kabul ettiği söyleniyor.

Erdoğan, Suriye’de barışın Ankara ve Moskova arasındaki işbirliğine bağlı olduğunu belirterek, iki ülke arasında giderek güçlenen ilişkilerin avantajlarına vurgu yaptı. Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin siyasi, askeri, ekonomi ve ticaret alanlarında çok farklı şekillerde kendini gösterdiğine de dikkati çekti.

Putin ise, hem Suriye’ye hem de Libya’da karşı tutumlar içinde olmalarına rağmen Türkiye ile Rusya arasındaki işbirliğinin artık uluslararası düzeyde “başarılı bir şekilde” devam edeceğini belirtti. Rus-Türk işbirliğini övdü ve özellikle karşılıklı doğalgaz işbirliğine vurgu yaptı. Türkiye’nin doğalgaz arzında Rusya’ya bağımlılığı eski düzeyde olmasa da devam ediyor. 1987 ve 1994 yılları arasında Rusya, Türkiye’nin tek gaz tedarikçisiydi. Doğalgaz sorunu da Putin’in konuğu üzerinde baskı kurma yeteneğini artıracak gibi görünüyor. Türkiye’nin bu kış 18 milyar metreküp daha fazla doğalgaza ihtiyacı olduğu hesaplanıyor. Azerbaycan bir yana bırakılırsa, Türkiye doğalgazın büyük bir kısmını Rusya’dan alıyor.

Bütün bunların, ABD ve diğer Batı ülkelerinde huzursuzluğa neden olması muhtemeldir. Hatta işi, “Batı’ya karşı Putin-Erdoğan ekseni”ne vardıranlar bile var. İkili işbirliğine rağmen, Erdoğan ve Putin arasında kimi önemli sorunların varlığını sürdürdüğü biliniyor. Her şeyden önce Suriye’deki savaşta ve Libya’daki çatışmada Türkiye ve Rusya farklı taraflarda yer alıyorlar.

İki devlet başkanı daha görüşmeden önce, “zorlu” bir konu olan Kırım gündeme gelmişti. Erdoğan, yarımadayı Rusya’nın bir parçası olarak kabul etmediğini, Ukrayna olarak gördüğünü belirtmişti. Ukrayna’ya sadece politik değil, savaş uçağı anlaşmasıyla da destek vererek Putin’in öfkesini köpürtmüştü. Kiev’in Ankara’dan daha fazla İHA alacağını açıklaması da Moskova’da büyük tepkiye neden olmuştu. Moskova Türkiye’nin bu tavrını zaten biliyordu, ancak Kremlin sözcüsü Dmitry Peskov’un belirttiği gibi Erdoğan’ın Soçi’ye gitmeden kısa bir süre önce yaptığı bu açıklama bir “tatsızlıktı”. Peskov, bunun Soçi’de tartışılmayacağını açıkça belirtti. Suriye’deki son cihatçı kalesi olan İdlib’de “terörist faaliyetlerin” devam ettiğine ilişkin duyduğu rahatsızlığı da dile getirerek, “Bu, Suriye’deki çözüm sürecini bozuyor” dedi.

***

Bir dizi anlaşmanın yanı sıra silah anlaşmaları da muhtemelen Rusya’yı memnun edecek şekilde tartışıldı. Erdoğan, S-400 füze savunma sistemlerinin yenisini alabileceğine ilişkin ilgisini gösterdi. Türkiye’nin hangi ülkeden hangi savunma sistemlerini satın alacağına kimsenin müdahale edemeyeceğini ve etkileyemeyeceğini söyledi. “Kimse”den kasıt, Rusya’dan S-400 satın aldığı için Ankara’ya yaptırım uygulayan ABD’dir elbette.Kendisine ABD ile ilişkilerin bozulması pahasına bu adımı atmaya değip değmediği sorulduğunda, Erdoğan, “Bence buna değdi, savunmamızı istediğimiz zaman güçlendirebiliriz” yanıtını verdi. Ayrıca, Soçi’den dönüş yolunda ABD’ye isyan edercesine, “1,4 milyar dolar ödedik, ne olacak?” diye de sordu. “Bu parayı kolay kazanmadık. Ya bize uçaklarımızı verirler ya da parayı bize geri verirler.” dedi.

