29 Ocak 2010
Sayı: SİKB 2010/05

 Kızıl Bayrak'tan
Taban inisiyatifi zaferin
biricik güvencesidir!
TÜSİAD’ın “demokrasi” vaazları
F tiplerinde
direnen insan olma bilincidir!.
TEKEL direnişine destek eylemleri
“Genel grev” çağrısı yayılıyor...
TEKEL işçileri panelde buluştu
İzmir’de Metal İşçileri Buluşması gerçekleşti.
Entes direnişçisiyle konuştuk.
Entes’te direniş güncesinden.
İşçi ve emekçi hareketinden...
Popülizm ve sosyalizm
Paralı eğitiminiz, eleme sınavlarınız, staj ve atölye sömürünüz sizin olsun!
Gelecek bizim!
DLB’lilerden eğitim
sistemine karne
Ahmet Öncü ve Ahmet Hasim Köse ile TEKEL direnişi üzerine konuştuk
TEKEL işçileri ile
direniş süreci üzerine konuştuk.
Emperyalist işgale “sivil kılıf
Stuttgart’ta TEKEL işçileriyle
dayanışma etkinliği
İktidar kavgası derinleşiyor - M. Can Yüce
Direnişçi TEKEL işçisi
Aygün Taşkın’a mektup
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Popülizm ve sosyalizm

H. Fırat

I

Marksist teorinin özünü, modern burjuva toplumunun yıkıcısı ve yeni sosyalist toplumun kurucusu olarak proletaryanın tarihsel rolünün açığa çıkarılması ve açıklanması oluşturmaktadır. Dünya tarihi içinde kapitalist üretim ilişkilerinin (dolayısıyla modern sınıf ilişkilerinin) az gelişmişlik aşamasının bir ürünü olan ütopik sosyalizmden sanayi devrimi sonrasının bir ürünü olan bilimsel sosyalizme geçişi işaretleyen temel fikir de budur. Bir başka ifadeyle, Marx’ın, modern burjuva toplumuna egemen sınıf ilişkilerinin bilimsel tahlili yoluyla, proletaryanın bu toplumdaki özel konumu ve tarihsel rolüne ilişkin olarak ulaştığı bu sonuç sayesindedir ki, sosyalizm bir ütopya olmaktan çıkmış, sınıf özü ve eksenine dayalı bir bilim haline gelmiştir. Zira bu sayededir ki, insanlık tarihinin bu modern aşamasında, Lenin’in deyimiyle, “tarihsel hareketin materyalist temeli” açığa çıkarılmış; böylece sosyalizm, kendi taşıyıcısı olma yeteneğine sahip biricik sınıf olan modern proletarya şahsında, gerçek maddi-toplumsal tabanına oturtulmuştur. Aynı yerde Lenin, “bizdeki popülizme benzeyen” diye tanımladığı 19. yüzyılın ütopik küçük-burjuva sosyalist akımlarının ortak özelliğinin, “tarihsel hareketin materyalist temelini anlamamak, kapitalist toplumdaki sınıflardan her birinin rolünü ve önemini” yerli yerine oturtamamak olduğunu söylemektedir.
Çok şükür ki bizdeki popülizmde durum bu kadar vahim değildir. Ütopyacı sosyalizme bir geri dönüş ifadesi sayılması gereken “ideolojik önderlik” tezi bir yana bırakıldıktan sonra, bu ‘70’lerin ortası oluyor, hemen tüm devrimci akımlar genel teorik şemalarında proletaryanın tarihsel rolünü yerli yerine oturtma başarısı gösterdiler. Başka türlü de olamazdı; zira tümü de bilimsel sosyalizm tabanı üzerinde durduklarını söylüyorlardı ve buna ilişkin teorik bilgileri şemayı başka türlü kurmalarını olanaksız kılıyordu. Programı olanların programlarında, olmayanları ise devrim stratejilerinde, proletarya hep baş yeri tutuyordu. O devrimin “biricik öncüsü”ydü ve demokratik devrimden kesintisiz olarak sosyalizme geçişin “biricik güvencesi”ydi. Türkiye’nin kapitalist gelişmişlik düzeyi konusunda nesnel gerçeğe daha yakın duran akımlar, devrimin bu biricik öncüsünü, aynı zamanda devrimin temel toplumsal güçlerinden biri, doğal olarak en önemlisi sayıyorlardı.
