21 Mayıs 2005
Sayı: 2005/20 (20)


  Kızıl Bayrak'tan
  ABD ile bozulan kölelik ilişkilerine ordudan “balans ayarı”!
  AİHM’in Öcalan kararı ve “yargılayanları yargılamak”!
  Niyet mektubu açıklandı, yeni stand-by
anlaşması uygulamada!
  Özelleştirme gündeminden
  Kamu işçisi toplu iş sözleşmesine sahip
çıkmalıdır!
  KESK 2. Olağan Genel Kurulu; Ehlileştirme operasyonu devam ediyor
  KESK 2. Olağan Genel Kurulu üzerine
  İşkenceciler ve katiller ödüllendiriliyor, Uğur bize bakıyor
  Engelliler Haftası; Engelli olan düzenin kendisidir!
  İşçi Kültür Evleri'nin kampanyası; Yoksulluğa mahkum, yozlaşmaya teslim olmayacağız!
  Reklam süsü verilmiş intiharlar düzeni
  Soros kontr-gerillanın sivil ayağıdır!
  İzelman işçileri grev kararı aldı
  Güney Kürdistan sorunu üzerine
tamamlayıcı düşünceler
(Orta sayfa)
  AİHM kararı
  Devrimci 1 Mayıs Platformu’ndan
kamoyuna
  Özbekistan’da kitlesel katliam. Ayağa kalkan emekçiler devlet terörüyle karşılandı

  Afganistan’da emperyalist işgal karşıtı
gösteriler yayılıyor

  Irak; İşgal ve direniş gündeminden
  Almanya’da 12. Enternasyonal
Gençlik Festivali
  Nükleer santrallerle gerçekte amaçlanan ne?
  Temiz hava küresel ısınmaya neden
oluyormuş!!!.
  Bültenlerden
  Paris Komünü:
Toplumsal devrimin şafağı
  Trabzon’da faşist saldırılar karşısında
yılmadık, yılmayacağız!
  Basından
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Nükleer enerji dosyası...

Nükleer santrallerle gerçekte amaçlanan ne?

Geçtiğimiz sayılarımızda, yeniden gündeme gelen nükleer santraller ile birlikte bu konunun tekrar üzerinde durarak, çeşitli incelemelere konu etmiştik. Nükleer enerjinin ucuzluk sıralamasında en son sırada olduğunu, nükleer santrallerden çıkan atıkların çok ciddi hastalıklara yol açtığını ve bu atıkların yok edilmelerinin onbinlerce yıl alabildiğini belirtmiştik. En önemlisi, izlenen nükleer politikasının bir hükümet politikası değil, bir devlet politikası olduğunu ve nükleer santrallerin teknik bir zorunluluk değil siyasi bir tercih olduğunu söylemiştik. Buradan hareketle, bu yazıda da nükleer santrallerin neden teknik bir zorunluluk olmadığını, yenilenebilir (barışçıl, temiz) enerji kaynaklarının içeriğinin ne olduğunu ve siyasi bir tercihin ürünü olarak dayatılan nükleer enerji politikalarının altında gerçekte yatanların ne olduğunu inceleyeceğiz.

Bugüne kadar, nükleer santrallerin yarattığı ve yaratabileceği tehlikeler konusunda birçok cepheden çeşitli açıklamalar geldi. Kimileri soruna yalnızca çevre duyarlılığı üzerinden hareket ederek yaklaşırken, kimileri de yalnızca ulusal savunma-ulusal çıkar darlığında sorunu irdeleme yolunu seçti. Bizler ise konuyu bu darlık ve gerilik çerçevesinden çıkarıp, canlılara ve doğaya zarar vermeden toplumların enerji tüketimi ihtiyacına cevap verebilecek daha temiz enerji üretim tekniklerinin de varolduğunu ortaya koymalıyız. Ancak kapitalist düzende bunun mümkün olmadığını, doğası gereği bundan sonra da bunun mümkün olamayacağını kitleler önünde ortaya koyup, sorunun kaynağının yine kapitalist düzenin kendisinde olduğunu da vurgulamak durumundayız.