Rusya’dan daha fazla S-400 satın almak, Türkiye’nin Moskova’yı etkilemek için sahip olduğu bir koz gibi görünüyor. Ancak Rusya’nın tutumu çok açık. Moskova’ya göre radikal cihatçılar, Suriye ordusuna saldırmak için İdlib ve çevresindeki Türk askeri mevzilerini kalkan olarak kullanıyorlar. Rusya buna uzun vadede müsamaha göstermeyecek. Dolayısıyla Suriye ordusu er ya da geç İdlib’i geri almak için Rusya’dan yeşil ışık alacak.

Erdoğan, görüşmenin ardından Rusya’nın Türkiye ile işbirliğinin Suriye’de de son derece önemli olduğunu belirterek, “Orada barış, Türkiye-Rusya ilişkilerine de bağlıdır.” dedi. Rus haber ajansı Interfax’ın haberine göre, Soçi’deki Erdoğan, Putin’i kuzey Suriye’deki Türk askerlerine yönelik saldırıları durdurmaya ikna etmek istedi. Ancak Rusya’nın çıkarı daha çok Türkiye’nin Suriye’den çekilmesi olduğu için bu talep itibar görmedi. Dahası, Suriye rejimi ve müttefikleri cihatçıların son kalesi olan İdlib’i geri almak kararlılığındalar ve bu bir zaman meselesi gibi görünüyor. Sonrasında Türkiye’nin Suriye’den tamamen dışarı atılması hedeflenmektedir. Suriye hükümet birliklerinin Moskova’nın desteğiyle son haftalarda hava saldırılarını yoğunlaştırdığı Kuzeybatı Suriye hakkında Putin ile yaptığı tartışma hakkında Erdoğan sadece belirsiz yorumlar yapabildi ve “Bu konuda birlikte adım atılması gerektiğine odaklandık” demekle yetindi.

Erdoğan için Donald Trump ile “iyi bir dost ilişkisi” kurmak çok önemliydi ve yararını da görüyordu. Aynı şey Angela Merkel ile ilişkileri için de geçerliydi. Şimdi ikisi de yok. Erdoğan, Amerikan-Türkiye ilişkilerinin tüm zamanların en düşük seviyesinde olduğunu kaydetti. Avrupa ile ilişkiler de daha iyi görünmüyor. Gözlemciler, Fransa’nın Türkiye’ye karşı tutumunun Avrupa’da daha güçlü bir şekilde etkili olacağı görüşündeler. Türkiye Avrupa karşısında da “tarihi bir düşüş”e geçiyor. Putin ile ortak bir basın toplantısı yapmadan Rusya’nın Soçi tatil beldesinden ayrılması, Erdoğan’ın son dönemde konumunun ne kadar zayıfladığını gösteriyor. ABD ve Batı’ya karşı şu an pek fazla bir seçeneği olmayan Erdoğan, Soçi’de Vladimir Putin tarafından da uluslararası ağırlığı ölçülmek üzere tartıya konuldu ve hayli kilo verdiği tespit edildi.

 

 

 

 

 

AB’nin gözünde Türkiye’nin statüsü “düştü”

 

Geçtiğimiz günlerde, Avrupa Birliği Komşuluk ve Genişleme Müzakereleri Genel Direktörlüğü (NEAR) yeni bir yapılanmayla, Türkiye’yi Ortadoğu ve Kuzey Afrika birimine kaydırdı. Daha önce Ortadoğu ve Kuzey Afrika olan birimin adını da “Güney Komşuları ve Türkiye” olarak değiştirdi. Uzun zamandır Avrupa Birliği içine girmek için çabalayan, yeri geldiğinde Avrupa devletlerine yaranmak için ikiyüzlüce açıklamalarda bulunan dinci-faşist AKP-MHP iktidarının yönettiği Türk devletinin AB’ye üyelik macerası iyice sarpa sarmış bulunuyor.

Türkiye’nin AB’ye üye olma süreci, 1959 yılına dayanıyor. Sermaye Devleti, 31 Temmuz 1959 tarihinde AB’nin ilk hali olan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)’na ortaklık başvurusu yapmış, AET Bakanlar Konseyi’nin başvuruyu kabul etmesi sonrasında, 12 Eylül 1963 tarihinde Türkiye ile AET arasında Ankara Anlaşması imzalanmıştı. Anlaşmaya imza atan dönemin Başbakanı İsmet İnönü, Avrupa emperyalistlerine yaranmak için, AB’yi “Beşeriyet tarihi boyunca insan zekâsının vücuda getirdiği en cesur eser” olarak tanımlamıştı.

