02 Aralık 2011
Sayı: SİKB 2011/45

 Kızıl Bayrak'tan
Emperyalist saldırganlığa ve faşist teröre karşı mücadeleye!
Ülke toprakları komşu halklara saldırı üssü haline getirilemez!
Zulmünü arttırdıkça
çöküşü hızlanıyor!
KESK’lilere 156 yıl hapis
Özrü kabahatinden büyük olanlar, kanlı bir tarihi özürle temize çıkaramaz - H.Eylül
“Dersim özrü samimiyetsiz”
Genel Kurul öncesinde “Güç Birliği” sorgulandı
26 Kasım toplantısı ışığında Türk-İş Genel Kurulu
İnsanca yaşanabilir asgari ücret için mücadele saflarına!
İmpo işçisi kazandı
Mutlak sömürü, mutlak kölelik ve makinalaşan işçi - Volkan Yaraşır
Reformizm ve devrim
Mısır’da sınıflar
mücadelesinde yeni evre
Avrupa’da grev dalgası
Neo-Nazilerin arkasında Alman tekelci polis devleti var!
S21 karşıtı mücadelede referandum ve sonuçları üzerine...
Basel’de “İşçilerin Birliği, Halkların Kardeşliği Gecesi"
Avukatlık mesleği piyasanın ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendiriliyor!
Yine, yeni, yeniden: Yetkin mühendislik/1
Mücadele gününde kadınlar alanlardaydı.
Yola çıkan taşlar ve yola koyulan “baş”lar - G. Umut
“Özel Yetkili mahkemeleri
boykot edebiliriz”
Zindan katliamına yalan perdesi!...
Ekim Devrimi'nin ışığında
mücadele çağrısı
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Reformizm ve devrim

80’li yılların ilk yarısı dizginsiz bir karşı-devrim dönemi oldu Türkiye’de. Aynı on yılın ikinci yarısı ise, Gorbaçov’la başlayan “yeni düşünce” rüzgarının sertçe estiği, Doğu Avrupa’nın çürümüş bürokratik rejimlerinin çözülüp çöktüğü, bundan aldığı güçle dünya burjuvazisinin devrim ve sosyalizm düşüncesine karşı yığınları ve devrimci güçleri hedef alan muazzam boyutta bir ideolojik ve moral saldırıya giriştiği yıllar olarak yaşandı uluslararası planda. Son on yılın birbirini izleyen bu iç ve uluslararası olaylarının birbirini tamamlayan karmaşık etkileri, Türkiye sol hareketi bünyesinde önemli boyutlarda bir ideolojik çöküntü ve çürüme yarattı. Kendini ideolojik, politik ve örgütsel tüm alanlarda bütünüyle düzenin “meşru” sınırlarına uyarlayan ve bağlayan liberal reformist bir tortu çıkardı ortaya. Solcu aydınların büyük bir kesimi ile dünün devrimci bugünün yorgun, yılgın, umutsuz ve inançsız küçük-burjuva öğelerinden oluşan bu tortu, şu günlerde yasal parti olarak ifade bulma çabası içindedir.

Şu an için kendini hukuksal bakımdan bir kaç farklı partide ifade etme eğilimindeki bir kaç şekilsiz kümeden oluşmakla birlikte, gerçekte temel özelliklerinde ayniyet gösteren bir tek siyasal akımdır sözkonusu olan. İdeolojik özü, Marksizm-Leninizmin devrimci teorisine ve devrimci taktik ilkelerine burjuva liberal konumdan tam bir karşıtlıktır. Toplumsal devrim ve devrimci sınıf mücadelesi düşüncesinin açık bir reddidir. Sosyalizm düşüncesinin bilimsel materyalist temelinden ve ihtilalci sınıf özünden arındırılarak, bu şekliyle burjuvazi için kuşkusuz bütünüyle kabul edilebilir, bir ahlaki tercih sorununa indirgenmesidir. Devrimci sınıfı toplumsal devrime başarıyla götürebilecek biricik araç olarak ihtilalci sınıf partisi fikrine düşmanlıktır vb. Üstelik tüm bunlar “yeni düşünce”, “marksizmin yenilenmesi” olarak sunuluyor. Gerçekte ise esasa ilişkin bir “yeni”lik yok burda. Tüm bunlar, ömrü yüzyılı bulan o eski bernştayncı düşüncelerden, sosyal-demokrasinin o klasik düşünsel temelinden başka bir şey değildir. Belki şu farkla ki, günümüz dünyasında bunlar, çevre sorunu, nükleer savaş tehlikesi vb. “global insanlık sorunları”ndan hareketle bugüne özgü sayılabilecek bazı ek gerekçelere dayandırılmak istenmektedir. Öte yandan, sosyal-reformizmin bu ideolojik platformu yine de yaşadığımız tarihsel koşulların ürünüdür. O, dünya kapitalizminin sağladığı geçici üstünlüğün bir ürünü, bu üstünlük temeli üzerinde dünya gericiliğinin yürüttüğü sosyalizm öldü, Marksizm-Leninizm iflas etti propagandasının bir yankısıdır.

