15 Temmuz 2011
Sayı: SİKB 2011/27

 Kızıl Bayrak'tan
Kazanmak için genel
greve hazırlanalım!...
AKP ve CHP
“düzenin bekası”nda uzlaştı!...
Aktif uşaklık çizgisinde
yoğun Ortadoğu trafiği...
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Suriye Dışişleri Sorumlusu
Omar Murad ile konuştuk
Devletin haberi yokmuş!
GEA’da mücadele sertleşti.
Birleşik Metal İstanbul 2 Nolu Şube’de genel kurul.
İşten atılan Polifarma işçisi ile direniş ve örgütlenme süreci üzerine”
Kubatoğlu direnişi yol gösteriyor
PTT işçilerine meclis
önünde gözaltı
Taksim İlkyardım’da direniş
Tunus-Mısır
dersleri - H. Fırat
Mısır’da yeni bir sınıf
çatışmasına doğru.
Mısır devrimi devam ediyor - Ergin Yıldızoğlu
Şili’de büyük grev
Kıbrıs halklarının kurtuluşu
kendi ellerindedir!
YÖK düzenin vazgeçilmezi olmayı sürdürüyor!
Bir direniş manifestosu: ‘96 Ölüm Orucu ve SAG direnişi.
MKP-HPG gerillası
Ozan Derman’ın anısına
Aile Bakanı’ndan inciler..
Sevil Ceylan Erkat yalnız değil!
Samandağ’da coşkulu ve kitlesel festival
Ölümünün 18. yılında Rıfat Ilgaz’ı saygıyla anıyoruz
Galatasaray’da 328. buluşma
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Ortadoğu’da halk hareketleri-1

Tunus-Mısır dersleri

H. Fırat


-III-

Devrim bir anda değil fakat bir tarihi dönem olarak gelir. Rus devriminin başlangıcını tarihçiler 1861’de toprak köleliğinin kaldırılmasıyla ilişkilendirirler. Serfliğin kaldırılması devrime karşı bir önlemdir, ama sonuç vermemiş, büyük devrimi hazırlayan süreci başlatmıştır. Serflik büyük bir ağırlık, toplumun çekemeyeceği bir yük haline gelmişti Çarlık Rusya’sında. Çarlık 1861 reformuyla, serfliğin kaldırılması diye bilinen reformla buna karşı önlem almış oldu, sistemi kurtarmak uğruna. Ama bu sözde reformun herhangi bir şeyi çözmediğini, serfliğin kalkmadığını, köylülüğün özgürleşmediğini, toprağın köylülüğe geçmediğini biliyoruz. Eh, reformlarla çözülemeyen sorunlar tarih içinde devrimlerle çözülür. Bunun ilk aşamada 1905 Devrimi’ne vardığını, 1905 Devrimi’nin büyük bir kitle hareketlenmesinin üzerine geldiğini, başarısızlığa uğradığını, kırıldığını, yenildiğini, ama bir başka evrede de kendini daha ileri düzeyde yeniden ortaya koyduğunu biliyoruz.

Devrimler bir anda patlak vermezler, bir anda bir yerden çıkmazlar. Devrimler, büyük bir tarihi birikimin ürünüdürler ve onun kendini çeşitli ilk sarsıntılar halinde, yerine göre çeşitli olgunlaşmamış devrimler halinde, 1905’te olduğu gibi, dışarıya vurduğu bir tarihi evre olarak sökün eder gelirler.

Biliyorsunuz, devrimler ile depremler arasında analojiler kurulabiliyor. Toplumsal fay hatlarındaki enerji birikiminden sözedilebiliyor. Ama fay hatlarındaki birikim kendini önce belli sarsıntılarla dışa vurur. Bakarsınız Marmara’da birtakım sarsıntılar olur, bilim insanları, büyük Marmara depreminin ilk belirtileridir bunlar der. Gerçekten de öyledir. Ama deprem on yılda gelir, otuz yılda gelir, elli yılda gelir, bu önden kestirilemez. Zira çok karmaşık bir doğa olayıdır sözkonusu olan. Bilim henüz ona hakim olmayı, onu zamansal olarak doğru biçimde öngörmeyi, gerçekleşme zamanını hesaplamayı, saptamayı olanaklı kılamıyor.

