Eğitim-Sen 4. Olağan Kongresi üzerine
Uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçileri aracılığıyla sınıfa yönelik saldırıların en yoğun ve tavizsiz olduğu bir süreci yaşıyoruz. Böyle bir süreçte Eğitim-Sen 4. Olağan Genel Kurulu toplandı. Doğal olarak bu kuruldan beklenen, sürecin eleştirel bir değerlendirmesiydi. Bundan dersler çıkarılarak sınıf cephesinde yeni kazanımların önünü açacak mücadele perspektifinin belirlenmesiydi. Ancak bu beklentiler boşa çıktı. Şube seçimlerinde olduğu gibi, Genel Kurula da pazarlıkları çok önceden yapılan ve yönetime gelme anlayışı üzerinden şekillenen ilkesiz ittifaklar damgasını vurdu.
Sermayenin küresel saldırılarına karşı birleşik fiili-meşru mücadele ihtiyacı her kesim tarafından sıklıkla dile getirilmesine rağmen, kongrede tartışılan, nasıl bir perspektif-nasıl bir mücadele programı? olmadı. Genel Kurul, kamu emekçi hareketini tasfiyede önemli bir rol oynayan reformist anlayışların birbirlerini tasfiyecilikle suçlayan polemikleriyle geçti. Yönetime yönelik eleştirilere Kemal Balın verdiği demagojik yanıt, eleştirileri yapanlar tarafından ayakta alkışlandı. Bal konuşmasında kongrenin başarılı geçtiğini söyledi. Reformizm için başarılı kongre, kamu emekçileri hareketi için bir başarısızlığın ifadesi oldu.
410 sayfadan oluşan iki yıllık Çalışma Raporu, reformizmin ekonomist, kendiliğindenci, uzlaşmacı anlayışını gözler önüne sermektedir. Çalışma Raporu, 24 Temmuz ve 10 Haziran gibi kitlesel geçen birkaç miting dışında, gerçekleşemeyen eylemler, basın açıklaması metinleri, fotoğraflar, hükümet ve temsilcileriyle yapılan görüşmeler, dönemsel çalışma raporları, Başkanlar Kurulu sonuçları, KESKe sunulan öneriler gibi göstermelik etkinliklerden oluşuyordu.
Yönetimin iki yıllık faaliyetinin ve kamu emekçileri mücadelesine hangi perspektifle baktığının özeti olan raporun bütünü gözönüne alındığında; yapılan tespit, öneri ve eylem biçimleri, kamu emekçileri hareketinin yaşadığı tıkanıklık ile reformist sendika bürokratlarının çözümsüzlüğünü ortaya koymaktadır. Bunu görebilmek için, raporda yeralan bazı ifadeler ile kamu emekçileri hareketi üzerine yapılan tespitlere bakmak yeterlidir.
Raporda, Dünya nereye? ve Türkiye başlığı altında yapılan durum değerlendirmelerinde, şunlar söyleniyor:
Dünya yeni bin yıla adım atarken ekonomik, politik, ideolojik ve toplumsal her düzeyde büyük bir alt üst oluş yaşıyor. 21. yüzyılın şafağında yeryüzünün birçok köşesinde vahşi kapitalizmin barbarlık manzaraları gözleniyor. (...) Yeni Dünya Düzeni gerek askeri, gerek ekonomik, gerekse siyasi alanlarda ABDnin bütün uluslararası kurumlar üzerinde hakimiyet kurmasını sağlıyor. Artık Birleşmiş Milletler, ABDnin stratejik kararlarını onaylayan bir notere dönüştürülmüş, İMF ve Dünya Bankası ABD Hazinesinin bir acentası gibi çalışıyor.
Bu yerinde tespitlerinin ardından, Kapitalizmi aşan adil, paylaşımcı, katılımcı dünya özlemi insanlığı sınıfsız sömürüsüz bir dünya yaratma arayışına yeniden yöneltiyor. deniliyor. Ve bu bölüm; Kapitalizmin tahrip edici tüm egemenlik ilişkilerine rağmen, 21. yüzyılda, insanlığın eşitlik, özgürlük, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya özlemi bitmeyecektir. değerlendirmesiyle bitiyor.
Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya özlemi doğal olarak sosyalizmden başka bir şey değildir. Bu durumda bu kavrayıştan beklenen de, ekonomik, demokratik ve sosyal haklar uğruna mücadelede, düzeni temelinden değiştirmeyi hedef alan bir perspektif ve devrimci bir mücadele çizgisidir. Oysa raporda ve Genel Kurulda ortaya konulan tutum ve politikalarda bunun izini göremiyoruz.
Türkiyedeki parlamenter sistemin tıkanmış, siyasi partilerin yıpranmış ve geniş halk kitleleri nezdinde inandırıcılıklarını yitirmiş olmaları şeklindeki ifadelerden sonra, yapılan eylemler; protesto yürüyüşleri, protesto amaçlı toplanan imzalar, siyasi parti ve bakanlıklara çekilen fakslar, sürgünlerle ilgili Milli Eğitim Bakanı ile yapılan görüşmelerden oluşuyor. Hak almayı icazette, meşruluğu yasalcılıkta görenler, çözümü düzen içi kanallarda aramaktan başka çıkar yol bulamıyorlar.