Bu akımın politik programı ise, uluslararası gericiliğin, artık devrimler dönemi kapandı, evrensel demokrasi ve barış dönemi başladı, kapitalizmin en son ve ebediyen varolacak bir toplumsal sistem olduğu kanıtlandı propagandasının bir yansıması durumundadır. Doğal olarak kurulu düzen ve mevcut egemen sınıf iktidarı onlar için yıkılıp tasfiye edilmesi gereken hedefler değil, esas alınması gereken temellerdir. Amaçlar bu çerçevede saptanmakta, onlara bu çerçeve içinde ulaşılmak istenmektedir. Devrimi ve iktidar mücadelesini reddeden bir teorik perspektifin mantıklı sonucudur bu. Amaçlanan ise kapitalizmin yenilenmesi ve burjuva siyasal düzenin demokratikleşmesidir. Dahası bu amaca burjuvaziye rağmen değil, onunla işbirliği içinde ulaşılacağı öngörülmektedir. Kısaca modern sınıflı toplumda gündeme getirilen her reformist program gibi bu da bir kapitalizme kölelik, burjuvaziye uşaklık programıdır. Uygulama şansı olmadığı için de gerici bir liberal ütopyadır.

Yalnızca sıcak bir örnekle yetinelim: Kürt sorunuyla ilgili olarak bu program “her türlü şiddeti” dışlayan “barışçı” bir çözüm önermektedir. Böylece yaşamın katı toplumsal-siyasal gerçeklerinin yerine gerici liberal düşler konmaktadır. Tüm Cumhuriyet dönemine damgasını vuran bir tarihsel inkar politikasını Kürt halkı ancak devrimci şiddet kullanarak boşa çıkarabilmiştir. Sorun çözüm gündemine ulusal eşitlik ve özgürlük uğruna verilen şiddete dayanan mücadeleyle girebilmiştir. Her şey bir yana, burjuvazinin bu liberal ve şoven uşakları, geçtik çözümünden, sorunun kendisini bile ancak bu sayede açıkça tartışabilme olanağı bulabilmişlerdir. Öte yandan, burjuvazi de bağımsız devlet kurma hakkına razı olamayacağına göre, o da ancak şiddete başvurarak çözüm aramak zorundadır. Zaten yaptığı ve hep yapacağı da budur. Karşılıklı şiddetin nesnel toplumsal-siyasal bir mantığı var. Burjuvazinin gerici ve sömürgeci şiddeti karşısında, Kürt halkının meşru hakları uğruna haklı devrimci şiddetini savunmak ve desteklemek yerine, “her türlü şiddeti dışlayan” barışçı bir çözüm hayal etmek, sömürgeci politikaya uşaklıktan başka bir anlam taşımaz. Sosyal-reformizmin tüm öteki sorunlardaki yaklaşımı, onlara ilişkin “çözüm” önerileri de benzer biçimde aynı kapıya çıkar. Büyük gerilimlere, daha şimdiden ciddi toplumsal çatışmalara gebe bir toplumda, tüm temel sorunlar ya devrimci sınıfların zora dayalı mücadelesiyle çözülür, ya da bu aynı sorunların çözümü egemen burjuvazinin gerici zoruyla engellenir. Ortası yoktur bunun.

Kendini bütünüyle yasal çerçeveye uyarlamış, oyunu burjuva politik yaşamın özenle çizilmiş sınırları içinde oynayan, içinde her türlü çelişik, karışık ve şekilsiz eğilimin cirit attığı gevşek bir yasal parti ise, bu akımın örgüt çizgisini oluşturmaktadır.