Türkiye’nin AET ile ortaklık antlaşması imzalamasıyla başlayan üyelik süreci, 12 Eylül ‘80 faşist darbesi ile kesintiye uğradı. Süreç, yedi senelik bir aranın ardından, Türkiye’nin 1987 yılında tam üyeliğe başvurmasıyla devam etti. 1999 yılında ise Türkiye AB emperyalistleri tarafından “aday” olarak kabul edildi. Nihayet 2005 yılında da tam üyelik müzakerelerine başlandı.

Türkiye’deki siyasal gelişmeler, özellikle 2013 yılında yaşanan Haziran Direnişi, 15 Temmuz darbe girişimi vb. süreçler Türkiye’yi AB nezdinde “istikrarsız” aday statüsünde tuttu. Türk sermaye devleti, Avrupalı emperyalistler tarafından o günlerden bu yana türlü bahaneler eşliğinde “AB hukuku”na uymadığı gerekçesiyle oyalanmaya devam etti. Türkiye’nin üyelik süreci uzatıldıkça uzatıldı ve gelinen yerde Türkiye’nin “statüsü” de değiştirildi. Son hamleyle, AB nezdinde Türkiye Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle aynı kefeye konulmuş oluyor.

Gerici-faşist iktidar, hükümet olarak iş başına getirildiği 2002 Kasım’ından itibaren AB üyeliği propagandası yaparak, Avrupa “hukukuna”, sözde “demokratik” işleyişine övgüleri hiç eksik etmedi. Yer yer çıkar çatışmalarının yaşandığı süreçlerde ise sahne önünde efelenmelerle ilişkiler gerilimli bir hal aldı. “Eyy Almanya”lar, “Eyy Macron”lar havlarda uçuştu.

Kendileri de çoğu zaman kendi hukuklarını ayaklar altına alan Avrupa devletleri, Türkiye’yi AB üyesi yapmama gerekçesini, Türkiye’nin hukuklarına aykırı bir şekilde davranması ve demokratik bir işleyiş uygulamaması olarak sunmaktadırlar. Dinci-faşist rejim sözcülerinin “demokrasinin beşiği” olarak tanımladıkları ve topluma bu düşünceyi empoze ettikleri süre boyunca Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği halen de kabul edilmezken, Türkiye’de biçimsel de olsa Avrupa hukukuna aykırı bir yönetimin iş başında olduğu böylelikle bir kez daha kanıtlanmıştır.

Günümüzde tüm dünyaya hakim olan sistem emperyalist-kapitalist sistemdir. Dünyanın ne tarafına gidilirse gidilsin, yönetim biçimleri (demokratik, monarşi vb.) ne olursa olsun sistemin özünde, işçi ve emekçilerin bir avuç tekel tarafından sömürülmesi vardır. Avrupa devletlerinin tüm dünyaya “övünçle” bahsettikleri “hukuklarının”, “demokratik” yönetimlerinin harcında, işçi ve emekçilerin daha fazla kâr uğruna sömürülen emek gücü, mültecilerin de kanı bulunmaktadır. Tıpkı Türkiye’de ve diğer devletlerde olduğu gibi... AB’nin Türkiye’nin statüsünü Ortadoğu ve Kuzey Afrika birimine kaydırması, bu gerçekliği değiştirmemektedir.

Emperyalist tekellerin pazardan daha fazla pay kapmak uğruna savaşları kışkırttığı ve yakıp yıktıkları ülkelerde de işçi ve emekçileri, yoksul halkların payına kan ve gözyaşından başka bir şey düşmemiştir. Dolayısıyla AB ya da diğer emperyalist birlikler işçi ve emekçiler ile ezilen halklara bundan sonra da insanca bir yaşam vermeyeceklerdir. İnsanın insan tarafından sömürülmediği, gerçek barışın ve hukukun olduğu bir dünya ancak işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci mücadeleleriyle kazanılabilecektir.