Dahası var. Proletaryanın teori planındaki bu onurlandırılışı, hiç de yalnızca programlarla ve devrim stratejisine ilişkin şemalarla sınırlı kalmıyordu. Bir de işin örgüt ve dolayısıyla tüzük boyutu vardı. Olduğu kadarıyla tüm tüzüklerde, tüzüğün olmadığı durumlarda ise örgüt sorununa ya da parti inşa süreçlerine ilişkin genel görüşlerde, proletarya yine aynı kuvvetle onurlandırılıyordu. Hatta daha da fazlasıyla. Zira ne de olsa devrim kuşkusuz proletarya önderliğinde fakat ancak müttefiklerle birlikte bir sonuca bağlanabilirdi. Dolayısıyla genel karakteri itibarıyla bir “halk” devrimiydi. Oysa örgüt ya da parti, ancak proletaryaya özgü, demek oluyor ki “proleter” sınıf karakterli bir oluşum olabilirdi.
Özetle, istisnaları olsa da, genelde teorik cephede durum, hiç değilse konumuzu oluşturan sorun çerçevesinde, oldukça iyi görünüyordu. Proletarya gerek devrim gerekse örgüt stratejisinde hakettiği yeri fazlasıyla bulmuştu.
Gelgelelim gerçek dünyada işlerin başka türlü seyrettiğini de biliyoruz. Teori dünyasında baş köşeye oturtulan işçi sınıfı, gerçek dünyada ve en iyi durumda, halk sınıf ve tabakalarından herhangi biri olarak kalıyordu. Ne siyasal çalışma ve mücadelenin ve ne de örgütsel gelişmenin ana ekseniydi. Buna ilişkin stratejik belirlemelerin, siyasal ve örgütsel taktikler ve yönelimler planında herhangi bir değeri ya da somut anlamı yoktu. Daha da ötesi, buna uygun taktik ve pratik yönelimler “sapma” bile sayılabiliyordu. Teori planında devrimin öncüsü ve temel dayanağı olarak alınan ve sosyalizmin biricik güvencesi sayılan bir sınıf, pratik planda her türden politik reformizmin ürediği bir alan olarak algılanabiliyordu. Bunun tam da, teoride işçi sınıfına baş köşeyi verenlerin pratikte onu revizyonistlere, reformistlere ve sendika bürokratlarına bırakmalarından kaynaklanan bir durum olduğu görülmüyordu bile.
Uzatmıyoruz; zira bu, yıllardır tartışılan ve artık çok iyi bilinen bir öyküdür. Bu öykünün akibeti de iyi biliniyor. Teoride ona baş köşeyi ayırıp da pratikte işçi sınıfını unutanlar ya da çok çok herhangi bir sınıf gibi ele alanlar, sonuçta genel halk hareketinin iktidar perspektifinden ve öncü kimlikten yoksun birer küçük-burjuva demokratik kolu olmaktan öteye gidemediler. Doğal olarak, ortaya çıkardıkları örgüt ya da partiler de küçük-burjuva ruhuna, yapısına, tabanına ve elbette çizgisine sahip örgüt ve partiler olabildiler ancak. Böyle yapıların karşı-devrim sonrası akibeti ise, görülmemiş kolaylıkta ve şiddette bir küçük-burjuva parçalanma ve dağılma ile karakterize olan bir tasfiye süreci oldu.
Engels, Lenin’in “sınıf-dışı sosyalizmin ve sınıf-şı siyasetin” bir ifadesi olarak tanımladığı ütopik küçük-burjuva sosyalizmi hakkında, şunları yazmıştı: “Kapitalist üretimin olgunluktan uzaklığına, sınıfların durumunun olgunluktan uzaklığına, teorilerin olgunluktan uzaklığı yanıt verdi.” (Anti-Dühring)
Elbette burada sorun genel insanlık tarihi yönünden konuyor ve sanayi devrimini önceleyen bir tarihsel aşama ile onun sonraki onyıllara etkisi sözkonusu ediliyor. Ama yine de, bu materyalist bakışın, ‘70’ler Türkiye’sinin küçük-burjuva sosyalizmini anlamak bakımından belli bir işlevi var. Fakat yalnızca son tahlilde ve bunu da; “sınıfların durumunun olgunluktan uzaklığı”ndan çok, sınıf hareketinin politik olgunluktan uzaklığı ve o gün için bu açıdan daha ileri durumda olan küçük-burjuva hareketin gölgesinde kalması maddi olgusu çerçevesinde anlamak ve ele almak kaydıyla.