Tüm bu ideolojik, politik ve örgütsel öğelerle “yenilenmiş” olarak Demirel’in karşısına çıkan TBKP yöneticilerine Türk tekelci burjuvazisinin bu has sözcüsünün söyledikleri, sorunun özünü belki de sayfalar dolusu ideolojik eleştiri ve teşhirden daha güçlü sergilemektedir: “Değişik, farklı görüşler olacak. Meşru zeminlerde kalıp meşru mücadeleyi benimsediği sürece bence korkulacak bir şey yoktur. Devleti ürküten bunun dışına çıkılmasıdır. O zemin yetmiyorsa, onun genişletilmesi için çalışılmalıdır. Biz de bunun sıkıntısını çekiyoruz. Bizim korkumuz, devletin korkusu yeraltıdır. Yerüstünde kalındıkça mesele yoktur.” (5 Haziran 1990)

Evet, gerçekten de düzen ve devlet için mesele yoktur. Reformist akım düzenin yeni bir öğesi, uysal bir kölesidir artık. Kenidini devletle özdeş tutan tecrübeli Demirel’in tescil ettiği gerçek budur.

*

Demirel’in aynı zamanda sol’un hala devrimci kesimlerine bir ehlileşme çağrısı olan vurgusu, öte yandan sorunun asıl önemli yönünü bir gizleme çabasıdır da. Yeni reformist akım düzen ve devlet için bir “mesele” olmak bir yana, Türkiye’nin bugünkü koşullarında, Türkiye burjuvazisinin bugünkü çözümsüzlükleri ortamında, önemli bir olanaktır. Toplumsal bir yangının tutuştuğu bir ülkede, bu yangını büyümeden söndürmek, hiç değilse sınırlayıp kontrol altına alabilmek için bir dizi farklı misyonu yerine getirebilecek toplumsal itfaiyecilere ihtiyaç vardır. Burjuvazinin reformistleri bağrına basması, basında sola karşı kullandığı misyonerleri aracılığıyla büyük propagandalara konu etmesi asıl anlamını bu noktada buluyor.

Buna biraz daha yakından bakalım.

SHP Genel Başkanı Erdal İnönü, bu yılın başlarında (17 Şubat 1990), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanlar toplantısındaki konuşmasında, şu tespiti yaptı: “Türkiye hızla, kökeni ekonomik çözümsüzlük olan sosyal patlamaların sınırına yaklaşıyor.”

Bu tespitte şüphesiz bir yenilik yok. Marksistlerin ve devrimci demokratların bu ortak görüşü, burjuvazinin basın, sendikalar, üniversiteler ve bir dizi başka alandaki uşakları tarafından burjuva sosyolojisinin kendine özgü terimleriyle son birkaç yılda sık sık dile getirilmiştir. Fakat İnönü’nün, Türk burjuvazisinin bu hep soğukkanlılığı ve yumuşakbaşlılığı ile övgü alan sözcüsünün, bilinen bir gerçeği sert bir uyarı olarak dile getirdiği platforma özellikle dikkat edilmelidir. Burjuva politika sahnesinin önde gelen temsilcileri, bu tür toplantılara, o günün koşullarında öne çıktığına inandıkları kendine özgü misyonları konusunda sermaye temsilcilerini ikna etmek üzere çıkarlar. Şüphe yok, toplumsal patlamalar sınırına yaklaşılmışsa eğer, SHP’nin kendine özgü misyonu da özel ve güncel bir önem kazanmış demektir. Yangın tutuşmaktaysa, itfaiyecinin önemi ve değeri artmıştır. İnönü’nün mesajı budur.

Toplumsal kaynaşmalar döneminde yığınları ve devrim güçlerini yalnızca baskıyla, yalnızca şiddet yöntemleriyle dizginlemek ve yenilgiye uğratmak güçtür. Asıl politika bu olmakla birlikte, burjuvazi bunun hizmetinde, bunu tamamlayacak ve kolaylaştıracak biçimde öteki yöntemleri ve araçları da kullanır: Yığınları ve devrimci güçleri şaşırtmak, aldatmak, oyalamak, saflarını içten içe bozmak, kargaşaya sürüklemek, moral açıdan yıkmak vb. Toplumsal itfaiyecilerin rolü bu alanda ortaya çıkar. Onlar tek bir kategori değil, birbirini farklı nitelikteki misyonlarla tamamlayan bir dizi halka oluştururlar. Kaba burjuva reformizminin rolü başkadır, sosyalist maskeli reformistlerin rolü daha başka. SHP’nin rolü başkadır, TBKP ve Sosyalistlerin Birlik Partisi gibi partilerin rolü daha başka.