Bu aynı güçlük toplumsal depremler demek olan devrimlerde de var. Belli bakımlardan belki daha kolay, belki belli bakımlardan daha zor... Bir dönemin içindeyiz. Bolivya’da yıllarca büyük kitle hareketleri ile bir dizi halk isyanı yaşandı. Şimdiki Morales yönetimi varlığını ona borçlu. Aynı şekilde Ekvator’da bir dizi halk isyanı oldu, kent emekçileri ile birleşen yerlilerin içinde özel bir yer tuttuğu halk isyanı oldu ve şimdiki solcu başkan Rafael Correa iktidarını buna borçluyuz. Venezuella’da halk hareketinin bir ürünü olarak iktidara gelen Chavez’i 2002 yılında amerikancı bir darbe yoluyla ensesinden tuttular, götürüp bir adaya hapsettiler. İki milyon Karakaslı emekçi yeni kurulan darbeci hükümetin sarayını sardı kırksekiz saat boyunca. Bunun üzerine ve büyük kitle kararlılığından güç alan bir grup genç subay, adına “ulusal onur operasyonu” dedikleri bir girişimle, Chavez’i kapatıldığı adadan alıp gerisin geri başkanlık sarayına getirdiler. Bunlar yalnızca Latin Amerika’dan ve yalnızca birkaç örnek, tümü de yakın geçmişte, geride bıraktığımız yakın yıllar içinde yaşandılar.

Dünyada olayların gidişini konu alan bazı değerlendirmelerimizde var, söylenen şudur: Bugün bazı soğukkanlı burjuva bilim adamları bile neo-liberal kudurganlığın dünya çapında biriktirdiği sosyal sorunlardan, çelişkilerden, hoşnutsuzluklardan hareketle, diyorlar ki; 21. yüzyıl öyle büyük bir toplumsal sarsıntılar yüzyılı olacaktır ki, tarihçiler dönüp 20. yüzyıla baktıklarında, ne de sakin bir yüzyılmış 20. yüzyıl diyeceklerdir. Olaylara nesnel bakmaya çalışan bazı burjuva bilim adamları bile bunu söyleyebiliyor. 21. yüzyılın büyük toplumsal patlamalar yüzyılı olacağına, bunların kendini küresel boyutlarda ve büyük zincirleme olaylar olarak gösterebileceğine ilişkin bir öngörü bu.

Gerçekten de, dönüyoruz Magrip’e bakıyoruz, oradan Ortadoğu’ya doğru kayıyoruz, herkes, konunun uzmanları da dahil, Tunus’un tarihinde böyle bir şey yok, bu çapta bir hareket yok diyorlar. Mısır’a geçiyorlar, Mısır’ın tarihinde bu çapta bir toplumsal kitle hareketi yok diyorlar. Demek ki 20. yüzyıl, o büyük çalkantılar ve devrimler yüzyılı, o büyük savaşlar yüzyılı, o büyük sosyal mücadeleler yüzyılı bile Tunus ve Mısır’a bu çapta bir hareketlilik nasip eylememiş. Ama şimdi var. Ne zaman? 21. yüzyılda. Demek ki 21. yüzyılda ölçüler hep farklı. Kitle katılımı, birbirini etkileme, birbirini tetikleme, yayılarak büyüyen bir sarsıntı... Ölçüler değişiyor dikkat ederseniz. Bunlar ama henüz yalnızca ilk sarsıntılar. İlk sarsıntıların ölçüleri üzerinden ifade etmiş oluyorum.

Tunus ve Mısır’a bakarken, öncelikle buradan bakacağız. Dünya artık bir köy olmuş durumda, emperyalist küreselleşmeyi propaganda ederken böyle diyorlardı bize, değil mi? Bunu neye göre söylüyorlardı? Gerçekten dünyayı bir köy gibi yönetmek hevesinde ve bir parça da başarısında idiler. Bolivya’daki köylünün içme suyuna el koyuyorlardı, ülkenin doğal gazına el koyuyorlardı. Böyle gidebilse, dünya onlara kalabilse, belki bir on sene sonra bu kez temiz havanın ticarileştirilmesini gündeme getirecekler. Dün insanlık suyun parayla olabileceğini düşünemezdi. Ondan dolayı da gündelik dilde sudan ucuz denilirdi! Bedavadan da öteye anlamına gelir. Ama şimdi su parayla ve çok değerli. Yarın temiz havanın paralı hale geleceğinden kuşku duymayınız, eğer dünya bu barbarların elinde bu çizgide giderse. Gitmeyecek ama! Ya barbarlık içinde çökecek ya toplumsa devrimle değişecek.

