2 Mart 2007 Sayı: 2007/08(08)

  Kızıl Bayrak'tan
   Sağlık emekçileriyle elele, mücadeleye!
  ABD’de ikna edildiler, MGK’de karara dönüştürdüler...
  TTB’nin “Beyaz Eylem” takvimi
Tutuklanan DTP’liler serbest bırakılsın!
Saraylara savaş kulübelere barış!
Büyüyen açlık ve yoksulluk kaderimiz olamaz!
 8 Mart etkinlikleri...
  Anadolu Yakası’nda emekçi kadın çalışması
  “Eşit işe eşit ücret!” talebinin tarih sahnesine çıkışı
  İLGP’den “ÖSS’ye hayır!” kampanyası:
  İşsizlik: Kara ölüm mü? - Yüksel Akkaya
  Haluk Gerger: ‘Yurtseverlik ile
halk sevgisi iç içedir’
  Ortadoğu’da süreç kışkırtılıyor Abu -Şehmuz Demir
  İran’a saldırı hazırlıkları devam ediyor!
  Abdullah Gül Pakistan’daydı!
  Çocuklar, misket, bomba, kapitalizm!
  Büyük tekellerden geniş çaplı
tensikat saldırısı
  DİSK’in 40. yılı ve Çelebiler’in misyonu!
  Ulugay işçilerinin direnişi sona erdi
  Bültenlerden
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Haluk Gerger: ‘Yurtseverlik ile halk sevgisi iç içedir’

Haluk Gerger ile ABD’ye karşı kazanmış olduğu “hukuk mücadelesi”, kapitalist sistemin emperyalist merkezlerle işbirlikçilerin el ele vererek halkları korkutarak teslim alma stratejisi ve yurtseverlik üzerine sohbet ettik. (Sol.org.tr, 26.02.07))

soL: Yoğun programınız içinde bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için öncelikle teşekkür ediyoruz. soL dergi formundayken sizinle açtığınız davada ABD’nin mahkum edilmesi üzerine sohbet etmiştik; ancak konuyu yeni öğrenen okurlarımız için sizden bir kez daha meseleyi ve davanın gelişim sürecini dinleyebilir miyiz?

Haluk Gerger: 2002 yılının Ekim ayında eşimle birlikte New York’a gittik. Havaalanında bizi ayrı bir bölmeye aldılar ve bana Ankara’daki büyükelçiliklerinden almış olduğum 10 yıl süreli vizemin Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nca iptal edildiğini, dolayısıyla ülkeye giremeyeceğimi bildirdiler. Eşim için bir sorun olmadığını, benimse geldiğim uçakla geri gönderileceğimi söylediler. İptal kararının nedenini ise, bilmediklerini belirttiler. Bu arada, silahlı bir memurun bana ayrıca bazı sorular sorma talebi olduysa da bunu hemen reddettim ve hiç bir soruya yanıt vermeyeceğimi söyledim. İki saatten fazla bir süre ben bu ayrı bölümde tutuldum, resimlerim çekildi, parmak izlerim alındı. Sonuçta, eşim gidip valizlerimizi aldı, geri dönüş işlemlerini yaptı. Beni de iki silahlı sınır polisi uçağa götürdü, uçak içinde pasaportumu geri verdiler ve Türkiye’ye döndük.

Ankara’ya dönünce de ABD aleyhine eşimle birlikte maddi ve manevi tazminat davası açtık. Mahkeme ilk ağızda eşimin açtığı davayı kabul etmedi. Benim maddi tazminat talebim de reddedildi; çünkü ABD adına davaya giren savunma avukatı, “maruf bir kişi olarak benim o gece bir otelde misafir edileceğimi, ertesi gün de elbette ülkeye sokulacağımı, benim bunu istemeyip geri döndüğümü” iddia etti! Oysa, beni o gece bir hücrede tutacaklarını ve ertesi gün geri göndereceklerini söylemişlerdi. Böyle olmaması ve eşimle uçakta buluşabilmem için giriş yapmaktan vazgeçtiğime dair bir matbu yazıyı imzalamam gerektiğini söylemişlerdi. Ben de bunu ancak, o metni “tehdit altında” imzaladığımı belirten el yazımla yazılmış bir not dosyaya konduğu taktirde kabul edeceğimi belirtmiştim ve bunu kabul etmişlerdi. Yine de hakim, maddi tazminat talebimizi reddetti. Bu talep, yol ve vize masraflarının ödenmesini içermekteydi. Ayrıca, manevi tazminat olarak da ilk başta 1 cent istedik ama mahkeme kaleminde hesap zorluğu nedeniyle 1 dolara çevrildi. Sonunda da, ABD’yi manevi tazminata mahkum ettirdik. Amerikan Büyükelçiliği, 1 doları bir yıl kadar ödemedi. Bunun üzerine bir ihtarname çektik ve suç işlediklerini, işin takipçisi olacağımızı anlattık, bir hafta süre verdik. Onlar da, o süre içinde, parayı, yasal faizi ile birlikte benim vermiş olduğum banka hesabına yatırdılar.