Temiz enerji kaynakları

Nükleer enerji üretimi için kullanılan nükleer santraller aslında iki çeşittir. Bir tanesi uranyum, toryum gibi ağır atom çekirdeklerinin bölünmesi biçiminde gerçekleşen fisyon tepkimesinin uygulandığı nükleer fisyon santralleridir. Diğeri de hidrojen gibi daha hafif atom çekirdeklerinin birleşmesi sonucu oluşan füzyon tepkimelerine dayalı nükleer füzyon santralleridir. Bugün dünyada uygulanan ve Türkiye'de de uygulanmak istenen nükleer fisyon santralleridir, ki bizim de daha önce bahsettiğimiz sayısız zararlara ve felaketlere davetiye çıkaran santral tipi de budur. Nükleer füzyon santralleri ise sıfır risk barındırmamakla beraber nükleer fisyon tepkimelerinin tehlike ve zararlarını barındırmazlar.

Bugün dünyadaki enerji ihtiyacının büyük bölümü petrol, kömür gibi fosil yakıtlara dayanan enerji teknolojileri ile karşılanmaktadır. Ancak bunlar hava kirliliğine yol açıp havaya sera gazı katılmasına yardımcı olmaktadırlar. Nükleer fisyon tepkimelerinin zararları ise daha önce de bahsettiğimiz gibi bundan kat be kat fazla olabilmektedir. Fisyon tepkimelerinden kullanılan uygun uranyum ve toryum elementleri doğada çok zor bulunabilmektedirler. Ancak füzyon santraller için gerekli olan hidrojen çok kolay şekillerde zararsızca (örneğin suyun elektroliziyle) elde edilebilmektedir. Fisyona dayalı nükleer santrallerde oluşan radyoaktif atıkların ömrü 10 binlerce yıl iken füzyon santrallerde oluşabilen atıkların ömürleri maksimum 10-12 yıl gibidir. (Koşullara göre hiç atık da oluşmayabilir).

Burada önemli olan bir diğer nokta da sorunun ortaya konmasında düşüldüğünü söyleyip eleştirdiğimiz darlıklara sorunun çözümü noktasında da düşmemeye özen göstermemiz gerektiğidir. Sadece “ulusal çıkarlar” ekseninde ulusal çerçevede ortaya konulan bir çözümün diğer ülke insanları için bir zarar teşkil etmemesine tüm koşullar zorlanarak dikkat edilmelidir.

Peki nedir temiz enerji kaynakları? Nasıl birer alternatiftirler? Bunları incelemeye güneş enerjisi ile başlayalım…

Güneş içerisinde, saniyede milyonlarca ton hidrojen atomu çekirdeği kaynaşarak helyuma dönüşür. Bunun sonunda ise ortaya çok büyük bir enerji çıkar. Buradan da anlaşılacağı üzere güneş kendiliğinden füzyona dayalı bir nükleer reaktör gibi çalışır. Ortaya çıkan enerjinin bir kısmı da dünya üzerine ışıma yolu ile gelir. Bu gelen kısım halen dünya üzerinde varolan mevcut elektrik santrallerinin toplam kapasitesinin 62.000 katı kadardır. Gerekli donanımlar ile kayıplar en aza indirilerek güneş enerjisinden azami şekilde yararlanılabilinir. Güneş enerjisinin atık gibi bir sorunu yoktur. Güneş enerjisi çeşitli yöntemler kullanılarak ısı veya elektriğe dönüştürülür. Güneşten füzyon tepkimesiyle çok büyük miktarlarda enerji üretilmektedir; ancak gün içinde güneş enerjisinin yoğunluğu düşük ve yer yer kesik olmaktadır. Bu yüzden güneş enerjisi üretecek santrallerin büyük alanlar üzerine kurulması gerekir. Ancak tüm dünya ölçeğinde düşündüğümüzde bu yüzey yaygara kopartılacak kadar büyük bir alan değildir. (Bu alan tüm dünyadaki kurulu elektrik gücünün güneş enerjisi ile karşılandığı varsayılırsa, 75.000 km2 dir. )