Kaldı ki, hiç değilse proletaryanın tarihsel rolü ile devrim ve örgüt stratejisi içindeki genel yeri açısından ele alındığında, bizde devrimci akımlar, daha ‘70’lerin ortasından itibaren, dünya tarihi içinde olgunlaşmış bir teoriye sahiptiler. Teorinin buna ilişkin temelleri Marx tarafından konulmakla ve Lenin tarafından geliştirilmekle kalmamış, üstelik Ekim Devrimi’yle (20. yüzyılın bu en ileri tarihsel pratiği içinde) en ileri düzeyde kanıtlanmıştı da. Modern toplumdaki özel yeri nedeniyledir ki, marksistler, Rusya gibi son derece geri bir ülkede, bir köylü ve küçük-burjuvalar ülkesinde, devrim ve parti stratejilerinin bir gereği olarak proletaryayı pratik çabalarının merkezine koymuşlar, bu sayededir ki, devrimi zafere ulaştırmayı ve onu sosyalizmle taçlandırmayı başarabilmişlerdir.
Genel teori ve tarih cephesinde durum bu olduğuna göre ve ‘70’lerin devrimci hareketi de bu teorik ve tarihsel mirasın ışığında işçi sınıfını devrim ve örgüt stratejilerinin baş köşesine oturttuğuna göre, nasıl olmuştu da tümüyle farklı bir pratiğin girdabında bulmuştu kendisini? Teori ile pratik arasındaki bu derin uçurum nasıl oluşmuştu?
Bu sorunun yanıtı organik bütünlüğü içinde çok çeşitli yönler içermektedir. Biz şimdilik bir yönünün altını çiziyoruz: Hep vurguladığımız gibi, kendiliğindencilik geleneksel hareketimizin en temel karakteristiklerinden biridir. Soyut planda yapılmış açık stratejik belirlemelere rağmen taktik planda, gündelik çalışma ve yönelimde bunlar anlamını kolayca yitirebiliyorsa, yerini dönemsel cereyanların yarattığı girdaba kapılmaya bırakabiliyorsa, burada tam bir kendiliğindencilik vardır. Taktik yönelimlerini ve çabalarını stratejik önceliklerin ışığında, onların gerekleri doğrultusunda saptayamamak, bunun yerine olayların akıntısına kapılmak, kendiliğindenciliğin en tipik görünümlerinden biridir. Bu, teori ile pratik arasındaki bağı kopararak, oportünizmin bu kopuklukta ifadesini bulan en berbat bir türüne de kapıyı aralar.
Geleneksel hareket yalnızca ‘80 öncesi geçmişiyle değil, bu geçmişi aşamadığı içindir ki, yeni dönem pratiği ile de bunun en açık örneklerini sergilemektedir. Bir başka kendiliğindenci sürükleniş olan ‘87 sonrasının “sınıf yönelimi” modasından son bir yıldır “semt yönelimi” modasına dön geri eden geleneksel hareketin bu durumunu, burada tartıştığımız konu çerçevesinde, bir sonraki sayıda ele alacağız.

II

12 Eylül yenilgisi temelde küçük-burjuva devrimciliğinin yenilgisiydi. Kolay yenilginin, bu yenilginin görülmemiş ölçüde bir parçalanma ve dağılmaya, devrimden ve örgütten kaçışa dönüşmesinin gerisinde, bu toplumsal-siyasal kimlik vardı.
Sorun yalnızca bu kimliğin taşıyıcısı olan başlıca siyasal akımların akibeti ile sınırlı değildir. Fakat bununla kopmaz bir bütünlük oluşturan küçük-burjuva katmanlardan oluşan sosyal tabanla da ilgilidir. Komünistlerin eleştirilerinde sayısız kez yinelendiği gibi, bu kimlik bu toplumsal tabanda yeşermiş, onun politik yansımasından başka bir şey olmamıştır. Yükseliş döneminde yaşam ortamı ve güç kaynağı olmuş küçük-burjuva katmanlar, toplumsal özellikleri bakımından karşı-devrim dönemine dayanıksızlıkları ölçüsünde, 12 Eylül sonrasında görülmemiş hızda bir parçalanma ve dağılmanın da etkeni oldular.