Davanın hukukî sonucunun bir siyasî sonucu da olacak mı? Daha açık biçimde soracak olursak; ABD’nin sınırlarında özellikle 11 Eylül sonrası başlatmış olduğu muamelelere karşı, kazanmış olduğunuz dava bir emsal teşkil edebilecek mi?

Bu hukuki sonucun ayrıca pek çok başka boyutu da var elbette. Birincisi, ABD’nin kendi ülkesi dışındaki yargıya bakışıyla ilgili. Biliyorsunuz, ABD, altında kendi imzası da olan, uluslararası sözleşmeleri bile tanımaz, uluslararası yargıyı dinlemez bir tavır içinde. Bu ülke bugün tam bir uluslararası kanun kaçağı konumunda. Örneğin, Guantanamo’da tuttuğu tutsakların Cenevre Sözleşmesi’nden yararlanabileceğini yönetim kabul etmemekte. Aynı biçimde, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne de ABD Hükümeti’nin, Amerikalıları yargılayamayacağı yönünde, ihtirazi kaydı, şerhi var. ABD’nin BM’yi de dinlemediği herkesçe biliniyor. Bu durumda yerel bir yargı kararına uyması önemli.

İkinci olarak, ABD, özellikle 11 Eylül’den sonra, pek çok vizeli ziyaretçiyi ülkesine sokmadı. Bu durumlarda, çoğu kez, bir gerekçe dahi ileri sürmediği biliniyor. Dolayısıyla, sizin de değindiğiniz gibi, bir emsal olma durumu söz konusu.

Bu durumda, Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi’nin kararına neden uydu diye de sormak gerekiyor. Bence, Amerikan Büyükelçiliği, bizim ihtarnamede işlenen suçu takip edeceğimize ilişkin tavrımızı değerlendirdi. Biliyorsunuz, bugün, dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, Türkiye’de de ABD’nin kanun tanımaz, hukuk bilmez saldırgan tavrına büyük tepki var. Bu tepki yönünü bulamamış, farklı ve çelişik nedenlerden kaynaklanıyor, politik olgunluğu zayıf ve dolayısıyla anti-emperyalist bir bilince henüz dönüşmemiş ama yine de yaygın bir muhalefete işaret ediyor. Bu ortamda, herhalde bizim ne yapabileceğimizi de az çok kestirdiler. Biz elbette ABD’nin peşini bırakmayacaktık ve işi bir Türkiye-Amerika ilişkileri boyutuna taşıyacaktık. Örneğin, icraya başvuracaktık, Ağır Ceza’ya gidecektik, suç duyurusunda bulunacaktık, sonunda da Türkiye Devletine ve Hükümetine “kendi yargı kararına uyulmasını sağla” diye başvuracaktık. Türkiye görevini yapmazsa, onu da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürecektik. Türkiye’nin bizim yanımızda bir karar alamayacağını biliyorduk; çünkü Amerika savunmanı avukat, Türk Dışişleri Bakanlığı’ndan mütalaa istemiş ve Amerikan tezine dayanak oluşturabilecek bir “uzman” beyanı almıştı. Bakanlık, “bir devlet istediğini ülkesine sokar, istemediğini sokmaz, özgürdür” gibi sığ bir uzmanlık yardımı yapmıştı Amerika’ya. Bu durumda, iki şey olacaktı. Birincisi, Türk Devleti de zor durumda kalacaktı. İkincisi, ABD’nin bir müttefik ülke yargısını tanımaması, Türkiye’de yeni tepkilere yol açacaktı. İşte ABD bence bunu istemedi ve karara uydu. Bu, kamuoyunun ve iletişimin önemini göstermesi bakımından tabii çok önemli. Benim gibi, tek başına ve herhangi bir gücü olmayan bir bireyin dahi, toplumsal gerçeklikten, en büyük güçlere karşı bile, nasıl güç kazanabileceğini gösteriyor. Bu “felsefi/soyut/teorik” güç, kendi yasalarının dinamiğiyle maddi bir güce dolaylı yollardan dönüşebiliyor, “insani/toplumsal çerçeve” ezeni de ezileni de, aralarındaki ilişkiyi de etkileyebiliyor.

