26 Mayıs'01
Sayı: 10


  Kızıl Bayrak'tan
  Sınıf hareketi ve sendikal ihanet çetesi
  Türk-İş'in başındaki hain çete işçileri her zamanki gibi yine sattı
  TÜSİAD oligarkları yine "demokrasi istedi!
  Kamu emekçileri hareketi
  Direniş bayrağı cam işçisinin elinde
  İzmir Sümerbank'ta özelleştirme saldırısına karşı direnişte
  Ölüme, zulme, işkenceye karşın Ölüm Orucu Direnişi sürüyor!..
  Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/5
  Devrimci yayın organlarının ortak açıklaması:
  Düzenin zindan politikaları ve devrimci direniş
  Uluslararası hareket
  20 yıldır tutsak devrimci Mamia Abu-Jamal'in davası yeni bir aşamaya girdi...
  Ekim Gençliği'nden
  Paris Komünü: "Toplumsal devrimin şafağı"
  "Gestapo devleti"
  Mücadele Postası


Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Düzenin zindan politikaları ve
devrimci direniş


Rauf Azem

Faşist rejim devrimcilere büyük bir gözü dönmüşlükle saldırıyor. Öyle ki, devlete karşı gelişen herhangi bir muhalif hareketin gerisinde bile “provokatör” devrimciler aranıyor, her şey bunların başının altından çıkıyor propagandası yapılıyor.
Bu demagojiler elbette ki yeni değil. Benzer durumları sınıflar savaşının hemen her döneminde görmek mümkün. İtaatsiz köleler ve asi köylüler tarih boyunca iktidarlar tarafından ezilip yokedilmeye çalışıldılar. Ne var ki yüzyıllardan beridir tüketilmeye çalışılan isyan geleneğini, bunun temsilcisi olan devrimcileri bitirmenin yolu bir türlü bulunamadı. Zaman zaman azalsalar da, onlar her zaman vardı.
Türkiye’de ise devrimciler düzen açısından başlı başına bir çıban başıdır. Bugünkü Cumhuriyet rejimi ta Mustafa Suphiler’in katlinden bu yana devrimcilere dönük bir sürek avı yürütmektedir. Sovyetler Birliği ile ilişkilerin son derece iyi olduğu, Sovyet iktidarından sürekli yardımlar alındığı, hatta sahte de olsa bir komünist partinin kurulmasına izin verildiği bir ortamda, Mustafa Suphiler Karadeniz’de katledilmişlerdi. Katliamı yapanlar ise doğrudan Mustafa Kemal’in emrindeki adamlardı. Kemalist rejim onları gerçek bir tehlike olarak görüyordu. Çünkü onlar komünisttiler, iktidarı ele geçirmeyi ve hakça bir düzen kurmayı hedefliyorlardı. Bu nedenle yokedilmeleri gerekiyordu ve katledildiler.
Düzenin kendisine düşman bellediği sadece devrimciler de değil. 1965’te Zonguldak maden işçilerinin direnişi de zorbalıkla bastırılmış, toplu katliama yeltenilmiştir. Gene o dönemlerde toprak işgallerine katılan birçok köylü acımasız saldırıların hedefi olmuştur.
Devletin devrimcilere dönük politikaları hep kanlı bir katliam geleneği üzerine oturmuştur. Çürümüş ve kokuşmuş sermaye iktidarını ayakta tutmak için baskı ve terörü son derece sistematik bir tarzda kullanmıştır. Halihazırda sınıf ve kitle hareketinin gelişip serpilmesinin önündeki en büyük engellerden biri de budur. Her toplumsal hareketlilik döneminde faşist baskılar kitle hareketini dizginleyebilmek için bir dizi oyunla birlikte ustaca kullanılmaktadır.
Zorun sermayenin temel politikalarından biri olmasının son derece mantıklı nedenleri vardır. Zira bu sistem iliklerine kadar çürümüştür. Kitlelerin talep ve ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır. Karşılayamadığı ölçüde ise işkence ve faşist terörü kullanmak zorunda kalmaktadır.
Buna rağmen bu ülkede devletin baskı ve zulmüne boyun eğmeyen, emekçileri bu çürümüş sisteme karşı mücadeleye çağıran bir kesim var. Devrimciler. Devrimcilerin bu düzenden zerre kadar beklentileri yoktur. Tarihsel olarak ömrünü çoktan doldurmuş bu sistemin yıkılması için çaba sarfederler ve bu mücadelede zerre kadar kişisel çıkar gözetmezler. Mücadelenin gerekleri neyse onu yerine getirmeye çalışırlar ve bu uğurda da bedel ödemekten çekinmezler. Tarihsel bir haklılıkla iktidarı hedeflerler.