Yeniden toparlanma dönemine girildiğinde, bu olgu, devrimci hareketin önemli bir kesimi için yüzeysel bir biçimde de olsa, irdelenip ideolojik sonuçlarına götürülmese de, iyi-kötü hissedilen bir pratik ders durumundaydı. Yenilginin bu yüzeysel dersi ile küçük-burjuva kesimlerdeki yılgınlık ve durgunluk olgusu, aynı dönemde işçi sınıfı hareketindeki gelişmeyle de birleşince, dikkatler nihayet, o güne dek yalnızca teorik şemaların gözdesi olarak kalmış işçi sınıfına pratik olarak da yöneldi. Elbette istisnalar da vardı. Ama sol hareketin büyük bir bölümü, yeniden toparlanma çabalarını, sınıfa yönelik bir çalışma içinde gerçekleştirme yolunu tuttu. Sınıfa bu pratik ilgi, sürece paralel bir biçimde, etkilerini ideolojik formülasyonlarda, politik vurgularda, parti inşa süreçlerinin tanımında vb., göstermeye başladı. Fakat bu gelişme, geçmiş küçük-burjuva ideolojik ve örgütsel kimliğin açık bir sorgulanmasına, onunla hesaplaşmaya dönüşmediği ölçüde, gerçek bir ilerlemeye de yolaçmadı. Yaşanan gelişmenin esası eski kimlik temelinde yeni bir toplumsal alana yöneliş olarak kaldı.
Bir başka toplumsal ortamda şekillenmiş eski ideolojik-politik ve kültürel kimlik ile bu yeni toplumsal alanın uyuşmazlığının yarattığı problemleri bir yana bırakalım. Bu yeni yönelişin önemli konjonktürel güçlükleri de vardı. Bir kere bu bir ilk toparlanma dönemiydi. Güçler, olanaklar, örgütsel hazırlık, gelişen sınıf hareketine geçtik ciddi bir ilk müdahaleden, onunla fiziki bir ilk temasa bile yetmiyordu. Öte yandan, sınıf öncülerine güven verme ve sınıf içinde güçlenme hiç de kolay bir iş değildi. İşçi sınıfı bu açıdan ne öğrencilere, ne de ‘80 öncesinin küçük-burjuva katmanlarına benziyordu. Bu, hızlı ve kolay güç toplamaya fazlasıyla alışmış, bunu bir kültür haline getirmiş geleneksel akımlar için, onların sabrını ve soluğunu zorlayan bir başka temel önemde güçlüktü.
Tüm bu etkenlerin (güçlüklerin) yarattığı birleşik etki, “sınıf yönelimi” coşkusunu çok geçmeden kırmaya başladı. Buna bir de sınıf hareketinin yaşadığı tempolu yükselişin ‘91 başında kırılması ve sonraki yıllarda aşılamayan bir tıkanıklığa girmesi de eklenince, yeni dönemin “sınıf yönelimi” modası iyice tavsamaya başladı. Gözler başka arayışlara yöneldiyse de, alternatif bir toplumsal hareketliliğin yokluğu koşullarında sınıfa ilgi herşeye rağmen sürdü. (Yaşadığı canlılığa ve yarattığı ilgiye rağmen, kamu çalışanları bu açıdan alternatif bir alan değildi). Kaldı ki, gerek bazıları aylar boyu gündeme oturan yerel direnişlerle ve gerekse de zaman zaman yaptığı toplu çıkışlarla, işçi sınıfı, her şeye rağmen bu ilgiyi hala da en çok hakeden sınıftı. Dolayısıyla işçiler, bir çok geleneksel grup için ağırlıklı bir ilgi ve çalışma alanı olmayı iyi-kötü sürdürdüler.
1995 başında toplanan EKİM 3. Genel Konferansı, bu olgudan hareketle, mevcut durum ve bunun ortaya çıkardığı yeni ayrım çizgisi üzerine aşağıdaki tespiti yaptı:
“Kuşkusuz bugün, daha doğrusu son 7 yıldan beridir, işçi sınıfı içindeki çalışmaya özel bir ağırlık vermek, devrimci saflarda önemli bir pratik ayrım çizgisi olmaktan çıkmıştır artık. Zira sınıf çalışması, gelinen yerde, küçük-burjuva devrimci demokratik kimlikle özdeşleşmiş bir iki istisna dışında, komünist olmak iddiasındaki tüm sol grupların ortak pratiğidir. Bugün ‘sınıf yönelimi’ bir ayrım çizgisi olmak bir yana, sözü edilen istisnalar dışında hemen tüm grupları kesen ortak bir payda durumundadır. 12 Eylül yenilgisi, küçük-burjuva yığınları saran politik pasiflik ve nihayet ‘80’lerin ikinci yarısında işçi sınıfı hareketindeki belirgin öne çıkış, popülist ideolojiye bu alanda büyük bir darbe vurdu ve bu sorunu kavrayışta olmasa da pratikte kendiliğinden çözdü.