Toplumsal hareketlilikleri ve devrimci gelişmeleri yalnızca baskı ve zorla ezme değil, yanısıra reformist akımlardan yararlanarak dizginleme ve şaşırtma konusunda, Türk burjuvazisi evrensel davranış çizgisine uygun hareket etmiştir tüm tarihi boyunca. Denebilir ki buna daha İttihat ve Terakki döneminde başlamış, Kemalistlerin ilk anlarından itibaren sahte komünist partisi ve zubatovcu türden polis sendikaları ile sürdürmüştür. Nedir ki o dönemler karşılaştığı sorunlar henüz çok önemsiz, başvurduğu bu tür yöntemler ise son derece ilkel ve kabadır. Türk burjuvazisi asıl sorunlarla, toplumu saran ve sarsan devrimci kitle kaynaşmalarıyla ancak şu son otuz yılda yüzyüze kalmış, reformist akımlardan yararlanma maharetini de asıl bu dönemde sergilemiştir. Son otuz yılda iki devrimci yükselişle yüzyüze kalan burjuvazinin, bunların önünü almak ve ezmeyi kolaylaştırmak için geliştirdiği ve uyguladığı politikalarda reformist akımların dolaylı ya da dolaysız hep belirgin bir yeri olmuştur.

‘60’lardaki devrimci kitle hareketliliklerini “ortanın solu” akımıyla kontrol altına almaya çalışan sermaye düzeni, bu arada dönemin sol hareketine egemen burjuva sosyalist akımların oynadıkları dizginleyici ve saptırıcı rolden azami şekilde yararlanmıştır. “Ortanın solu” akımı yığınların sola açılan kesimlerini, burjuva sosyalist akımlar ise sosyalizme yönelen kesimlerini kontrol altına almış, yığın hareketliliğini burjuva düzenin sınırları içine hapseden zincirin halkaları böylece birbirini kendiliğinden tamamlamıştır.

‘70’lerin ikinci yarısına yayılan devrimci yükseliş döneminde durum biraz daha karmaşıktır. Artık sahnede kentlerde ve kırlarda geniş kitleleri etkileyebilen çok sayıda gruptan oluşan bir devrimci hareket de vardır. Sermaye düzeni yığınların hoşnutsuz ve sola açılan kesimlerini Ecevit ve CHP’si ile kontrol etmeye çalışırken, DİSK’in sendika bürokrasisi aracılığıyla işçi sınıfının en gelişmiş kesimlerini denetim altında tutan ve CHP’nin yedeğine veren revizyonist akım da bu yolla düzene paha biçilmez bir hizmet sunmuş oldu. Öte yandan bu aynı dönemde gerek CHP reformizmi gerekse revizyonist hareket ideolojik ve politik bakımdan devrimci hareketi zaafa uğratmış, mücadeleye güç kaybettirmiştir. Devrimci hareket üzerinde reformist etkinin bir kaynağı ve aracısı solun revizyonist kesimi idiyse, öteki kaynağı da bizzat kendi politik perspektiflerinin buna açıklığı idi. Kapitalist düzenin toplumsal iktisadi temeline yönelen bir kavrayıştan uzak sığ bir anti-faşist demokrasi perspektifi, genel olarak ise burjuva demokratik devrim perspektifi, burjuva reformizmi için kuvvetli bir etki sahası oluşturmuştur. Devrimci demokrasiyle benzer temaları ve şiarları yoğun bir politik demagoji eşliğinde kullanan burjuva reformizmi, bu yolla devrimci bir hareketliliği yaşayan yığınları kendine çekmekte belli bir başarı sağlamakla kalmamış, devrimci saflarda bile zayıflığa ve tereddütlere yol açabilmiştir.

Sonuç olarak, ´70´li yıllarda, burjuva reformist akım ile solun reformist kesiminin (revizyonist hareketler toplamı) birbirine eklenen halkaları bir kez daha devrimi dizginleme ve zaafa uğratmada sermaye düzenine büyük bir hizmet görmüş oldu.

İnönü´nün sözleriyle, “kökeni ekonomik çözümsüzlük olan sosyal patlamaların sınırına” hızla yaklaşılan bugünün Türkiye´sinde ise koşullar bir hayli farklıdır. Reformizmin oynayabileceği gerici rol de bu farklı koşullara göre biçimlenmektedir. Yığın hareketindeki devrimci gelişme ihtimaline karşı reformizmin burjuvaziye sunacağı hizmet kabaca üç boyutludur. Yığınları tutabilmek ve oyalayabilmek ilk boyuttur. İşçi sınıfının yaşamakta olduğu eylemlilikte özel bir rol oynayan ve sosyalizme açık bir eğilim duyan ileri işçi kuşağını tutabilmek ikinci boyuttur. Kitle hareketlerini sürüklemeye aday devrimci hareketi içten içe bir ideolojik politik kargaşaya itmek, zayıflığa ve güvensizliğe sürüklemek ise bir üçüncü boyut. Birinci alanda fazla bir şey yapma gücü ve yeteneği olmayan sosyal reformist akımın burjuvaziye asıl hizmeti son iki alanda olacaktır.

