Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Siyasi Partiler Yasasında komünist sözcüğünü yasaklayan hükmün iptalini ve bununla bağlantılı olarak TKPye yönelik olarak açılan kapatma davasının reddedilmesini istedi. Adı birçok partiyi kapatma davasıyla anılan ve Vural Savaşı aratmayan bu zatın, buradaki farklı tutumu ilk başta garipsenebilir. Oysa ortada garipsenecek bir tutumun var olması bir yana, bu tam da sermaye devletinin kendi ihtiyaçları doğrultusunda uyguladığı politikalara ayna tutmaktadır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı sermaye devletinin, düzen sınırları içerisindeki partileri bu sınırları aşmama noktasında görevlendirdiği, çizilen çerçevenin dışına çıkma eğilimindeki partilerin terbiye edilmesinde kullandığı araçlardan biridir. Nitekim bu kurum bugüne kadarki icraatlarıyla,Vural Savaş gibilerinin hafızalarda bir yer edinmesini sağlamıştır. Sabih Kanadoğlunun bu yaklaşımından çıkarılacak sonuç ise, sermaye devletinin SİP-TKPye yönelik böyle bir müdahaleyi gerektirecek durum görmemiş olmasıdır. Türkiyenin son on yılına baktığımızda, parti kapatmalar ve siyasi yasaklarla dolu bir tabloyla karşılaşırız. Buradan bakıldığında, SİP-TKPye yönelik bu farklı tavır aynı zamanda, oa sistem içinde önünün açık olduğuna dair verilmiş bir mesajdır. Devletin gizli anayasası olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde ifade edilen ılımlı sol yaratma hedefi doğrultusunda katedilen mesafeyi de göstermektedir bu örnek. Elbette bu ılımlı sol projesi daha çok düzen dışı devrimci güçleri düzen sınırlarına çekebilmeyi hedeflemektedir. Ama bu arada sosyal reformist hareketleri de daha liberal bir konuma çekmeyi... SİP-TKPye böyle bir kanalın açılması, sermaye devletinin hedefine ilerlediğini göstermektedir. Bu bilinçli tutum seçim sürecinde sermaye medyası tarafından da sergilenmiş, belli bir destek sunulmuştur. Bu kayırmacı tutumun gerisindeki asıl neden ise, diğer reformist partiler gibi SİP-TKPnin de seçim sürecinde düzenin temel kurumlarına, faşist baskı aygıtı ve terör politikalarına karşı tek bir laf etmemiş olmasıdır. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için TKİPnin Seçimler ve devrimci sınıf çizgisi başlıklı değerlendirmesine bakalım: Dikkate değer olan olgu, bu tutumun düzen icazetine sığınmış reformist solda da yansımalarını bulabilmesidir. İMF programı çerçevesinde yaşanan sosyal yıkımın sonuçları ve Amerikan eksenli emperyalist savaş hazırlığı üzerine kolayından solculuk taslayan bu partiler, faşist baskı ve terör rejiminin kurumsal yapısı, bu çerçevede temel demokratik hak ve özgürlükler üzerine kayda değer herhangi bir istem ileri sürmemekte, teşhir ve propaganda çalışmalarında buna fazlaca yer vermemektedirler... Terbiyeli solun temel siyasal hak ve özgürlükler mücadelesi, bununla bağlantılı olarak baskı ve terör rejimi üzerine bu suskunluğu da rastlantı değildir. Düzenin icazetine sığınmış olmak hassas siyasal sorunlarda, özellikle de devlet ve iktidar sorunlarında suskun kalmayı, bunun yerine genel bir müsamaha ile karşılanan iktisadi ve sosyal sorunlar üzerine solcu gevezelik yapmakla yetinmeyi gerektiriyor. Buradaki davranış tam da hücre saldırısını kendi dışında görmek ve bu alanda pratik değeri olan herhangi bir siyasal davranıştan özenle kaçınmak, işin özünde kendini devletle sorunlu görmemekle (ne de olsa hücre saldırısı devlete kafa tutanlara yönelik bir saldırıydı) aynı anlama gelmekteydi. Temel siyasal sorunlara, baskı ve terör rejimine, bunun aracı olarak baskıcı devlet aygıtına dokunmayan, devrimci iktidar sorunu bir yana temel demokratik hak ve özgürlükler uğruna bile açık ve etkin bir ajitasyondan özenle kaçınan bu solculuk türü elbette düzen egemenlerinin gözünden kaçmıyor, tersine, gittikçe daha çok daha açık bir ilgi ve kayırmanın konusu oluyor. 