“Bugünün ayrım çizgisi, sınıfa hangi ideolojik çizgi ve perspektiflerle gidileceği, sınıf hareketine hangi temel ve taktik politikalarla müdahale edileceği sorununda odaklaşmaktadır. Dolayısıyla, sol harekette işçi sınıfına yöneliş şeklindeki genel eğilim, bugün ideolojik ayrım çizgilerine apayrı bir önem kazandırmıştır.” (EKİM 3. Genel Konferansı / Siyasal ve Örgütsel Değerlendirmeler, Eksen Yayıncılık, s.20-21)
Ne var ki, EKİM 3. Genel Konferansı’nın kendisini önceleyen dönemin gerçekliğini doğru bir biçimde özetleyen bu değerlendirmesi, bugün bazı yönleriyle geçerliliğini yitirmiş bulunmaktadır. Zira tam da aynı dönemde patlak veren Gazi Direnişi’nin devrimci hareket üzerindeki etkisi, yukarıdaki değerlendirmenin bazı yönlerini eskitmiş oldu. Bu değerlendirmede, “sınıf yönelimi” küçük-burjuva demokratik kimlikle özdeşleşmiş bir iki istisna hariç, “hemen tüm grupları kesen ortak bir payda durumundadır” deniliyor. Oysa Gazi Direnişi, zaten köksüz ve iğreti olan “sınıf yönelimi” modasını, bir dizi başka grup için de belirgin bir biçimde sona erdirdi. Onun yerini son bir yıldır sürekli kuvvet kazanan “semt yönelimi” modası aldı.
Bugün bir tek EKİM hariç, solun devrimci kanadında yeralan irili-ufaklı hemen tüm gruplar, yeniden geçmişte kendilerini yeşerten ve besleyen sosyal ortama yönelmiş bulunuyorlar. Öğrenci hareketindeki son gelişmelerin artıracağı heveslerle, eski sosyal yaşam alanının bir başka halkasına daha ulaşılmış olacaktır. Geriye geçmişten farklı olarak taşranın kent ve kasabaları kalıyor. Olaylar bugünkü gelişme yönünü sürdürürse, büyük kentlerdeki hareketliliğin etkileri çok geçmeden buralara yansıyacaktır. Devrimci örgütler için geçmişin o verimli sosyal gelişme ortamı da, farklı alan ve katmanlarıyla, böylece tamamlanmış olacaktır.
Ya işçi sınıfı? Ya devrimin öncü ve temel kuvveti sayılan toplumun bu en önemli toplumsal gücü? Ya marksist-leninist teoriye göre parti örgütlenmesinin ekseni olması gereken bu biricik toplumsal sınıf? O, bir kez daha, revizyonistlere ve reformistlere mi bırakılıyor? Son bir yılın ikinci yarısını belirgin biçimde kaplayan işçi hareketliliğine geleneksel devrimci grupların ilgisizliği bunun böyle olduğunu ve olacağını şimdiden göstermektedir. Bugün sınıf üzerine politika yapmak pratikte reformist akımlara terkedilmiş durumda. Geçmişte TİP, TSİP ve TKP’ye bırakılan alan, bu revizyonist partilerin yarattığı boşluğu bugün doldurmaya çalışan İP ve EP türü reformist akımlara bırakılıyor.
Bugünün geçmişten tek önemli farkı, geleneksel hareketin sağlam bir ideolojik eleştirisini yapmış ve popülizm deneyiminden temel önemde dersler çıkarmış bir komünist hareketin varlığıdır. Son bir yıl göstermiştir ki, Türkiye devrimci hareketinin yeni dönemdeki en büyük kazanımı olan bu hareket, EKİM, devrimci cephede cereyana göğüs gerebilme ve sınıf eksenli bir gelişme çizgisinde ısrar edebilme yeteneğine sahip tek devrimci örgüttür.
Komünistlerin yaptığı tespitlerden bir kısmını eskiten gelişmeler, buna rağmen, ne ilke ne de pratik bakımından, onlar için bir sürpriz oluşturmadılar. İlke bakımından sürpriz değildirler; zira biz geleneksel hareketteki sınıf yönelimi modasının köksüzlüğüne en başından itibaren işaret ettik. Zaman içinde bunu sürekli olarak vurguladık. Bunun, küçük-burjuva katmanlara durgunluk hakimken, sınıf hareketinin canlı bir gelişme yaşamasının yarattığı bir yeni kendiliğindenci sürükleniş olduğunu hep söyledik. Geleneksel hareketin temel bir karakteristiği olan kendiliğindenciliğin kendini şimdi de sınıf hareketi seline kapılarak gösterdiğine hep işaret ettik. Dahası, sınıf hareketindeki ilk ciddi kırılmanın (‘91 sonrası) somut etkilerinin (modanın hız kesmesi ve yeni arayışlar) tahlili temelinde bunu daha somut bir biçimde ortaya koyduk. (Bkz. Solda Tasfiyeciliğin Yeni Dönemi, Eksen Yayıncılık).