Diğer temiz enerji kaynaklarından biri olan rüzgar enerjisi de büyük bir potansiyele sahiptir. Güneş enerjisinde olduğu gibi atığın ortaya çıkmadığı bir enerji kaynağıdır. Ayrıca rüzgar enerjisi termal olarak bir dönüşüm evresi geçirmediğinden dolayı kayıp daha azdır ve taşıdığı mekanik enerji elektrik enerjisine rahatlıkla dönüştürülebilir. Rüzgar enerjisinden elektrik üretimi ilk olarak 1891'de Danimarka'da gerçekleştirilmiştir. Günümüzde rüzgar enerjisini elektriğe dönüştürmek için rüzgar tribünleri kullanılmaktadır. Almanya 2002'de tesis ettiği 3.247 MW yeni kapasite ile 12.001 MW kurulu güce ulaşarak tüm dünyadaki kurulu rüzgar gücünün %38'ine ulaşmış durumdadır. Ancak halen dünya çapında rüzgar enerjisinin kullanımı yaygın değildir. Dünyadaki toplam elektrik enerjisi üretiminin %0, 4 civarı rüzgar enerjisi ile üretilmektedir. Rüzgar enerjisi ile ilgili ortaya atılan karşıt görüşlerden gürültü kirliliğine yol açtığı ve elektro-manyetik iletişimde sorun yarattığı ise birkaç basit düzenlemeyle üstesinden gelinebilecek sorunlardır.

Bunların dışında hidrojen ile yakıt ihtiyacının güvenli bir biçimde giderilmesi sözkonusudur. Ayrıca bahsettiğimiz kaynakların dışında jeotermal enerji, biyokütle enerjisi, dalga enerjisi gibileri de kullanılmaktadırlar.

Nükleer enerjide ısrarın arkasındaki gerçek: Nükleer silah üretebilme! Eski teknolojiyi pazarlayabilme!

Tüm bu verilerden de bir kez daha nükleer fisyon santrallerinin (genel olarak nükleer santral diyeceğiz) teknik olarak bir zorunluluk olmadığını anlıyoruz. Peki neden ısrarla her hükümetle beraber tekrar tekrar gündeme getiriliyor? Çünkü tüm bunların altında kendini çokça ele veren nükleer silah üretip bulundurma isteği yatıyor.

Nükleer santrallerin ve nükleer silahların iki ayrı başlık şeklinde ele alınabilmesi ne yazık ki pek de olanaklı değil. Dünya çapında kullanılan ve halen yapılmakta olan tüm nükleer santral reaktörleri tamamen askeri amaçla kullanılmak üzere elde edilen plütonyum üretimine göre dizayn edilmektedir.

Nükleer fisyon santrallerinde genellikle U-235 (Uranyum) gibi bir çekirdek, nötron bombardımanına tutularak reaksiyon gerçekleştirilir. Ancak doğada bulunan uranyumun yalnızca %0, 71 kadarı U-235'ten, geri kalanı ise parçalanamayan bir izotop olan U-238'den oluşmaktadır. Yani denildiği üzere Türkiye'nin uranyum rezervlerinin çok olduğu argümanının içinin boş olduğunu, başlı başına uranyum rezervinin yeterli olmasının çok bir şey ifade etmediğini, tüm bunların nükleer santralleri insanların gözünde meşrulaştırabilmek adına yapılmış olduğunu anlayabiliyoruz.

Nükleer silahlanmada kullanılan plütonyum ise normalde doğada bulunmamaktadır. Yani doğal bir element değildir. Her yıl ortalama 15-20 ton plütonyum ister istemez nükleer santrallerde üretiliyor. Ortaya çıkan 5-6 kilogram plütonyumdan bir atom bombası yapılabilir!

Nükleer santrallerdeki bir diğer ısrar sebebi de, “nükleer lobi” diye ifade edilen “enerji tacirlerinin” ellerinde kalan eski teknolojiyi Türkiye örneğinde olduğu gibi başka ülkelere satmak istemeleridir. Ayrıca kaza ve atıklardan yayılan radyasyon riski daha “az gelişmiş” ülkelere posta edilmiş olacak, hem de ucuz enerji kolay bir şekilde, istenildiği zaman “gelişmiş” ülkeler tarafından temin edilebilecektir

Nükleer enerjiden elektrik elde etme düşüncesi başta askeri amaçların bir yan ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Nükleer teknoloji pahalı bir teknolojidir. Uranyum madenden çıktıktan sonra doğrudan santralde kullanılamaz, işlemek gerekir. Atıkların ise on binlerce yıl boyunca doğa ile olan ilişkisini kesmek gerekir ki, nükleer endüstrinin başlangıcından bu yana elli yılda bunun bir çözümü bulunamamıştır. . . Amaç, elektrik üretmekten çok, tükenmiş yakıt çubuklarından plütonyum ayrıştırarak, stratejik amaçla silahlara sahip olmaktır. Bu teknolojiyi geliştirmiş olan ülkelere baktığımızda Fransa gibi en önde gelenlerin bol miktarda nükleer silaha sahip olduğunu görüyoruz.