Tabii, ABD, sadece bir “hukuk tokadı” yemekle kalmıyor, aynı zamanda, aşağılamaya, baskıya, hak ihlaline karşı, tek başına bir insanın dahi susmayabileceğini, direnebileceğini görüyor, ahlaki/moral bir darbe de yemiş oluyor.

ABD’nin uygulamalarının nedenine de değinmek gerekir sanıyoruz... Daha önce soL’da konuyla ilgili röportajınızda ABD’nin söz konusu tutumunun arkasında emperyalist sistemin korku ve korkutma üzerine kurulu mantığının olduğunu belirtmiştiniz. Pek çok makale ve röportajınızda da benzer bir vurguya rastlıyoruz. Bu düşüncenizi açabilir misiniz?

ABD’nin genel saldırganlığında, ABD’nin gücü ve bunun algılanmasından kaynaklanan fırsat imkanları kadar zaafları ve onlardan kaynaklanan korkuları da rol oynuyor. Örneğin, ABD, dünya nüfusunun yüzde dördünü oluşturuyor ama buna karşılık dünya enerji pastasından yüzde 25 pay alıyor. Bu, onun gücünü gösteriyor ama aynı ABD’nin hapishane nüfusu da dünyadakinin yüzde 25’ine karşılık geliyor, bu da onun politik/sosyal zaaflarının boyutunu gösteriyor. ABD, kendi parasıyla borçlanıyor, bu onun gücü. Ama aynı zamanda dünyanın en borçlu ülkesi, en fazla ticaret ve bütçe açığı veren ülkesi de. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ama ne söylemek istediğimi bu kadarı anlatıyor sanırım.

ABD, fırsatların peşinde gücünü ölçüsüzce kullandıkça, zaafları da büyüyor, korkuları da o ölçüde artıyor ve kısır bir döngü içine hapsoluyor. Örneğin, bütün Ortadoğu’yu köleleştirmek için Irak’a giriyor, oradaki direniş karşısında askeri yenilgiye uğrayıp batağa saplanıyor. Bu durumda, daha da saldırganlaşıyor, daha fazla asker göndermede buluyor çareyi ama bu arada tek tek bireylerden bile korkar hale geliyor, onların ülkesini ziyaretlerinden bile çekiniyor, en temel haklarını ihlal ederek yeni türden bir saldırganlık sergiliyor. Zulmettikçe, kendisine karşı çıkışın tohumlarını da ektiğini biliyor, her şeyden, herkesten korkar duruma düşüyor... Ve böylece çırpınıp, debelenip duruyor...


“Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği” kitabınızda da sıkça tekrarladığınız nokta var: Türkiye’de egemen sınıf, emperyalizmle ilişkilerini emekçi halk nezdinde “meşru” gösterebilmek için tehdit yoluyla korkutmaya başvuruyor. Mesela “memleketin demir perdenin ortasında kalması”ndan bahsediyorlar. Tezkerenin reddinde başbakanın “maaşlar ödenmezse sonra bana gelmeyin” deyişi de benzer bir tehdit öğesi içeriyor. Bu durumu genelleştirebilir miyiz? Bölgemizdeki ve dünyamızdaki işbirlikçi düzenler, hem korkmaya mahkum hem de korkutmaya muhtaçlar mı?