Küresel çapta neo-liberal politikalar dünyanın dört bir yanında uygulandı. ‘90’lı yıllarda dünyada yüz ülke IMF programlarını uyguluyordu. Bunlar içinde Tunus ve Mısır da var. İkisi de anlaşmalarını 1991 yılında yapmışlar. IMF anlaşmaları sosyal yıkım demektir, sömürü demektir, tarımın çökertilmesi demektir, yoksulluk demektir, emekçilerin aç bırakılması demektir, hayatın her alanında ticarileşme demektir, işsizleşme demektir. Bu ne yaratır? Bu sosyal patlama yaratır. Bu patlamayı önce Arjantin’de mi yaratır, sonra Tunus’ta mı yaratır? Bunu bilemeyiz, kimse de bilemez. Nitekim bu ülkelerde yaşayan uzmanlar bile bunu bilemiyorlar.

BBC muhabiri 17 Ocak’ta Kahire mahreçli bir haber yapıyor. Neyin haberi bu? 25 Ocak’ta 6 Nisan Hareketi’nin çağrısı var, bunun haberi... Yazının başlığı şu: “Mısır Tunus olabilir mi?” Bu deneyimli bir muhabir, öyle olduğu söyleniyor. Yazık ki böyle bir şans yok diyor, bu deneyimli muhabir haberinde. Bunun olabilmesi için Mısır’ın önce uzun yıllar süren ataletten kurtulması lazım; gösteriler hep birkaç yüz kişiden ibaret kalıyor, bunlar da hep aynı yüzler, polisler göstericilerin birkaç katı oluyor, dolayısıyla böyle bir şans yok, diyor. Kim diyor bunu? “BBC’nin deneyimli Kahire muhabiri”!.. BBC’nin Kahire muhabiri demek, Arapça bilen, Mısır toplumunu içinden bilen, nabzını tutan, gidip o birkaç yüz göstericiyi hep gören bir insan demek. Beklemiyor böyle bir şeyi ama. Bu yalnızca onun kusuru değil, hiçbir Mısır uzmanı olup biteni beklemiyordu. Bir dalga bekliyorlardı, ama Mısır sırada yoktu. Yemen’e, Ürdün’e, Cezayir’e, Fas’a, başka ülkelere işaret ediyorlardı. Ama kimse Mısır için bunu öngörmüyordu. Mısır sindirilmiş, tüketilmiş, bitmiş, atalet içinde bir toplum diyorlardı. Ama tümü de yanıldılar. Tunus’u hemen ardından Mısır izledi, tüm negatif öngörüleri silip süpürerek.

Patlamaların geleceğini biliriz, ama nereden geleceğini bilemeyiz. Geleceğini biliriz, ama ne zaman geleceğini bilemeyiz. Hiç merak etmemiz de gerekmiyor. Bunu kendi toplumumuz için merak edebiliriz. Bu toplumun içindeyiz. Nabzını tutmak, gelişme süreçlerini sezmek çok önemli. Özellikle öncü rolü oynaması gereken devrimci bir parti için. Ama hiçbir devrimcinin, acaba öncelikle dünyanın neresinde ve ne zaman patlayacak, bunu bilme şansı yok, bunu bilmesine gerek de yok.

TKİP III. Kongresi’nin bildirisinin temel önemde bir saptaması ile toparlamak istiyorum. Sözkonusu bildiride, insanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır; bunalımlar ve savaşlar halen gözümüzün önünde yaşanan, seyreden olgular durumundadır; ama kuşku olmasın ki devrimler de bunları izleyecektir, zira ilk ikisini hazırlayan tarihi-toplumsal zemin üçüncüsünü de hazırlayan o aynı zemindir, deniliyor. Orijinal biçimiyle okuyorum:

İnsanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar ve savaşlar halen günümüz dünyasına damgasını vuran yakıcı olgulardır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu iki olgusal gerçek, yeni bir devrimler döneminin de dolaysız bir habercisidir. Dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin kapitalist bunalımların ve emperyalist savaşların büyük yıkım ve acılarına yanıtı bir kez daha devrimler olacaktır. Dünyanın dört bir yanında ve elbette Türkiye’de de...”