Soğuk savaş süreci ile başlayan nükleer silahlanmanın Sovyetler Birliği'nin ve Doğu Bloku ülkelerinin çözülmesiyle birlikte son bulacağını umut edenler, tekelci kapitalizmin/emperyalizmin militarizmi (aşırı kar hırsına paralel olarak ve hegemonyasını sağlamlaştırmak doğrultusunda) daha fazla pompalayacağını ya hesaba katmadılar, ya da farklı bir hesap yöntemi kullanıyor olmalılar. Gelinen noktada ise nükleer silahlanma bir devlet tarafından başlatılınca, diğerleri de provoke olup ya da edilip yarışa dahil oluyorlar. Artık nükleer gücün yalnızca tek bir ülkeyle sınırlı olduğu bir dönemde de yaşamıyoruz. Bir devlet nükleer saldırıda bulunduğu zaman bu asla cevapsız kalmayacaktır ve tüm dünya genelinde nükleer bir savaş kaçınılmaz konuma gelebilecektir. Radyasyon da sınırlı enternasyonalist ruhunu kullanarak tüm sınırları kaldıracaktır!

Aşağıdaki bazı veriler de işin ciddiyetini gözler önüne sermeye yetiyor:

- Bush, 14 Eylül 2002'de imzaladığı bir belge ile atom bombası kullanımına izin verdi.

- İtalyan La Repubica gazetesi bile İncirlik'e nükleer silah yapımında kullanılmak üzere 30 ton likit nitrojen gazı taşındığını ve askerlerin kimyasal bombalara karşı tatbikat yaptıklarını yazmıştı.

- ABD'nin elinde 10. 000 adet nükleer füze başlığı bulunmakta.

- ABD Vietnam'da 17. 000. 000 galon “Agent Orange” kullanmıştı.

- ABD Körfez Savaşı'nda Irak ve Kuveyt'te 40 ton seyreltilmiş uranyum kullandı.

- Irak'taki Basra Doğum ve Çocuk Hastanesi'nin raporu, 1990-1997 yılları arasında kanser vakalarının 5 misli arttığını göstermekte. Bölgedeki Iraklı çocukların yarıdan fazlasına “Lösemi” teşhisi kondu.

- Canlı Kalkanlar'ın lideri Körfez Savaşı'nda ABD ordusunda savaşmış Kenneth Nichols O'Keefe'in dediği gibi, ABD o kadar acımasızdır ki, kendi askerlerini bile seyreltilmiş uranyuma maruz bırakarak “kobay” olarak kullanmıştır. Bu askerlerin binlercesi hâlâ seyreltilmiş uranyum yüzünden kansere yakalanmakta ve ölmektedir….

Nükleer fisyon santrallerinin nelere yol açabileceğini Çernobil ile gören dünya, aynı nükleer teknolojinin daha acımasız bir şekilde kullanılmasına çok öncesinden Hiroşima ve Nagazaki'de tanık olmuştu. Emperyalizmin insana ver(me)diği değeri daha o zamandan bizlere göstermişti.

Nükleer silahların etkileri

Bir nükleer infilakta önce silahın gücüne göre yarıçapı değişen bir ateş topu oluşur. Ateş topunun merkezindeki ısı güneşteki ısının 2-3 katı daha fazladır. Bu ateş topundan şu etkiler yayılmaktadır:

1) Ani Etkiler: Isı, Işık, Ani Nükleer Radyasyon, Basınç

2) Kalıntı Etkiler: Radyoaktif Serpinti

Tüm bunlar Hiroşima'da ve Nagazaki'de adım adım yaşanmıştı. Adım adım ölüm yağdı insanların üzerine…

6 Ağustos 1945 sabahı ilk atom bombası Hiroşima'ya atıldı. Saniyenin on binde biri kadar kısa bir sürede gerçekleşen patlamanın ilk etkisi gözleri kör eden bir ışıktı. Ardından gelen 300. 000 °C'lik ısı etkisi ise yaklaşık 3 km çapındaki bir alanda her şeyin yanmasını sağladı. Daha sonra ise patlamanın etkisiyle başlayan ve saatte 1800 km ile esen alev rüzgarı çevredeki her yükseltiyi dümdüz etti. Ama asıl kalıcı etkiyi patlamadan bir kaç dakika sonra başlayan bir yağmur gerçekleştirdi. Yağmur ile tüm radyoaktif serpinti bölgeye inmiş oldu. Saniyelerle ölçülebilecek bir zaman dilimi içerisinde Hiroşima'yı yok eden bu korkunç bombanın bilançosu yaklaşık 80.000 ölü ve 100.000 yaralı olarak belirlenmiştir

