13 Ocak 2012
Sayı: SYKB 2012/02

 Kızıl Bayrak'tan
İşçi sınıfının gündeminde örgütlenme, dayanışma ve birleşik mücadele olmalıdır!
Anayasa tartışmaları yeniden ısıtılıyor!
Esenyurt’taki Roboski protestosuna tutuklama terörü!
Karadağ cinayeti davası: Polis vuruyor, mahkeme koruyor!
Faşist baskı ve terör
sökmeyecek!/ BDSP
"Aktif taşeronluk sürecek” mesaji
Cuntanın iddianamesinden saçılanlar..
Kölelik saldırıları kapıda!
Sendika yöneticileri taşeron sistemini değerlendirdi..
İşçi düşmanı CHP’ye işçi protestosu..
Karayolları işçileri özelleştirme kıskacında
Gerede’de deri işçileri ayakta!
ELTA’da kararlılık kazandı!
TTB MK üyesi Dr. Osman Öztürk ile sağlıkta dönüşüm üzerine konuştuk…
Emperyalistlerle suç ortaklığı rejimin açmazlarını derinleştiriyor!
Kapitalizm para ve dolandırıcılık demektir!.
Tutuklu öğrencilerle
dayanışma eylemi
Hacettepe’de rektörle görüşme...
Yerel işçi bültenleri:
Sömürü ve köleliğe paydos!
Karl Liebknecht - Rosa Luxemburg
Neonazi cinayetlerine dur de!
1905 Devrimi ve
Sovyetler... - V.Yaraşır
Alaattin yoldaşın anısına
Boyun eğmemenin adı: “Molly Maguires”
“Yaman çelişki”...
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Alaattin yoldaşın anısına…

Cümlelerimiz hep
örgütlü mücadeleye çıkacak!

“…Bir uzun gecesinde insanlığın

Çiğneyerek alaylı bakışları

Mavi bir ışık demeti gibi

Bağdaş kuruyor düşlerde

Umut daima vardı…”

Şafak Tamer

Bir şarkının yarım bırakılmış ezgisinde, dudağımda gülümseme, gözlerimdeki ışıltıda anlattım seni bu fabrikalar cehennemine. Bütün patika yollarında, çıkmaz sokaklarında, yolsuz, ışıksız evlerinin önünde koşuşturan çocuklara anlattım. Bir yokuşun en altından yukarıya doğru tırmanırken sadece gök ile yokuşun çakıllarını birleştiren noktayı görürken, göğe çıktığımı zannederken, o yokuşun yanlarına sıra sıra dizilmiş ‘mavi kapılı’ gecekondularına anlattım seni.

Hava işçilerin alınteri, fabrikaların dumanları, evlerin kömür yanığıyla bezenmiş, nefes almayı zorlaştıran bir ağırlıkta. Demiş ya şair “hava ağır, kurşun gibi ağır” diye. Buraları belki hiç görmemiş ama hem yüreğimizdeki ağırlığı hem de havanın ağırlığını buralardaki gibi betimlemiş.

Buralarda korkunç bir güzellik var. Kelimenin tam anlamı ile korkunç, ufkumuzun zenginliği ile güzel. Korkunç, gerçekliğin dehşeti var yaşananlarda çünkü. Ellerde üretmenin kalınlığı, nasırlaşmışlığı, vücutlar aynı olağanlığın ritminde. Gücünden, kendisinden, çevresinden habersiz 8-4, 4-12, 12-8 akıyor buralarda yaşam...

Akan yaşamdan kısa bir kesit

Mücadelenin günlük koşuşturması içerisinde “içeri buyur” cümlesini duyduğumda saatime baktım ve buyurdum içeri. Yoksulluğun duvarlarına işlediği bu eve girdiğimde soluğu sobanın dibinde aldım. Aklımda yapılacaklar, karşımda hayatı bir hamur gibi yoğuran, üretken, paylaşan eller… Bir sofra, bir çekyat ve bir televizyon olan odada –ki “burada evler hep öğrenci evlerine benzer”- mesaiden dönmüş yorgun iki kadın emekçi ‘hayat’ üzerine konuşuyoruz. Fabrikasında sigarasını bile paylaşmayan arkadaşından, patrona sürekli yaranmak için birbirlerini ispiyonlayanlardan, hastalanıp bayılınca dahi umursamayıp işine devam eden ‘insan’lardan konuşuyoruz. Ve biz ne edip yapıp hep devrimci mücadeleye bağlıyoruz ya –ve bunu yapmaya devam edeceğiz!- söz kendini devrimci mücadeleye getiriyor. Bu kadar yabancılaşma, yalnızlık içerisinde kendini ölüme yatıranlardan, yoldaşlığı “kurşunları bile paylaşmak” olarak tanımlayanlardan ve kurşunları bile paylaşanlardan söz ettik. Seni anlattım yoldaş ve “göz bebeğimiz gibi korumamız gereken” tarihsel aracı… Bu coğrafyada ve dünyada insanlığın kurtuluşu için bedel ödeyen insanları anlatırken en fazla bu paylaşıma, iradenin gücüne ve inanca şaşırdı karşımdakiler.