20. yüzyıla analoji var burada. İnsanlık, kapitalist sistemin kudurganlığına, yarattığı çok yönlü yıkıma, yarattığı bunalımlara ve yolaçtığı savaşlara karşı çaresiz, eli kolu bağlı kalmayacaktır; çıkışı bir kez daha devrimlerde arayacaktır, tüm dünyada ve elbette Türkiye’de de, söylenmek istenen bu. Bu “tüm dünya”ya gördüğünüz gibi beklenmedik bir şekilde Tunus girebiliyor, Mısır girebiliyor. Dün Endonezya girmişti, Suharto devrilmişti. Arnavutluk girmişti, ülkenin yarısı silahlı ayaklanmayla ayağa kalkmıştı. Latin Amerika’nın sol hükümetlerini yaratan büyük isyanlar girmişti. Akdeniz’in kuzeyini, Yunanistan’ı ayağa kaldıran olaylar yaşanmıştı. Bütün bunlar hep bunun içinde.

Saldırı ve yıkım politikalar dünya çapında uygulandı. Küreselleşme saldırısı bunu ifade ediyordu. Böyle olunca, bunların yarattığı toplumsal hoşnutsuzluk birikiminin şu veya bu şekilde dünyanın herhangi bir ülkesinde ya da ülkeler grubunda, şu veya bu zamanda patlak vermesi hiçbir biçimde şaşırtıcı değildir, olmayacaktır. İktisadi ve sosyal açıdan tüm kapitalist dünya buna aday. Kuşkusuz iktisadi ve sosyal koşullar kendi başına yeterli değil. Her bir ülkenin bir de kendine özgü koşulları var. Kendine özgü tarihi, kültürel koşulları, etnik ve dini yapıları, dünden kalan toplumsal mücadele birikimi vb., bir dizi başka etken var. Dolayısıyla toplumsal hoşnutsuzluk birikimi ortak zeminini, her bir toplumun kendi özgünlüğü üzerinden düşünmek gerekir. Her toplumun kendi prizması var ve ortak paydayı oluşturan sorunlar bu prizmadan yansıyarak kendini ortaya koyar.

Diyalektiğin temel bir yasasıdır. Evrensel olan özgül olanın üzerinden yansır. Hiçbir şeyi evrenselliği içinde göremezsiniz. Evrensellik bir soyutlamadır, bir genellemedir. Özgünlüğü, özgül yansımaları üzerinden görüp somutlayabilirsiniz onu. Hani denilir ya, gerçek her zaman somuttur. Gerçeklik kendini kendi somutluğu içinde gösterir. Dolayısıyla toplumsal mücadelenin, giderek de patlamaların nerede ne zaman gerçekleşeceğini, hangi biçimler ve boyutlar üzerinden ortaya çıkacağını aynı zamanda her bir toplumun kendi özgün koşulları belirler.

Demek istiyorum ki, dar ve kısır bir ekonomik-sosyal indirgemeci yaklaşım yok anlatmaya çalıştığım dünya tablosunda. Ama son tahlilde de sözünü ettiğim ortak zemin var ve son tahlilde olup bitecekleri de belirleyen zemindir. Son tahlilde sömürü sisteminin, sınıflar sisteminin, mülkiyet ilişkilerinin olduğu bir genel zeminde, bunun üstüne binmiş ağır bir sosyal yıkım, neoliberal saldırı, bunu tamamlayan, bunun güvencesi ve aracı olarak baskı, kölelik, aşağılanma, hiçe sayılma varsa, bunlar da müzminleşmişse, bu bir yerde kendini bir patlama olarak gösteriyor. Kaldı ki, dünya küreselleştiği için, bunu burada pozitif anlamda kullanıyorum, bu patlamalar bulaşıcı da oluyor. Sınırlar bir anda yıkılıyor.