9 Ağustos 1945 günü ise ikinci atom bombesi Nagazaki'ye atıldı. Bu şehirdeki insanların daha önceden uyarılması buradaki ölümlerin daha az olmasını sağladı. Ancak, her iki şehirde de radyasyondan kaynaklanan ölümler 15 Ağustos 1945'ten sonra görülmeye başlandı. Gönüllü olarak kurtarma çalışmalarına katılan veya akraba ve dostlarını harabeler içinde arayan birçok insan farkında olmadan yüksek miktarda radyasyon almışlardı. Radyasyondan kaynaklanan ölümler, bombanın patladığı anda meydana gelen şok, ısı ve yıkım etkisiyle gerçekleşen ölümlerden kat kat fazla olmuştur. Bu sonuç; atom bombasının insanlık için ne denli tehlikeli bir silah olduğunu ortaya koymuştur…

Bu sonuç atom bombasının insanlık için ne denli bir tehlike olduğunu ortaya koyduğu gibi kapitalizmin de insanlık için ne kadar tehlikeli olduğunu kesin ve net bir biçimde ortaya koymuştu!

K. Tunç

(Ekim Gençliği'nin Mayıs 2005 tarihli 83. sayısından alınmıştır..)

------------------------------------------------------------------------------------------

Hollanda'da hak gasplarının kapsamı genişletiliyor...

İşyeri temsilcilerinin hakları kısıtlanıyor!

Avrupa'da ekonomik, politik ve sosyal haklara yönelik saldırıların ardı arkası kesilmiyor. Birbirini izleyen “tasarruf paketleri” değişik adlar altında uygulanmaya çalışılıyor. Bu saldırı paketlerinden Hollanda'daki işçi ve emekçiler de payını alıyor. Ancak saldırılar karşısında hızla yaşanan politikleşme ve mücadele eğilimi sermaye cephesini telaşlandırıyor. Zira bir süreden beridir sosyal hak gasplarına karşı ciddi bir karşı koyuş örgütleniyor. Son birkaç yıllık süreçte uygulanan saldırı paketlerine karşı kitlesel direnişler, grevler gerçekleşti. Bu direnişleri örgütleyenler, ülke genelinde FNV'nin (Hollanda Sendikalar Federasyonu) işyeri temsilcileri ve kadrolarıdır. Bunların çoğu mücadeleye açık genç işçiler. Henüz bu hareketlilik ve politikleşme sendikal çerçeveyi aşamasa da, kaçınılmaz olarak yeni arayışlara yolaçacaktır.

İlerde yaşanabilecek gelişmeleri kontrol altına almak için sermaye sınıfının temsilcisi hükümet, işyeri temsilcilerinin haklarına yeni kısıtlamalar getiriyor. Bu yasa, ileri ve öncü işçilerin tırpanlamasını da beraberinde getirecek. Amaç, gelişebilecek sınıf mücadelesinin önünü kesmek.

Bu yeni yasayı protesto etmek için FNV Sendikası 17 Mayıs günü, Het Plein Den Haag'da parlemento binasının önünde bir protesto eylemi gerçekleştirdi. Eyleme yaklaşık 200 işyeri temsilci katıldı. Çıkarılmak istenen yasayla ilgili konuşmalar yapıldı. Yasaya yönelik bir skeç sahnelendi. Yasanın ne anlama geldiği teşhir edildi. Bilgilendirme standı açıldı, basına ve işçi-emekçilere bilgilendirme amaçlı bildirileri dağıtıldı. Daha sonra, çıkarılmak istenen yasayı teşhir eden ve temsilcilerin haklarını daha da genişletilmesini talep eden bir dosyayı Çalışma Bakanlığı komisyonuna vermek üzere parlamentoya gidildi.

Bakanlık komisyonu sunulan dosyayı kabul etti. Parlementoda grubu bulunan partilerden oluşan komisyon önümüzdeki hafta verilecek karara ilişkin bilgi vermek için eylemin yapıldığı yere geldi. Komisyon üyeleri çıkacak yasanın anti-demokratik olduğunu ve onay vermeyeceklerini ifade ettiler.

Eylem coşkulu bir şekilde bitirildi.

A. Solmaz

FNV-DAF işçi temsilcisi/Hollanda