18 Eylül 2009
Sayı: SİKB 2009/36

  Kızıl Bayrak'tan
  “Bölgesel güç” hayalinin gerisindeki
tarihsel suç ortaklığı
  “Kürt açılımı”nın inandırıcılık krizi derinleşiyor
Emperyalist haydutlara geçit vermemek için etkin bir faaliyet!
Kapitalizm kirli ve kanlı
bir düzendir!
Kapitalizm sular altında boğmaya
devam ediyor!
  Sel felaketine ilişkin açıklama ve eylemlerden.
  Eğitim emekçileri hak gasplarına karşı eylemde!
  Kent AŞ işçilerinden Ankara yürüyüşü
  İşçi ve emekçi hareketinden..
  Kürt ulusal sorunu üzerine değerlendirmelerden seçmeler...
Demokrasi mücadelesi ve Kürt sorunu/2
  Metal İşçileri Kurultayı 3. hazırlık semineri gerçekleşti
  Ulucanlar katliamı ve direnişi 10. yılında..
  Binler 12 Eylül düzenine karşı
alanlara çıktı
  “Sesimizi boğmaya gücünüz yetmez!”
  Zindanlarda tecrit ve işkence artarak devam ediyor.
  Filistin sorununda emperyalist çözüm planları.
  Almanya’da devrimci seçim faaliyetlerinden
  “Devrimin komutanı” devrimle birlikte yaşamaya devam edecek!
  İkiz kardeş: Zorbalık ve ikiyüzlülük! -
M. Can Yüce
  Ape Musa’nın katili sermaye devleti
Kürt sorununu çözemez!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kapitalizm kirli ve kanlı bir düzendir!

İstanbul’dan bir sel geldi geçti. Sel gitti, 29 ceset ve virane olmuş konutlar kaldı. Bir de sermaye güçlerinin sele ilişkin itirafları ve tartışmaları. Bu tartışmaların emekçilere herhangi bir faydasının olmadığı açık. Aynı şekilde ülkedeki altyapı sorununa ilişkin herhangi bir çözüm getirmeyeceği de... İliklerine kadar pisliğe batmış, emekçilerin cesetleri üstünde tepinen düzenin tüm güçleri birbirlerini suçlamaktan başka bir iş yapmamaktadırlar. Belediye gibi en küçük sermaye biriminden Valiliğe, TBMM’ye, Başbakanlığa kadar, adeta kanlı bir baykuş gibi bir dahaki selde de ölümler olacağını müjdelemektedirler.

Belediye, sel bölgesinde çalıştırmak için 4 bin işçi alacağını açıkladı. Bu açıklamada şunlar söylendi:“Bu 4 bin kişi selden zarar gören bölgelerde bina onarımından altyapı çalışmalarına, vadi ve derelerin ıslahından erozyonu engelleme çalışmalarına kadar birçok alanda kullanılacak.”

Ortada gerçek bir facia tablosu var. Sermaye düzeni bu tabloyu cilalamaya ve tepkileri bertaraf etmeye yönelik bir çaba içerisindedir. Kapitalist kriz ve krize bağlı işsizlik ortamında bu “sevimli” teklif tepkileri yatıştırmaya yönelik bir manevradır. Alın size bu işsizlikte 4 bin kişilik istihdam!

Bir kez daha görülmüştür. Bu düzen işçi ve emekçileri öldürür, ölenlerin mezarlarını kazmak için de işsizler ordusuna istihdam sağlar. Tabii bu işçilerin çalışma şartlarına değinmeye bile gerek yoktur. Zira bu ülke işçiler için tam bir cehennemdir. Servis yerine “konserve” kutusuna konan 7 kadın işçinin çalışma şartlarına bakıldığında, ek bir yorum gerekmemektedir.