Kapitalizm tarihinde buna benzer bir durum ilk olarak 160 yıl önce, Avrupa’da 1848 Devrimleri fırtınası ile yaşandı. 1848 dünyasında ulaşım ve iletişim henüz son derece geri ve sınırlıydı. İngiltere üzerinden demiryolu kullanımının gündeme gelişi henüz yirmi yıllık, ABD üzerinden telgraf kullanımının gündeme gelişi ise henüz yalnızca birkaç yıllık bir olaydı. Ama yine de dünya, daha doğrusu o günün dünyası sayılan Avrupa, hayli küçülmüş sayılırdı. Fırtına 22 Şubat’ta Paris’te patlak verdi, 11 Mart’ta Viyana ve Prag’a, 17 Mart’ta Berlin’e sıçradı. Ardından İtalya’da bir dizi kente, öteki bazı Avrupa ülkelerine yayıldı.

Bugünden baktığımızda, dünya o zaman henüz çok büyüktü. Ama sanayi devriminin 50 yıl sonrası üzerinden baktığımızda, 1848’ler dünyası, sanayi devriminin başlangıç evresine göre de hayli küçülmüştü ve dolayısıyla etkileşim büyüktü. 160 sene sonra bugün ulaşım, iletişim ve dolayısıyla da etkileşim artık o zamanlarla kıyaslanamaz ölçülerde. Artık devrimler için birkaç gün sonra gelecek güvenilir haberler beklemiyoruz. Saati satine internetten haber olarak, televizyondan canlı görüntü olarak izliyoruz. Bu hiçbir dönemle kıyaslanamaz boyutlarda ve güçte yoğun bir etkileşim olanağıdır. Günü geldiğinde bu etkileşimin apayrı bir etkisi olacaktır. Bugün için burjuvazi onu kötüye kullanıyor ve bir dizi araçla dengeliyor, zaafa uğratıyor olsa da.

Bütün bunları bir kez daha şöyle toparlıyorum. İnsanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar dünyanın genel bir gerçeğidir bugün. Savaşlar, genel bir emperyalist dünya savaşı olarak değil ama onun ilk hazırlıkları, ilk çatışmaları, ilk muharebeleri olarak halen gözler önündedir. Devrimler devrim olarak henüz yok ama devrimlere varabilecek ilk kıvılcımlar olarak bugün gene gözler önündedir. Tunus, Mısır vb. olaylar da bunun günümüzdeki yeni kıvılcımlarıdır. Büyük depremin ilk öncü sarsıntılarıdır bunlar.

Bu bakış açısı çok önemli. TKİP III. Kongresi’nin o kısacık bildirisinde bile, bu bakış açısı, partimizin bütün bir hazırlığını, örgütsel konumlanışını, çalışma tarzını, kadro yapısını, mücadele anlayışını, değerler sistemini belirlemektedir deniliyor. O kısacak bildiride bile bu bakış ile güncel tutum ve davranışlar bütünü arasında dolaysız bir ilişki kuruluyor. Bildiride yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine işaret eden paragraf hemen ardından şöyle devam ediyor:

Bu tespit partimizin tüm mücadele, çalışma ve örgütlenme çabasının belirleyici ana ekseni durumundadır. Partimiz tüm güncel devrimci görev ve sorumluluklarına buradan bakmakta, geleceğin büyük mücadelelerine bu bakış açısı ile hazırlanmaktadır. Her biçimi ile burjuva gericiliğinin Türkiye toplumunu boğucu bir kuşatma altında tutması güncel olgusu geçici olmaya mahkumdur. Kapitalizmin onulmaz çelişkileri karşı konulmaz bir biçimde Türkiye işçi sınıfını ve emekçilerini bir kez daha devrimci sınıf mücadelesi alanına yöneltecektir. TKİP bu bilinçle, bundan beslenen bir devrimci güven ve iyimserlikle hareket etmekte, tüm güncel çabasını bu süreci hızlandırmaya yoğunlaştırmakta, bunu ise şaşmaz biçimde proletarya devrimi hedefine bağlamaktadır.