12 Eylülle yaratılan ve yıllar öncesinden devletin Milli Siyaset Belgesinde kayda geçirilen bir solculuk türü (siyaset belgesinin deyimiyle ılımlı sol) ile yüzyüze olduğumuza göre, bütün bunlar kuşkusuz şaşırtıcı değildir. (Ekim, sayı: 229, Eylül 2002) Düzen egemenlerinin gözünden kaçmayan bu solcuları kayırmak ise çeşitli düzen kurumlarına kalıyor. Yeri geliyor bu sermaye medyası tarafından yapılıyor, yeri geliyor Sabih Kanadoğlu gibileri tarafından.... Cumhuriyet gazetesinin 21 Ocak tarihli sayısında konuyla ilgili yazıda Kanadoğlunun esas hakkındaki görüşlerine de yer verilmiş: Kanadoğlu açıklamasında anayasanın ve SPYnin sınıf diktatörlüğü kurulamayacağına ilişkin maddeleri anımsattı. Kanadoğlu, TKPnin tüzük ve programı ile 3 Kasımda yapılan seçimlerle ilgili sözlü ve söylemleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde, davalı partinin çoğulcu, katılımcı, çok partili ve halkoyuna dayanan demokratik siyasal kurumları benimsediğini ortaya koyduğunu belirtti. TKPnin program, tüzük ve eylemlerinde, sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğinin veya herhangi bir diktatörlüğün savunulmadığı ve amaçlanmadığının anlaşıldığını kaydeden Kanadoğlu, anayasa ve yasa hükümlerine de aykırılık bulunmadığını bildirdi. Kanadoğlunun açıklamalarından ortaya çıkan sonuç; komünizmin ilke ve değerlerinden sıyrılmış her türden komünist yaftalı partinin sistem içinde kendine yer edinebileceğidir. Zira sistemin bu tür partilere de ihtiyacı olacaktır. Zira terör ve baskının yetmediği, bilakis ters teptiği, sınıf ve kitle hareketinin yükselişe geçtiği dönemlerde majestelerinin komünist partisi ve benzerleri devreye sokularak, düzenin istikrarı ve tahkimatı sağlanacaktır. Yazı Kanadoğlunun açıklamasıyla ilgili olarak şöyle devam ediyor: Batı Avrupa komünist partilerinde başlayan Eurokomünizm akımı ve daha sonra Doğu Avrupa ülkeleri ile Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla bu ülkelerde başlayan demokratikleşme hareketlerine işaret eden Kanadoğlu, bu hareketlerin dünya komünist hareketi ve komünist partileri üzerinde önemli etkileri olduğunu belirtti. Kanadoğlu son yıllardaki bu önemli ideolojik ve siyasal değişikliklerin etkisinin TKPnin tüzüğünde, programında ve eylemlerinde açıkça görüldüğüne dikkat çekti... SİP-TKP etkilediği gençlik kesimini devrim hayalleriyle ne kadar oyalarsa oyalasın, düzenin egemen güçleri hayatın gerçeklerini sınıfsal deneyimleri ışığında somut olarak değerlendirebiliyorlar. Öyle ki, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı SİP-TKPnin revizyonist-reformist ideolojik kökenine işaret ederek, partinin sistem için bir sorun teşkil etmeyeceğini belirtme rahatlığını gösterebiliyor. Komünistlere düşen görev ise, sınıf ve kitle hareketinin önündeki barikatlardan biri olan sosyal-reformist hareketlerin gerçek konum ve hedeflerini kitleler nezrinde teşhir ve mahkûm etmektir. Her vesileyle maskelerini düşürüp düzen cephesine sundukları hizmet noktasında kitlelerde bilinç açıklığı sağlayabilmektir. Tasfiyeci sürecin ağır ve bunaltıcı ortamına karşı bu noktada en büyük sorumluluk işçi sınıfının komünist partisine, onun komünist militanlarına düşmektedir. Yaşasın devrim ve sosyalizm! T. Polat