Bu düzenin neresine bakarsanız bakın, bir tarafı mutlaka dökülmektedir. Her türlü meseleye ilişkin bu düzene toz kondurmayan, her zaman savunma pozisyonunda kalan Tayyip Erdoğan, ilk açıklamasında “sel baskınına uğrayan ve mağdur olan” emekçileri suçladı. Eğer dere civarına kaçak gecekondular yapılmasaydı bu “facia” olmayacaktı. Erdoğan, tersanelerde yaşanan iş cinayetlerine ilişkin yaptığı açıklamada da ölümlerin sebebini “işçilerin cahilliği”ne bağlamıştı! Aynı açıklamayı şimdi de sele ilişkin yapıyor. Kendi belediyesinin ruhsat verdiği gecekonduların dere kenarında olmasının sorumluluğunu dahi emekçilere yüklüyor. Oysa gecekondular dere kenarında olduğu için değil, altyapı olmadığı için işçi ve emekçiler ölüyor.

Çarpık kentleşmenin nedeni kendileri değilmiş gibi her fırsatta işçi ve emekçilere saldıran Erdoğan, gerçek sorumluları gizlemeye, sorunu karartmaya çalışıyor. Dere yataklarının ıslah edilmesi, altyapı sorunlarının çözülmesi gerekiyorken, buna yönelmeyen bir sınıf iktidarıdır söz konusu olan. Dolayısıyla asıl sorumluluk onlara aittir.

Marmara depreminin üzerinden 10 yıl geçti. 50 bine yakın işçi ve emekçinin ölümüne yol açan depremi fırsat bilen sermaye iktidarı, emekçilerin acıları üzerinde tepinerek sosyal yıkım saldırılarını hayata geçirebildi. Doğal olarak sele ilişkin tutumunda da bir farklılık olması beklenemez. Zira bu düzen “insan”ı değil kârı esas alan bir düzendir. İşçi sınıfı ve emekçilerin sınırsız sömürüsünden elde edilen servetin en ufak bir kısmını dahi emekçilere ayırmamaktadır. “Dünya kenti” İstanbul’da, Nazım Hikmet’in de dediği gibi, “Hani şimdi biz bir peri masalı dinler gibi seyrederiz. Işıklı caddelerde mağazaları, Hani bunlar, 77 katlı yekpare camdan mağazalardır.” Yani, bir tarafta devasa gökdelenler, diğer tarafta bu gökdelenlerin gölgesinde varolmaya çalışan gecekondulu hayatlar…

Eğitimi, sağlığı ve olanaklı olan her şeyi satılığa çıkaran, emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarını sürekli ağırlaştıran bu düzende kaynaklar militarizm, savaş ve burjuva sınıf iktidarını korumak için kullanılmaktadır. Asalak kapitalistler ve onun devleti, işçi sınıfı ve emekçilere ölümden başka bir şey vaadetmiyorlar. Bu ölüm selde, depremde, fabrikada, madende, tersanelerde ve her yerde emekçileri gelip buluyor.

Kürt halkına yönelik kirli savaşta harcadıkları paranın küçük bir bölümünü altyapı sorununu çözmeye ayırsalar, bu ülkede sel yıkımı yaşanmaz. Devlet yetkililerinin hortumladıklarının küçük bir kısmını ayırsalar kimsenin burnu kanamaz. İşçi sınıfı ve emekçilerin yarattığı zenginliklerin küçük bölümü kullanılsa, kimse önlenebilir felaketlerden dolayı yaşamını yitirmez.

Kapitalizm kirli ve kanlı bir düzendir. Kapitalistler her yerde kendi sınıf çıkarları için işçi ve emekçileri mezara gömmektedir. Ancak bu hep böyle gitmeyecektir. İşçi sınıfı ve emekçiler siyasal mücadele alanına çıktıklarında, onları dizginsizce sömürenlerden, sel vb. felaketler için önlem almayarak insanları göz göre göre ölüme gönderenlerden hesap soracaklardır.

 



Ölülerimizin, yitip giden ömürlerimizin hesabını soralım!

Ömrümüz ya bir kamyon kasasında ya kilitli kapılar arkasında ya da ateşin, suyun ortasında.

Ömrümüz onların iki dudağının arasında.

Yarına çıkar mı bilinmez.

Ömrümüz felaketlerde, katliamlarda, cinayetlerde...