Partimizin bilincine, pratiğine ve tüm hareket tarzına sinmiş bu bakış açısı, doğal olarak kongremizin gündemindeki sorunları ele alışını da belirlemiştir.” (TKİP III. Kongresi Bildirisi)

Geçen yılın son aylarında yine burada TKİP III. Kongresi’ni konu alan bir konferans vermiştim. O zaman altını çizdiğim önemli noktalardan biri de şuydu:

Demiştim ki, şu geride bıraktığımız aylar içerisinde, kısa aralıklarla iki partinin kongresi gerçekleşti. Bu partilerden birinin kongresinden çıka çıka legal alana yeni bir düzeyde geçiş, yani yasal parti çıktı. Demek ki rejimde bir yumuşama bekleniyor ve Türkiye’nin görünür geleceğinde bir sosyal durgunluk öngörülüyor, bundan da barışçıl hazırlık sonucu çıkarılıyor. Yasal parti her zaman barışçıl hazırlıkla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Aynı zamanda rejimin yumuşayacağı, demokrasinin olanaklarının genişleyeceği, dolayısıyla yasal çalışma olanaklarının çoğalacağı düşüncesi var ve yasal parti aynı zamanda bunun ürünü olarak gündeme getiriliyor.

Aynı dönemde bir başka parti daha kongre yapıyor, diye eklemiştim. Bu partinin kongresinden ise, tıpkı iki yıl önce yapılan II. Kongre’sinde olduğu gibi, bir kez daha devrimci örgüt yaşamsaldır, tespiti ve vurgulu çağrısı çıkıyor. Düzene karşı sağlam bir devrimci konumlanış, parti örgütünün bu temelde çok yönlü olarak devrimcileştirilmesi, devrimci iç yaşamının güçlendirilmesi, sınıf eksenli partiye geçiş vb., vb. bunu tamamlıyor. Yasal partiyi seçenler, partiyi herkese açıyorlar, bunun için sokaklara kayıt büroları kuruyorlar. Devrimci örgüt yaşamsaldır diyenlerse partinin saflaştırılması, sağlamlaştırılması, devrimcileştirilmesi, bununla çelişen unsurların ayıklanmasından sözediyorlar. Biri reforma/barışçıl bir döneme hazırlık, ikincisi devrime hazırlık anlamına geliyor, görevler buna göre saptanıyor, tercihler buna göre yapılıyor. Biri şekilsiz bir ezilenler partisi, diğeri sınıf eksenli devrimci bir parti olmak peşinde.

Sınıf eksenli parti ne demek? Sınıf eksenli devrime hazırlık demek. Sınıf eksenli devrim olmadı mı ne olur? Tunus ve Mısır’da ne olduysa işte o olur! Bunlar son derece önemli ayrım çizgileri. Mısır’ı alacağız, başarısız 1905 Devrimi ile karşılaştıracağız. Görünürde başarılı “Mısır devrimi”ni alacağız, gerçekte başarısız 1905 Devrimi’yle karşılaştıracağız. Neden 1905’e devrim dediğimizi, neden Mısır’daki “devrim”e gerçekte ancak bir halk isyanı diyebileceğimizi enine boyuna tartışacağız. Bunu burada, bu tartışmanın içinde yapacağız. Böylece konumuzun da daha somut alanına girmiş olacağız.

Bir kez daha tekrarlıyorum, bu olaylara hep bir tarihi dönemin içinde bakacağız. Mısır’ın ya da Tunus’un derinlikleri bizim için esasa ilişkin bir önem taşımıyor. Biz Türkiyeli devrimcileriz, biz bu ülkelerde olup bitenleri ancak genel dış çizgileri içinde görebiliriz. Tunus’ta ve Mısır’da bu tür bir hareketlenme beklemiyorduk, ama patlak verdiğinde de buna hiçbir biçimde şaşırmıyoruz. Başka herhangi bir ülkede patlak verseydi yine şaşırmazdık.