Gücünü kamu emekçilerinin fiili-meşru-militan mücadelesinden değil de yasalcı mevzilerden almaya çalışan reformist sendika bürokratları, pasif eylemlerden sonuç alamadıklarına hayret ederek, şu tespitlerde bulunuyorlar: İşkolumuzda ve diğer işkollarında sürgünler sürmektedir. Bakanlık düzeyinde yapılan girişimlerden sonuç alınamamaktadır...
Bu tespitlerin ardından beklenen ise, normal olarak, hak alıcı, fiili-meşru mücadele hattının hayata geçirilmesidir. Oysa raporda önerilen eylem biçimleri gene protestoculuğu aşmayan nitelikte kitlesel basın açıklamaları, mitingler ve gene meclis koridorları oluyor.
Sermaye devletinin KESK bürokratlarına bir parmak bal misali sunduğu toplugörüşme masasına oturabilme ihtimali, icazetçi anlayışlara düzen içi alan açmak ve orada teslim almak içindir. Bu ihtimali şans olarak görenleri, bu şansı kaçırmamak için gittikçe liberalleştirmekte, teslimiyet batağına sürüklemektedir. Grevli-toplusözleşmeli sendika hakkı için fiili-meşru-militan mücadeleden başka bir yol olmadığını bilmelerine rağmen, bedel ödemeyelim de yasal yollarla devletten ne koparırsak kârdır mantığıyla hareket etmektedirler. Böyle hareket ettiklerini ise Kemal Balın konuşmasında kullandığı ifadeler açıkça ortaya koyuyor.
Toplu Sözleşme hakkımız vardır. Bu hakkı kullanabilme becerisini göstermeliyiz. Bu yalın söylemin hayat bulması ciddi hazırlıklardan ve eylemlerden geçecektir. İktidarı masaya oturtmaya zorunlu kılacak eylemleri örgütlemeliyiz: Adı da sanı da grevdir.
Bu söylemde hedeflenen, toplusözleşmeli-grevli bir sendika yasası için grev değil, toplusözleşme hakkını kazanmak için grevden ibarettir.
Emekten yana mücadele yürütme iddiasında olan bir emek örgütünün hak gaspları karşısında protestoculuğu aşmayan eylemleri, sermaye devletini yeni saldırıları hayata geçirme noktasında rahatlatmakta ve cesaretlendirmektedir.
Kazanılan hakları korumakta dahi uzlaşma adına aciz kalanlar, sendikaların siyasetle ilişkisinin olmaması gerektiğini savunurken mücadelenin sosyal, ekonomik, demokratik hak mücadelesi çerçevesinde olması gerektiğini söylüyorlar. Siyasal iktidarın sermaye sınıfının elinde bulunduğunu, yürütülen mücadelenin ekonomik talepler çerçevesinde dahi kalsa siyasal bir talep olduğunu göremiyorlar. Saldırıların; Türkiye, sermayenin suretinde adeta yeniden kurulan bu dünyaya uyum sağlamaya çalışmanın sorunlarını yaşıyor. Ama bir farkla, 75 yıldan bugüne biriktirerek getirdiği yapısal sorunları ile birlikte. diyerek, kapitalizmin yapısal sorunlarından kaynaklandığını söylemek ve sonrasında ise yapısal sorunu temelden kaldırmayı değil de iyileştirmeyi, insaflı hale getirmeyi hedeflemek, kamu emekçileri mücadelesini yasal zeminlere hapsetmenin gerekçesi oluyor.
Bırakalım demokratik siyasal haklarımızın kazanılmasını, ekonomik ve özlük haklarımız için bile reformist sendika bürokratlarından çözüm beklemek, bizleri tüm haklarımızın gaspedilmesiyle yüzyüze bırakacaktır. Kendi varlık koşullarının zemini tehlikeye girdiğinde akıllarına devrimci, öncü kamu emekçilerinin yarattığı 4 Mart benzeri direnişler gelen sendika bürokratları, kamu emekçileri mücadelesini yasal mevzilere hapsetmek amacıyla ileri ve devrimci söylemler kullanmaktadırlar.
Çözüm nedir o halde? Çözüm, kendi özgücümüze güvenerek, meşruiyetimizi fiili zeminlerde yaratarak, devrimci bir duruş ve perspektifle sendikalarımıza sahip çıkmaktır. Kamu emekçileri mücadelesini ileri taşımak; reformist sendika bürokratlarının anlayışlarını ve sorunun ana kaynağı kapitalizmi aşan devrimci bir perspektif ve pratikle, işyerlerinden beslenen taban dinamizmini harekete geçirmekle mümkündür.
Genel Kurula damgasını vuran reformizmin etkisini kırmak için önümüzdeki iki yılı bu bilinçle kavramak ve hareket etmek kendini sorumlu hisseden her öncü kamu emekçisi için önemli ve acil bir görevdir.
|