Ömrümüz bir kum torbasından, bir köpekten, bir maskeden değersiz, uçurumun tam kenarında.

Mavi önlüğüyle, nasırlaşmış elleriyle, süzgün gözleriyle ömrümüzün yevmiyesi 20-25 lira.

Makineye kaptırılan bir parmağın acısında.

Ömrümüz 10 dakikalık bir karbonatlı çay molasında, bitimsiz yorgunluklarda.

Ömrümüz her şekil ölümün kuytusunda, karanlığında.

Kalleş pazarlıklarda.

Bir Bursa’da, bir Ceylanpınar’da, bir İkitelli’de...

21. yüzyılın neon lambaları altında ölüp ölüp durmaktayız.

“Doğa eninde sonunda intikamını alır” diyor birileri. Biz de, bir gün güneşin doğuşu ve batışı, yani günün bitişi ve yeni günün başlangıcı, bir felakete ya da katliama dönüşür mü diye geçiriyoruz içimizden. Sonra içimizden geçenlere, her yeni günün kimileri için her daim felaket, zulüm ve ölüm olduğunu ekliyoruz. Aracın içinde boğularak ölen 8 kadın işçinin günlerinin huzur ve sağlık dolu olduğunu kim söyleyebilir ki? Onlar her gün defalarca ölen bir sınıfın, kat kat sömürülen bir cinsin görünür kılınan bedenleri oldular şimdi.

Bütün diğer ölüler gibi... Bütün ölü işçiler, ezilenler, ötekiler gibi...

Haber ilk duyulduğunda, boğazımıza bir şeyler düğümlendi, belki de dehşetten boğulacak gibi olduk, ama boğulmadık. Felaketin geneli üzerine bu ülkenin başbakanının, bu şehrin belediye başkanının, valisinin ve 8 kadının mezarını kazan Pameks patronunun söylediklerini okuduğumuzda, bu sefer öfkeden boğulacak gibi olduk. Öyle ya, katillerin çıkıp da milyonların önünde kurbanlarının “laf dinlemezliğinin”, “akılsızlığının” böylesine arsızca dillendirilebilmesine öfkelendik. Ama biz bu öfkeye hiç de yabancı değildik. 2005 yılında Bursa’da çalıştıkları fabrikada kilitli kalıp yanarak ölen 5 kadın işçiden tanıyorduk. 2007 yılında Ceylanpınar’da bir kamyonun kasasında taşınırken Çırpı Deresi’ne düşüp boğulan tarım işçisi kadınlardan ve çocuklardan tanıyorduk. Biz insan yerine konulmazdık, cansız ve gereksiz bir mal gibi hor kullanılırdık. Olsak da olurdu olmasak da, olmasak nasıl olsa dışarıda bekleyen binlercesi var idi. Biz olmasak onlar olurdu. Sonuçta, asalak bir kapitalist için bir top kumaş neyse, Bircan, Nuriye, Özlem veya diğerleri de o demekti.

Şimdi, 8 kadın işçi boğularak öldü. Ve bu sistem devam ettiği sürece de sermayenin daha fazla kâr hırsı için onlarcası, yüzlercesi kaza süsü verilmiş cinayetlerle ölüme gidecek. Ölümleri bir-iki gün gazetelerde, ekranlarda yer edinecek, ardından hiçbir şey olmamış gibi devam edilecek. Yine 15 saat çalışılacak, yine asgari ücret alınacak, yine sigorta olmayacak, yine kamyon kasalarına, penceresiz araçlara binilecek, yine suçlanılacak ve yine...

Hepimiz hatırlarız, Tuzla tersaneler cehenneminde ölümlerin ardı arkasının kesilmediği ve istenilmeden de olsa boyalı medyada yer bulduğu zamanlarda, tersane patronlarının “hepimiz aynı gemideyiz” masalını dinlemeye zorlanıyorduk. Şimdi gene aynı türden masallar duyarsak hiç şaşırmayalım; bu geminin dümeni bu şekilde dönüyor, birileri sefa sürüp masallar anlatırken, diğerleri denize atılıp boğulmaya terkediliyor.

E. Gül