Fay hatlarındaki enerji birikiminin saptanması toplumsal devrimler için çok daha zordur, sorun burada çok daha karmaşıktır. Ama yine de bir dönem öngörülebilir. O fay hatları ilk sinyalleri bize gönderebilirler ve işte gönderiyorlar da. Bugün Ortadoğu bir bütün artık. Bunu olaylar gösterdi. Ama bu bütünlüğü sağlayan bir tarih var, bir kültür var, bir dil birliği var. Yani bir rastlantı değil bu. Hani, toplumların özgünlüğü, kültürel yapısı, etnik yapısı demiştim ya... Dikkat edin, bu koşullar sağlıyor sözünü ettiğim bütünlüğü. Ortak payda altında topluyor. Bunlar aynı tarihin ve aynı kültürün insanları. Abbasiler’in, Endülüsler’in, Emeviler’in... Sömürge döneminde de Osmanlı’nın sömürgesiydi bunlar. Sonra Fransız ve İngiliz emperyalizminin sömürgesi oldular. Onlar yapay bir biçimde bölündüler. Tabii bu bölünme belli sonuçlar yaratmamazlık edemezdi, belli bakımlardan farklılaştırdı bu toplumları. Ama tarihin ve kültürün derinliklerinden gelen ortak özellikleri silemezdi ve böyle hareketlenmeler döneminde bu ortak yönler önplana çıkabiliyor.

Buraya kadarki anlatımım içerisinde, Tunus’la başlayan, Mısır’la devam eden, giderek genel Ortadoğu sarsıntısı olarak süren olayların sadece bugünkü dünya tarihi içerisinde nasıl görülmesi gerektiğine ilişkin bir sunum yapmış oldum. Şimdi Tunus ve Mısır’da yaşananlara daha somut biçimde bakabiliriz.

(Devamı var...)

(tkip.org sitesinden alınmıştır...)

 

 

 

 

Süveyş Kanalı grevi
kararlılıkla sürüyor

Mısır’da halk ayaklanmasının zafere ulaşmasında tayin edici rol oynayan işçi sınıfı yeniden grevler örgütlüyor. Süveyş Kanalı Yönetimi (Suez Canal Authority-SCA) bünyesinde çalışan 5 şirkette başlayan grev 3. haftasını geride bıraktı.

Grev toplam 7 şirket bünyesinde başlamış, 2 şirkette ise 6 Temmuz günü askıya alınmıştı. El-Mawany ve El-Temsah isimli şirketlerin işçileri, kendilerine ordu görevlilerince taleplerinin karşılanacağına dair söz verildiğini, bu yüzden taleplerin karşılanmasını beklemek için bir hafta süreyle greve ara verdiklerini açıklamışlardı.

Grevde olan yaklaşık 2200 işçi, haksız uygulamalara son verilmesini ve düşük ücretlerin düzeltilmesini istiyor.

Greve devam eden 5 şirketteki işçiler adına Al-Ahram gazetesine konuşan sözcü Ali Sharaawy taleplerini şöyle sıraladı:

Ücretlerde yüzde 40 artış, yüzde 7 ikramiye artışı, yemek ödeneklerinde artış ve Süveyş Kanalı Yönetimi Başkanı Ahmet Fadel’in istfa etmesi”

Sharaawy, talepleri karşılanana dek greve devam edeceklerini de vurguladı.

İşçilerin iradesi polis ablukasıyla da kırılmak isteniyor. SCA’nın ana girişi polisler tarafından ablukaya alınırken, içeriye basın emekçilerini alınmadığı ifade ediliyor.

SCA işçileri Port Said, İsmailiye ve Süveyş başta olmak üzere limanlarda oturma eylemine de başladı. Grev nedeniyle ülkenin telekomünikasyon tekellerinden olan Necip Saviris’e ait gemilerin ve yatların servis dışı kaldığı belirtildi.

Mısırlı işçilerin grev ve eylemleri önemli bir noktada duruyor. Zira, dünya deniz ticaretinin yüzde 8’i Süveyş Kanalı’ndan geçiyor. Mısır’daki ABD yatırımının en büyük parçası, Süveyş kanalı kıyıları boyunca uzanan SuMed boru hattını da içine alacak biçimde petro-kimya sanayine bağlı durumda. SuMed boru hattı günde 2.5 milyon varil petrol taşıyor ve bu boru hattı Basra Körfezi’ni aşmak için inşa edilmiş, Suudi Arabistan’ın yeni Kızıl Deniz petrol terminallerine bağlı ağın da bir parçasını oluşturuyor.