Sadece işbirlikçiler değil, ABD gibi emperyalistler de, ezenler de. Tetikçiler, tehdit abartması yoluyla aslında Amerika’yı da yolmanın hesaplarını yapıyorlar. Türkiye’nin her daim müflis egemenleri, Soğuk Savaş yıllarında, komünizm ve Sovyet tehlikesinin abartılmasını, ABD’ye karşı bir şantaj gibi kullanmışlar, bunu “altın yumurtlayan tavuğa” dönüştürmüşlerdi. Yakın tarihlerde Çiller’in Batı’daki “İran ve İslam Devrimi, Şeriat” korkusunu, mali ve politik bakımlardan yararlanmak için nasıl abartarak kullandığını hatırlıyorsunuzdur. Daha sonra Erbakan’la koalisyona gidince Batı’daki aldatılmışlık duygusu da bir ölçüde dış desteğini çok olumsuz etkilemişti.

Kendi halklarını korkutmak ise, iki tarafın da ortak özelliği. Türkiye, NATO’nun vurucu gücü olabilmek için, olayları tahrif ederek Türk halkını Sovyet öcüsüyle korkuttu örneğin. İktidarlar, içerde sorun yaşadıkça, “dış tehlike/düşman” icat ederler, “dış çatışma”dan medet umarlar. Böylece, dış düşman karşısında, iç disiplin sağlanmış olur, çatışma döneminde içerdeki hak aramalar ertelenir, korkan halk iktidar etrafında kenetlenir, vs. Buna ek olarak, özellikle emperyalistler, saldırgan devletler, saldırganlıklarına içerde ve dünya kamuoyu nezdinde meşruiyet kazandırmak zorundadırlar. Örneğin, her emperyalist saldırganlık, bugün ABD’nin Irak savaşında da gördüğümüz gibi, o ülke halkının, emekçilerinin de, ekonomik özverilerini gerektirir, savaş bütçesine kaynak aktarımını gerektirir ve kaynaklar en zengin ülkede dahi sınırsız olmadığına göre, bu aktarım, toplumsal ihtiyaçlardan, en fazla da, en zayıf kesimlerden kesilerek, kısılarak yapılır. Ayrıca, insanların emperyalist maceralarda, sermayenin savaşlarında ölmeleri de istenir. Bütün bunlarda egemenlerin elindeki temel araç “korku”dur. Bir örnek çok anlamlıdır. Truman, İkinci Dünya Savaşı sonrasında komünizme ve Sovyetler Birliği’ne karşı büyük Soğuk Savaş ve global hegemonya saldırısını başlatmaya karar verince, silahlanma harcamalarını olağanüstü arttırma gereğiyle karşılaşır. Bunun ve içerdeki özgürlüklere, burjuva demokrasisinin temel kimi normlarına karşı genel politik/yasal saldırı için de yığınların desteğine ihtiyaç duyar. Bu “önlemleri” ve harcamaları Kongre’den geçirmek için desteğini talep ettiği etkin bir Senatör, ona öncelikle “Amerikan halkının ödünü kopartması”nı öğütler! Gerçekten de öyle yapılır, ilk önce Amerikan halkına korku salınır, örneğin “komünistlerin yeni doğmuş bebek yedikleri”ne inandırılır insanlar, vs.

Kitaplarınızdan devam edecek olursak, “Kan Tadı” kitabınızda ABD’nin kanlı sicilini veriyor ve bu korku düzenini nasıl inşa edip sürdürebildiğini gösteriyorsunuz. Emperyalist sisteme karşı da antikapitalizmi içeren antiemperyalist mücadeleden bahsediyorsunuz. Bu mücadele halklarımıza dayatılan korku ve teslimiyet sarmalından çıkışı sağlayabilir mi?

“Korku”nun iki temel dayanağı var egemenlerin sıkça kullandığı. Biri, insanları haber ve bilgi edinme hakkından mahrum ederek hurafelere, cehalete, geriliğe mahkum etmek, öteki de, örgütlenme ve hak arama gibi imkanlarından zorla yoksun hale getirerek çaresizleştirmek. Bunlar yenilince, “korku” da yenilir. Demek ki, öncelikle, ideolojik müdahale/mücadele ve örgütlenme hayati önem taşımakta.