Genel olarak söylemek gerekirse, içinde bulunduğumuz zaman kesitinde uluslararası gelişmeler reformist akım için bir güç kazanma ve etki alanını genişletme kaynağı iken, Türkiye´nin kendi iç dinamikleri tersine onun etki alanını daraltacak yönde gelişmektedir. Yakın zamana kadar daha çok 12 Eylül karşı-devrim döneminin sol hareket üzerinde tahribatının ürünleriyle güçlenen reformizm, bugün artık esas olarak dıştan esen rüzgarların etkisini devşiriyor. İç gelişmeler artık onun aleyhine işliyor. Türk burjuvazisinin karşı karşıya bulunduğu sorunlar her zamankinden ağır, manevra alanı ise son derece dardır. Bu nesnellik, bugün kendini artık sosyal-demokrasi olarak adlandıran akımın oynayabileceği rolü de geçmişe göre hayli sınırlamaktadır. Bugün artık yığınlara geçmişteki gibi heyecan veren bir “umut” olunamamaktadır.

Tüm bunlar reformizmi ve ona karşı bir an dahi ihmal edilmemesi gereken mücadeleyi küçümsemek için mi? Şüphesiz değil. Fakat reformizmi küçümsemek kadar, onun etki imkanlarını abartmak da tehlikeli ve zararlıdır. Zira bunun öte yüzü devrim olanaklarını küçümsemek anlamına gelir. Doğru tutum onu zayıf ve güçlü yönleriyle tanımak ve kavramaktır. Kritik nokta, hiç değilse bugün için, burjuvazinin reformist akımı yığınlardan çok devrimci harekete karşı kullanmak istemesidir. Dünyadaki ters gelişmelere rağmen Türkiyeli marksistlerin ve devrimcilerin devrim ve sosyalizm yolunda kararlı bir tutum, güçlü bir enerji sergilemeleri Türk burjuvazisini şaşırtıyor ve tedirgin ediyor. Bu tedirginlikle sosyal reformizme planlı bir çabayla sahip çıkıyor ve devrimci hareketi zaafa uğratmada ondan yararlanmak istiyor.

Nedir ki devrimci hareket kritik safhayı atlatmıştır. Doğu Avrupa’daki gelişmelerin yıkıcı etkisi göğüslenmiştir. Öte yandan, liberal eğilim ve öğelerle çelişip çatıştığı ölçüde ileriye dönük bir ideolojik atılıma yaklaşmaktadır. Burjuva devrim ufkuyla oluşmuş politik perspektifler aşıldığı ölçüde, reformizmin devrimci hareket üzerindeki ideolojik etki alanı da daralacaktır. Türkiye’nin devrimci atılımlara ve bir toplumsal devrime uygun nesnel ortamında, geçmişten ve uluslararası kaynaklardan gelen ideolojik-politik zayıflıklardan arınılabildiği takdirde devrimci gelişmeleri başarıyla sürükleme imkanı bulunacak, reformizmin bozucu etkisi kolayca boşa çıkarılabilecektir. Devrimci hareketin genelinde bu bakımdan hala ciddi zayıflıklar var. Ama leninist kesimde oluşan net perspektifler hareketi ileriye çekmede önemli bir şans ve güvencedir.

Öte yandan, gelişen işçi hareketinin ortaya çıkardığı öncü işçi kuşağının sosyalizme, devrimci mücadele çizgisine ve ihtilalci örgüt yapısına duyduğu kuvvetli eğilim, birinciyi tamamlayan bir başka güvencedir. Aydınlar ve küçük-burjuva ögeler safları terk ederlerken, sınıf bilincine ulaşan işçiler safları dolduruyorlar. Burjuva demokratik içerikli temaların terkedilmesi aydınları hareketten koparıyorken, sınıfsal vurgular, anti-kapitalist perspektif, sosyalist devrim ve sosyalist demokrasi şiarları öncü işçiler içinde heyecanlı bir destek buluyor. Tutarlı devrimci perspektifler biricik tutarlı devrimci sınıfın şahsında toplumsal dayanaklarına kavuşuyorlar.

Tüm bunlar burjuvazinin özenli ve planlı gayretleriyle devrimci saflara akıtılan reformizm mikrobunun gerçek birer panzehiridir.

(Ekim, Sayı: 34, Temmuz 1990, Başyazı)