Bunca bencillik örneği içerisinde paylaşmanın kazandığı yeni tanıma şaşırmaları normal karşımdakilerin. Solcu bir mahallede oturmuyorsa, sol ile hiç tanışmamış sadece televizyonlardan duymuşsa özellikle buna şaşırması daha da bir normal. Örgüt fikrinden bir felaketmişcesine kaçıldığı bir dönemde hem de illegal bir örgütün üyesinin, hem de bir işçinin bu inancına ve iradesine şaşırması doğal. Görünenin altındaki özü anlamanın bir perspektif gerektirdiğini en çok da kendi yaşam koşulları üzerinden anlar insanlar. Onlar da senin yaşamında kendi yaşamlarına dair kesitler buldular.

Mücadelenin güncelliği ve göze sokulması gereken gerçekler!

Yaşam akıyor ya bu yeryüzünün her bir karışında farklı farklı ama aynı aynı. Yalnızca yeni bir dünyanın kurulacağına inanan insan yaşamın akışına kapılmaz ve onu değiştirmeye kalkar. Verili koşullardan kaçmaz ve onunla bedelini önemsemeden yüzleşir. Hedeflerimiz hep somuttur ama ufkumuz hep daha bir sınırsız ve soyut. Bundan kaynaklıdır ki bugünün gerçekliğini kendi somutluğu ama ufkumuzun soyutluğu içinde değerlendirdiğimiz için umutluyuzdur. Yarını görebildiğimiz için bugünün suskunkunluğunda sesiz, tepkisizliğinde tepkiyiz, umutsuzluğunda umuduz. Ve biliriz hep sevincimiz, türkümüz çoğuldur. İçe dönmek/kapanmak bizim işimiz değildir. Yoldaş umutları, sevinçleri çoğaltırız. Kimi zaman satılan bir gazetede, kimi zaman “paylaşılan kurşunlarda”...

Ve tüm sorunların karşısında hep örgütlü mücadeleye çıkar cümlelerimiz. Örgütlü mücadelenin önemine, üretenlerin örgütlü gücüne… Paylaşmaktan, üretmekten bahseder sözcüklerimiz. Ve hep gerçektir acılarımız, mutluluklarımız, hayatlarımız, ölümlerimiz. Bu gerçekliği emekçilere döne döne anlatmak, kavratmak için anlamak, eylemin ateşinde kavrulmak gereklidir.

Çok okuduğumuz, söylediğimiz bir cümledir “gerçekler devrimcidir!” Gerçek hem somut olduğu hem de değiştirilmeyi barındırdığı için devrimcidir. Doğanın yasası gereği gerçekliğin özünde çelişki vardır. Ve bunu somut olarak kavramadıktan sonra ne onu anlayabiliriz ne de değiştirebiliriz. Emekçilerin verili durumdaki hallerini değişmez, sabit sayar ve ‘mücadeleye küseriz’. Bu verili tabloyu anlamamak aynı zamanda sistemin ideolojik bombardımanı ile birleştiği oranda ortaya atılan “insanın özü” ile ilgili safsatalara inanıp kendimizi rahatlatabiliriz. “İnsanın özünde bencillik, yalnızlık var” diye serzenişlerle kendinize Sartere’ın romanlarında yer bulabilirsiniz ancak hayatın yeşil ağacında kurumuş bir dal olarak kalırsınız.

Bugün karşılaştığımız tablo tüm yanlarıyla birlikte bir parçadır. Bu parçalar tüm hayatımızda mevcuttur. Psikolojisinden ekonomik olanına, bireyinden toplumuna kadar bir işleyişi olan bu tablonun işleyiş mantığını, gelişim seyirlerini kavramadıktan sonra insan ne kendi gerçekliğini inşa edebilir ne de dünyayı değiştirebilir.