Geçmişleriyle açıkça hesaplaşamayanlar onu aşamazlar. Yeni cereyanların basıncı altında yüzeyde yaşanan tüm sözde değişimlere rağmen, derinlerde geçmişin anıları, önyargıları, alışkanlıkları kaçınılmaz olarak yaşamayı sürdürür. Bu nedenle de, koşullardaki değişmelerin (‘80 öncesine benzer koşulların çok küçük ölçekte dahi olsa bir yeniden belirmesinin) ardından, geçmişin önyargılarına, anlayış ve pratiklerine yeniden dönmek çok fazla güçlük taşımaz.
Bizim soruna bakışımız buydu. Dolayısıyla semtlerdeki bir ilk hareketlenmenin dikkatleri sınıftan hızla ayırması, bizim için ilke bakımından herhangi bir sürpriz oluşturmamaktadır.
Bu gelişme bizim için pratik bakımdan da bir sürpriz oluşturmadı. Bizzat EKİM 3. Genel Konferansı, Gazi direnişinin sarsıcı etkisini doğru değerlendirerek, böyle bir gelişmeye önden işaret etti: “Gazi Direnişi ile başlayan gelişmeler, büyük kentlerin yoksul tabakalarının hareketlendiği bir döneme girdiğimizi kesinleştirdi ve ilk belirtiler, geleneksel devrimci grupların bu hareketlilik içinde az ya da çok güç kazanma olanağı bulacağını gösteriyor” (Siyasal ve Örgütsel Değerlendirmeler, s.55)
Aynı değerlendirmede, bunun ortaya çıkardığı yeni sorunlara ve görevlere de yeterli açıklıkta işaret edildi.
Komünistler geleneksel hareketteki bu yeni eğilimi adım adım izlediler ve yolaçtığı gelişmeleri olumlu ve olumsuz yönleriyle yine erken bir tarihte ortaya koydular. Ekim, Gazi Direnişinden iki ay sonra kaleme aldığı “Gelişen Kitle Hareketinin İmkanları ve Sorunları” (sayı:122, 1 Haziran 1995) başlıklı başyazısında, pratik veriler ışığında artık kesinleşen bu yeni durumu değerlendirdi. Üç temel tespit yaptı ve bunlardan sonuçlar çıkardı.
Bu tespitlerden ilki, semtlerdeki huzursuzlukların ve gelişen mücadelelerin kuvvetli bir toplumsal mantığı olduğu ve geleneksel devrimci grupların “buradaki devrimci toplumsal dinamiklerden beslenerek” devrimci siyasal mücadelede kendi rollerini oynayacakları üzerineydi. Bu zaaf olmak bir yana, genel devrimci siyasal mücadele için çok önemli bir kazanım da olacaktı. Dolayısıyla komünistler, bu gelişmeyi politik bakımdan tümüyle olumlayarak destekleyeceklerdi.
İkinci tespit, semt pratiğine bu dönüşün, beraberinde, “geçmişin anılarına ve ideolojik önyargıları”na bir dönüşü de kaçınılmaz olarak getireceği, bunun ise halkçı-demokratizme yeniden kuvvet kazandıracağı gerçeği üzerineydi. Bu ise, komünistlerin önüne, bu ideolojik cereyana göğüs germe, halkçı-demokratik önyargıların “sosyalizm adına” yeniden meşrulaştırılmasına karşı etkili bir ideolojik mücadele yürütme görevi koymaktaydı.
Üçüncü tespit ise, bu yeni gelişme karşısında komünistler için çok daha ayrı ve acil bir önem kazanan politik-pratik görevlere ilişkin oldu. Yeni gelişmeleri de gözeterek; komünistler, “ezilenlerin öncüsü ve devrimci siyasal mücadelenin gerçek sürükleyicisi olma yeteneğine sahip biricik sınıfın, işçi sınıfının, kendi devrimci enerjisini ortaya koymasını kolaylaştıracak bir çalışmayı şimdi çok daha enerjik ve inatçı bir biçimde sürdürmek” zorundaydılar.