Vizeli parti, vizeli program: SİP-TKP 20 Ocak tarihli günlük bir gazetenin iç sayfalarında, biraz alt tarafta gördüğüm yazı başlığı beni hayli şaşırttı. Başlık aynen şöyleydi; Kanadoğlundan komüniste vize! Hani bir başka ülkede olsam belki bu kadar şaşırmam. Ama burası Türkiye! Onlarca devrimcinin, komünistin katledildiği, işkenceden geçirildiği bir ülke yani. Gel de şaşırma! Bu da neyin nesi deyip okumaya başladım. Okudukça şaşkınlığın yerini kahkahalar aldı. Meğer Sabih Kanadoğlu denilen savcı bozuntusunun SİPten türeme TKPnin kapatılma davasıyla ilgili söyledikleri yazılıymış. Savcı Komünist ismine getirilen yasak anayasaya aykırıdır. TKPnin kapatma davası düşmelidir demiş. Gerekçesini de sıralamış. Komik ama düşündürücü olan, bu gerekçeler; TKP ve benzeri reformist-yasal, her türlü iddidan uzak partilere açmaya çalıştığı kapılar. Gerekçelerden birisi; Batı Avrupa komünist partilerinde başlayan Avrupa komünizmi akımı ile yaşanan değişikliklerin etkisi TKP programında açıkça görülmektedir diyor. Yani olay program çerçevesinde ele alınıyor ve sırf adından dolayı kapatılmasına olanak olmadığı anlatılıyor. Bir diğer gerekçe ise şöyle: TKP 3 Kasımdaki söylemleriyle, demokratik siyasal kurumları benimsediğini ortaya koymaktadır deniliyor. Kullandığı yöntemleri, söylemleri, hedefleri düzene uygun, zararsız bulunuyor. Paranın saltanatına karşı olduğunu söyleyen halkın TKPsi işte böyle bir parti! Dikkati çeken bir gerekçe ise şu: Bir partinin adının komünist olması, sınıf diktatörlüğünü savunduğunu göstermez. Bu tehlikeli ve sinsi bir mantıktır; düzenin kendisine zararı dokunmayan, hatta kitle hareketini söndürme ve geriletme misyonunu yerine getiren böylesi partilerin önünün bilinçli bir şekilde açılması, kitlelere alın size komünist parti denilmesidir. Böyle partilerin uğursuz gerici rolü kitlelere anlatılmalıdır. Marksist-leninist komünistlerin mücadele alanlarından biridir bu. Sürekli teşhire, politik-ideolojik mücadeleye konu edilmelidir. Ortada atıp tutan böylesi partilerin kimliğini çok açık bir biçimde ortaya koyan bir olay bu. Bir partinin adı o kadar önemli değil deniliyor. Doğrudur. Önemli olan, adından çok ideolojisi, politikası ve en önemlisi programıdır. Program röntgen işlevi görür, içini ortaya koyar. Programı üzerinden TKPnin sakıncalı görünmemesi normaldir. Avrupacı ve devlet vizeli komünistlerin değil de komünistlerin neden yıllardan beri devrimci, ihtilalci bir parti ve program yaratma, hayat verme mücadeleleri verdikleri daha iyi anlaşılmıştır. Komünistlerin vizeye ihtiyacı yoktur. Onlar işçi sınıfının tarihsel devrimci rolünün bilincindedirler. Onlar devrimci sınıf iktidarını, yani Kanadoğlu gibi uşakların ve efendilerinin uykularını kaçıran sınıf diktatörlüğünü savunurlar. Onun için de vizeli komünist olmaktansa ölümü göze almayı yeğliyorlar. Basit birkaç cümleyle yazmalıyım anladığım şeyi. Öncelikle net iki sonuç var. Birincisi; sermaye düzeninin böyle türedi partileri ciddiye almadığı ve bunlara ihtiyaç duyduğudur. İkincisi; kuru gürültü çıkarmaktan, yaygara koparmaktan ziyade parti programının ne dediğidir. Türkiyede sol hareketin günden güne yozlaştığı, tükendiği bir gerçek. Bir gerçek daha var ki, o da ihtilalci komünistlerin ortaya koyduğu programdır. Toplam olarak bakıldığında görülecektir ki, yaratılan program gerçek bir silah, gerçek bir hazinedir. Bunun değerini bilmek, iyi anlamak gerekiyor. Ve öyle muazzam bir silah ki, tek kurşunu bu düzeni yoketmeye yeter de artar bile. Kanadoğlunun cümleleri kendi kirli emellerinin olduğu kadar sözde komünistlerin de özünü anlatıyor. Bizlere bir kez daha görevlerimizi hatırlatıyor. Ben çalışan bir emekçi olarak şunu eklemek gereği hissediyorum. Ben hiç tereddütsüz sınıf diktatörlüğü denilen işçi iktidarını istiyorum. Çünkü aç, susuz, yarı çıplak yaşamaktan bıktım. Çünkü işsiz kalmaktan, çalışınca iliklerime kadar sömürülüp hakkımı alamamaktan bıktım. Çünkü ailemin parasızlıktan dolayı okula, hastaneye gidememesinden bıktım. Çünkü insanlar pazar artıkları toplamaktan kurtulsun, insan gibi yaşasın istiyorum. Onun için sınıfın devrimci partisine sempati duyuyor, programını benimsiyorum. Bir okur/Kartal |
|||||