Yabancılaşma ve yalnızlık üzerine kısa kısa…

Yanılsamalar zinciri içerisindeyken üreten eller, zamanlarını bile birileri bölüyor ve planlıyorken, üzerlerindeki iş kıyafetleri bile tektipliği dayatıyorken, en temel ihtiyaçlarını bile onların istediği zaman dilimleri arasında karşılıyorlarken ve hep daha fazla çalış diyorlarken, onlara ve ne ürettiklerini bile bilmiyorlarken, bizler onların ‘gücüne’ inanırız. Emektir ürettikleri, ödenmeyen emeklerinin farkında bile değilken onlar birileri o “artıdeğerler” üzerine saltanatlar kurarlar. Saltanatlar büyürken yabancılaşır o saltanatları üreten eller. Kuşkusuz ki yabancılaşma insanın bilinçsiz üretiminin bir sonucudur. Ürettiklerimize kafamızın ermemesinin ve ürettiklerimizin hayatlarımıza hakim olmasının bir sonucu olarak bizler hem kendimize hem de topluma yabancılaşırız. Eskiden insanlar çalışarak kendilerini ifade ederlermiş ve gelişmenin bir göstergesiymiş. Ne yazık ki şu an böyle bir misyonu yok.

Üretim süreçlerinin kendi içindeki çelişkileri ve bunların yarattığı sınıf karşıtlığı yaşanan yabancılaşmanın temelidir. Bu yabancılaşmanın insan yaşamı üzerinde farklı farklı görünümleri mevcuttur. Yabancılaşmanın en çarpıcı görünümü bireycilik ve yalnızlıktır. Günümüzün çağdaş insanı hep kendi kabuğundadır. Kendi kabuğunda insanlar gündelik yaşamın sınırları içerisinde yaşamı kontrol edemediğinin farkında olarak çaresizlik ve amaçsızlıklarını beslerler. Ve sistem işleyişiyle, kültürü ile bu çaresizliği çoğaltır ve hep ‘insanın omzunun üstündeki’ fısıldar kulağına “her koyun kendi bacağından asılır” diye. Meta üretiminin ve uzmanlaşmaya dayalı iş bölümünün sayesinde kendini geliştiren sistem insanların kültürlerinde kendini rekabet, bencillik vb. olarak yansıtır. İhtiyaca göre ürün değil de ürüne göre ihtiyaç yaratmakta ne kadar yetenekliyse sistem insanlarını da bu oranda ‘geliştirmekte’ yeteneklidir. Bu sistemde insanlar paylaşmak yerine rekabeti koyarlar. Amaçsızlık ve çaresizlik, yalnızlık ve rekabet bu sistemin insana dayattığı özelliklerden birkaçıdır. Bunu baskı ve şiddetle yapmak zorunda değildir. İnsanlar bunu tercih ettiklerini iddia ederler… Bu yöntem baskı ve şiddetten daha temkinli bir yoldur aslında. Bir yanılsama yaratan sisteme karşı görünenin altındaki özü açığa çıkarmak sistemli, hedefli bir mücadelenin görevi olabilir.

Bütün bu gerçeklik tablosu içerisinde partiye, örgüte, iradeye yapılacak vurgu kuşkusuz ki her dönem olduğu gibi bu dönem de önemlidir. Hem tarihsel olarak yaşanmış deneyimlerden hem de şu dönemde yaşanan hareketliliklerden çıkardığımız ders bu vurguyu güncel kılmaktadır.

Dünyayı değiştirmek gibi bir iddianın temsilcileri olarak bizim hem kendi gerçekliğimizi değiştirmemiz hem de sistemin bütün bu bombardımanına karşı savaş açmamız gerekmektedir. Bu salt dar anlamıyla anladığımız ‘pratikte’ değil en geniş anlamında yaşam olan pratikte böyle olması gerekiyor. Günlük yaşam sistemin kimliklerimize işlemiş yanlarını en rahat ortaya çıkardığı alandır. Kimi zaman ailemize ya da hiç tanımadığımız bir insana davranışımızda, kimi zaman yanıbaşımızdaki yoldaşımızın derdini bilmemekte, kimi zaman kendimizin gerçekliğini farketmemekte yani yaşamın her alanında bu savaşı sürdürebilmek önemini korumaktadır. Yeni insanı yaratmaya çalışırken kendi içimizde filizlerini atabilmek yarının güvencesi olacaktır.

Rekabetin yerine inatla paylaşımı, amaçsızlığın yerine amacı, iradeyi, tekilliğin yerine çoğulluğu koyan bizler elbette tüm bunların altındaki ekonomik nedenler değiştirildiğinde insanlığın algısının da değişeceğini biliyoruz. Verili durumu anlayarak ideolojinin gücüne, bilinçli olarak eylemin ateşine, partimize, örgütümüze sarılarak değişme ve değiştirme iradesini ortaya koymak bir zorunluluk olarak karşımıza dikiliyor.

‘An’ı aşıp zamana yayılanın, kalıcı olanın hakim kılındığı, şeklin değil de özün açığa çıktığı bir düzlem elbette ki düşünü kurduğumuz insanlığın ve değerlerin varolduğu bir dünyada mümkün olacaktır. Bu gerçekleşene kadar cümlelerimiz hep örgütlü mücadeleye çıkacaktır.

G. Umut