Kitaptaki özlü deyişinizde “burjuva milliyetçiliğiyle değil, antikapitalist sosyalist yurtseverlikle emperyalizme gerçekten karşı çıkılabilir; bu da aynı zamanda Türkiye kapitalizmine, düzene bütünlüklü, topyekun, devrimci bir karşı çıkıştır elbette” diyorsunuz. Sosyalist yurtseverliğin inşası konusunda neler düşünüyorsunuz? Sosyalistlerin acil görevleri neler?

Halkların tarihi bize hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde gösteriyor ki, antikapitalist olmayan emperyalizm karşıtı mücadeleler sonunda mutlaka yenilgiyle sonuçlanmışlardır. Bu yenilgi, biçimde genel olarak, emperyalizmle uzlaşma, özde ise, emperyalizme açık iltihak biçiminde olmuştur. Ortadoğu’dan Afrika’ya, Güney Amerika’ya sonuç hep böyle olmuştur. Mesele basitçe şudur: Doğası gereği antikapitalist olmayan “antiemperyalist” mücadele, işçi sınıfının önderliğinde olmayan, yani başka bir sınıfın, (küçük burjuvazi, milli burjuvazi, rekabetçi büyük burjuvazi, farklı toprak/kent/devlet burjuvazilerinin ortaklığı) çıkar ve gereksinimleri doğrultusunda yürütülen mücadele demektir ve ufku kaçınılmaz olarak beynelmilel sermaye ile, yani emperyalizmle uzlaşmadır, ona tabi olmaktır. Bu, işçi sınıfının öteki sınıf ya da kesimlerle ittifakını yadsımaz ama önderlik sorununun hayati öneminin, stratejik öneminin de gözardı edilemeyeceğini gösterir.

Bu sorun bizi “sosyalist karakterli yurtseverlik” sorunsalına götürmekte. Yurtseverlik kavramının önce bazı unsurlarını vurgulamak gerekir:

Birincisi, yurtseverliğin, milliyetçilikten ayrı olarak, kurgusal değil, “doğal” olması gerçeğidir. İnsanların, doğup büyüdükleri ortama olan çok yönlü bağlılığıdır bu.

İkincisi, yurtseverlik, yine milliyetçilikten ayrı olarak, yerleşik (emekçi) sınıflara aittir. Yerleşik olanlar, emeklerini harcadıkları yurtlarıyla, yani genel (fizik/moral-coğrafi/toplumsal-ekonomik/politik) yaşam koşullarıyla kendi gönençleri arasındaki bünyesel bağın ayırdındadırlar; çünkü bütünüyle buna bağımlıdırlar. Uluslararası ekonomik düzenle organik bağları olanların yerel bağları, uluslararası bağın gücü ölçüsünde ve onunla ters orantılı olarak, zayıftır. Beynelmilel sermaye ile kozmopolit açısındansa, neredeyse sıfırdır.

Üçüncüsü, yurtseverlik ile halk sevgisi iç içedir, halk sevgisi de emeğe verilen insanlık değeri ile ancak ölçülebilir ve anlamlandırılabilir.

Dördüncüsü, özellikle bize özgü, yani çeşitli halkların birlikte yaşadığı yerlere ilişkin yurtseverliğin ayırdedici özelliğidir ki, bu, ancak paylaşarak yeniden üretilebilecek olan bir yurtseverliktir. Bu da, halkların, “milli eşitlik” ve bunun getirdiği bütün haklarla birlikte ortaya çıkan ve gönüllü paylaşılan bir irade olabilir ancak. Bunu özellikle çağımızda ancak komünistler anlayabilir, formüle edebilir ve hayata geçirebilir.

Son olarak bu bağlamda Paul Robenson‘un şu sözlerini de hiç unutmamak gerekir: “Yurtsever, kendi ülkesinden hiç memnun olmayan kişidir.”

Son olarak davaya geri dönecek olursak, önceki söyleşimizde, davada esasen 1 centin kur karşılığını isteyeceğinizi ancak kolaylık olsun diye 1 dolar istediğinizi, 99 centi ne yapacağımızı sonra düşünürüz demiştiniz. 99 centi ne yapacağınızı düşündünüz mü?

Bu 99 cent manevi olarak “harca harca bitmez” türünden bir değerdir, üstelik ortak mirasa bile girer. Şimdi doya doya mücadelesini vererek ortaklaşa harcayacağız...

Teşekkür ediyoruz.

(sol.org.tr’den alınmıştır...)