III

Ekim’in 5 Ağustos Dersleri başlıklı başyazısının son bölümünde şu değerlendirme yer almaktaydı:
“Son olarak, 5 Ağustos’un ışığında geleneksel devrimci grupların durumu var. Denebilir ki, yalnızca Türk-İş eylem takvimi değil, fakat son zamanların yerel işçi direnişleri de, bu grupların gitgide sınıftan uzaklaştıklarına tanıklık etmektedir. Semt olaylarında hareketlenen ve belirli kitle eylemlerine güç yığmak için özel bir çaba gösteren bu gruplar, işçi eylemlerinden dikkat çekecek ölçüde uzak durabilmektedirler. Semt yoksullarına doğal yakınlık ile sınıf hareketinden bu doğal uzaklaşma, sınıf hareketine müdahaledeki bu doğal yeteneksizlik ve isteksizlik, son bir yılın kitle hareketliliği sürecinde izlenegelen bu eğilim, geleneksel hareketin ideolojik-kültürel dokusu ve toplumsal kimliği hakkında son derece öğretici pratik açıklıklar sunmaktadır.” (Sayı:128, 1 Eylül 1995)
Bu olguyu özel bir tarzda vurgulamanın gerisinde, aynı zamanda, semt yönelimi modasına ilişkin olarak ileri sürülen, kitle hareketliliğine devrimci müdahaleden geri durmamak biçimindeki gerekçenin tutarsızlığına işaret etmek kaygısı da vardır. Sorun gerçekten kitle mücadelelerine devrimci müdahaleyse eğer, bu aynı tutum neden işçi sınıfının Ağustos-Ekim dönemini kapsayan büyük eylem dalgası karşısında gösterilmemiştir? Neden uzun süreli yerel direnişlere gerekli devrimci müdahaleler için az-çok ciddi bir çaba harcanmamıştır? İleri sürülen gerekçenin tutarsızlığını görmek için bu soruların sorulması bile yeterlidir.
Fakat dahası var. Bu tür bir kıyaslama yalnızca eşit ilgiyi hak eden çalışma alanları sözkonusu olması durumunda bir anlam taşır. Oysa burada kıyaslanan işçi sınıfı ile semt katmanlarıdır. Bu durumda eşit bir ilgiden sözedebilmek ise, marksist kavrayış yitirilmedikçe mümkün değildir. Zira sözkonusu olan; toplumun temel sınıf ilişkileri içerisinde tuttukları yer ve kuşkusuz bu nesnel temel üzerinde, devrimci siyasal mücadelede oynayabilecekleri roller kıyaslanmaz ölçüde farklı olan toplumsal kategorilerdir. İlkinde sözkonusu olan, toplumun iki temel sınıfından birini oluşturan ve siyasal mücadelede ezilenler cephesine öncülük etme yeteneğine sahip bulunan biricik toplumsal sınıftır. Oysa ikincisinde, doğru bir rotaya ve istikrarlı bir mücadele çizgisine ancak bu sınıfın devrimci siyasal önderliği koşullarında kavuşabilecek olan heterojen ve şekilsiz toplumsal katmanlardır.
Bu farkı ayırdedememenin temelinde yatan ve geleneksel hareketin temel karakteristiklerinden ikisini oluşturan popülizm ve kendiliğindencilik, birbirlerine yakından bağlıdırlar ve birbirlerini sürekli beslemektedirler.
Popülizm, kapitalist toplumdaki ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakalardan her birinin önemini ve rolünü, soyut teorik şemalarda olmasa bile gerçek siyasal yaşamda yerli yerine oturtamamada ifadesini bulur. Daha açık bir ifadeyle bu, işçi sınıfının modern burjuva toplumdaki kendine özgü konumu ve bu çerçevede şekillenen benzersiz devrimci rolü konusunda açık bir kavrayıştan yoksunluk anlamına gelir. Sosyal ve kültürel bakımdan alabildiğine heterojen ve karmaşık bir kitle oluşturan semt katmanlarına aşırı ilgi ile işçi sınıfı hareketine belirgin ilgisizlik, bu tür bir kavrayışsızlığın güncel pratik bir yansımasından başka bir şey değildir.
Kendiliğindencilik ise, en genel planda, olayların ardından sürüklenmeyi anlatır. Fakat geleneksel akımlar tarafından bu, genellikle önde giden kitlelerin arkasında kalmak olarak, en dar biçimiyle ve tekyanlı olarak anlaşılır. Böyle anlaşılınca da, örneğin semtlerde hareketlenen yoksul kitlelerin önüne düşmeyi başaranlar, bunu başarmış olmakla siyasal mücadelede öncü bir rol oynadıklarına ciddi ciddi inanırlar. Gerçekte ise kendiliğindenci bir sürükleniş içinde olduklarının farkında bile olmazlar.
Oysa kendiliğindenciliğin en ayırdedici özelliği, tam da teorik perspektiflerin ürünü olan stratejik doğrultuyu ve öncelikleri dönemsel olayların ve gelişmelerin basıncı altında yitirmek, gündelik gelişmelerin girdabına kapılmak, içinde boğulmaktır. Eğer zaten ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakalar içinde işçi sınıfının tuttuğu çok özel yer konusunda sağlam, derinlemesine özümsenmiş bir kavrayışınız yoksa, sınıf çalışmasındaki pratik güçlükler ile semt çalışmasının kolaylıkları birarada sizi hızla ve kolayca bir başka pratik gelişme rotasına sokar. Böylece stratejik doğrultunun ve önceliklerin pratikte hiçbir değeri kalmaz. Bunlar kağıt üstünde soyut doğrular olmaktan öteye bir anlam taşımaz olurlar.
Gazi Direnişi ve onu izleyen gelişmeler, büyük kent varoşlarında yaşayan yoksul katmanlardaki hoşnutsuzluğu ve mücadele enerjisini somut olarak gösterdi. Daha çok Kürt ve Alevi semtler için geçerli olsa da, bu olgunun ve gelişmenin devrimci siyasal mücadele için taşıdığı önem herhangi bir tartışma gerektirmez. Gazi Direnişi’nin sarsıcı etkisinin yanısıra, son iki yılın 1 Mayıs gösterilerinin kitleselliği ile bu gösterilere egemen devrimci hava, bu potansiyelin güncel rolüne ve önemine ayrıca ışık tutmaktadır.
Peki bu potansiyelin ve onun ürünü gelişmelerin öne çıkardığı en önemli, en öncelikli görevler nelerdir? Bu soruya somut olarak verilmiş bulunan pratik yanıtlar, popülizm ile sosyalizm arasındaki ilkesel ve taktik ayrımlara bir kez daha önemli açıklıklar sağlamıştır. Popülizmi bir kimlik haline getirenler, yeni hareketlilik alanını aynı zamanda verimli bir gelişme alanı olarak da görerek, hızla bu zeminde mevzilenme yoluna gitmişlerdir. Oysa sosyalizmin temsilcileri olarak komünistler, yalnızca temel teorik gerçeklerden hareketle değil, aynı zamanda Türkiye’nin ‘80 öncesi tüm devrimci siyasal deneyimini de gözeterek, stratejik önceliklerinin pratik gereklerinde ısrar etmişlerdir.
Stratejik önceliklerin pratik gerekleri her zaman için marksist taktiğin temel hareket noktalarından biridir. Devrimci siyasal mücadelede öncü rolü oynama yeteneğine sahip biricik sınıf işçi sınıfıysa eğer; modern sınıf ilişkilerinin egemen olduğu toplumumuzda iktidar hedefine dayalı bir mücadele ancak bu sınıf ekseninde verilebilecekse; ve nihayet, yalnızca kent yoksullarının değil, genel olarak toplumun tüm ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakalarının mücadele birikimi ancak bu sınıf ekseninde tutarlı bir rotaya sokulabilecek ve iktidar hedefine yöneltilebilecekse, bu durumda, kent yoksullarındaki bir hareketlenmenin yapacağı en uyarıcı etki, dikkatleri devrimci sınıf önderliğinin yaratılmasında daha çok yoğunlaştırmak, sınıf hareketinin politik ve örgütsel gelişmesine yönelik görevlere daha etkin ve daha enerjik bir biçimde sarılmaktır. Bu koşullarda sınıf hareketinin devrimci gelişme ihtiyacı, kendinden öte, gelişmekte olan kitle hareketinin temel bir ihtiyacı durumundadır. Toplumsal mücadelede sınıf öncülüğü kavramının gerçekten bir anlamı, bir pratik değeri varsa eğer, sorun başka türlü kavranamaz ve konulamaz.
Elbette sınıf öncülüğü olmadan da çeşitli toplumsal katmanların mücadeleleri gelişme seyrini sürdürecektir. Fakat böyle bir mücadeleden istikrarlı bir seyir ve iktidar hedefine yönelik kalıcı sonuçlar beklemek her türlü dayanaktan yoksundur. Modern sınıf ilişkilerinin egemen olduğu bir toplumda, ezilenler cephesinde iktidar olma gücüne ve yeteneğine sahip bulunan, dolayısıyla da bu doğrultudaki bir mücadelenin toplumsal dayanağı olabilecek olan biricik toplumsal güç işçi sınıfıdır. Kapitalist bir ülkede işçi sınıfını eksen almayan herhangi bir iktidar mücadelesi iddiası her türlü ciddiyetten yoksun boş bir safsatadır.
Nisan 1996 (Ekim, Sayı: 142-44)
(Partileşme Süreci-2 / Polemikler: Devrimci Proletarya’ya Yanıt, Eksen Yayıncılık, Ocak 1998, s.11-24