İşte düzenin efendilerinin ve onların uşaklarının bir türlü içlerine sindiremedikleri ve kabullenemedikleri de bu gerçektir. Bu gerçek, devrimcileri devletin bir numaralı düşmanı yapmaktadır. Onlar üzerinde estirilen zulüm ve terör ve bu düşmanlık üzerine oturmaktadır. Bu tümüyle çürümüş ve kokuşmuş bulunun bir sınıfın kinidir. Düzenin sözcülerinin sıkça kullandığı deyimle, ülkede istikrarının sağlanması “terör örgütleri”nin (devrimci hareketin) ezilmesiyle mümkündür. Bu sözler, devletin devrimcilere olan kin ve nefretini anlatmaya fazlasıyla yetmektedir. Zira emekçilerin her geçen gün büyüyen öfke ve tepkisini örgütleyecek, onların gelecekleri için mücadele etmelerini sağlayacak olanlar yalnızca devrimcilerdir. Bu nedenle büyük bir çabayla devrimcil ile işçi ve emekçilerin birleşmesini engellemeye çalışmaktadır. Bunun için her türlü oyun oynamakta, sürekli yeni saldırılar planlamaktadır.
Devlet 12 Eylül’den bu yana zindanlardaki devrimcileri teslim almak için çok değişik yöntemler kullandı. Bu, kanlı baskınlara, katliam girişimlerine ve giderek katliamlara vardı. Ancak düzenin hesabı tutmadı, devrimci irade teslim alınamadı. İrade savaşından her zaman tutsaklar galip çıktılar. Devletin sözcüleri, tutsakları teslim alamamanın aczini katliamcı kimlikleriyle övünerek örtmeye çalışıyorlar. Tutsaklar cephesindeyse devletin gücü konusunda tam bir açıklık var. Onlar için sorun fiziki üstünlük sorunu değildir. Onlar güçlerini tarihsel haklılıklarından ve meşruluklarından alıyorlar. Devletin işte bir türlü güç yetiremediği budur.
Bugün 6 ayı geride bırakan Ölüm Orucu direnişi büyük bir iradeyle devam ediyor. Devlet direnişi kırmak için her yol ve yöntemi denedi. Ölüm Orucu yok denildi. Güya ölümleri engellemek için kanlı bir operasyon gerçekleştirildi. Ölümlerin birbirini izlemesi üzerine, şimdi de zorla müdahaleye başvuruluyor. Devrimci tutsaklar felç ediliyor, sakat bırakılıyor, yaşayan ölüler haline getiriliyor. Bu akıl almaz vahşet uygulamalarına rağmen Ölüm Orucu gene de bitirilemiyor. Yeni ekipler Ölüm Orucuna başladılar.
Devlet Ölüm Orucu Direnişi’ni katliamla ve suskunlukla boğmaya çalışmıştı. Ölümlerin birbirini izlemesi üzerine tekrar manevralara başladı. Gelişen tepkilerin zayıflığından aldığı güçle hak kırıntıları bahşetme ve oyalama taktiğine yöneldi. Yalanlarla tepkileri dizginlemek ve insanları yanıltmak istiyor. Böylelikle direnişi yalnızlaştırıp bitirmeyi hedefliyor. Devrimci tutsakların taleplerine sahip çıkan ilerici kurum ve kişileri baskı altına alıp sindirme çabası da bununla bağlantılı. Baro, İHD, ÇHD, TTB gibi kitle örgütlerini Ölüm Orucu’na yardım etmekle suçluyorlar. En ufak bir muhalif sesi dahi boğmaya çalışıyorlar. Sıradan gerekçelerle insanlar tutuklanıyor, tabutluklara dolduruluyor. Hücrelerin devrimci tutsaklar şahsında tüm toplumsal muhalefeti hedeflediği şimdi daha açık görülüyor.
Faşist Adalet Bakanı F tipi tabutluklarla ilgili hazırladığı raporları emperyalist efendilerine onaylatarak hücreleri meşrulaştırmaya çalışıyor. Oysa Amerika’daki F tipi hapishanede 2 yıl içinde 200 tutukludan sadece ikisinin sağ çıkabildiği, Almanya’da hücrelere atılan RAF militanlarının konuşmayı bile unuttukları, sonunda katledilip intihar süsü verildiği artık bir sır değil.
Dünyanın neresinde olursa olsun, zulme başkaldıran, onurunu çiğnetmeyen herkese vahşet uygulanıyor. Bu ülkede sergilenen vahşette ise her türlü sınır aşılmış bulunuyor. İMF programını uygulama konusundaki kararlılıklarını göstermek için zindanlarda açıktan toplu katliamlar yapılıyor, devrimciler evlerde, sokak ortalarında kurşunlanıyor, işkencede katlediliyor, gözaltında kaybediliyor...
Ne var ki faşist şiddet ve terörün de bir sınırı vardır. Devrimci inanç ve irade teslim alınamadığı sürece zalimler yenilmeye mahkumdur. İnancın olduğu yerde zulmün hükmü yoktur..


Sevdam ve kavgam

Vazgeçmek mümkün mü sevdam senden
Özlemişim kavgam seni.
Zincirlerine vursalar da bedenimden
Daha bir inanç ve hırsla doluyum
Ne kadar ayrmaya çalışsalar da seni benden
Vazgeçmem vazgeçmem senden
Aşımsın ekmeğimsin
onurumsun sen her şeyimsin
Bir sen varsın bir de ben
Dönekler ve dinler korksun öfkemizden
Kararlılığımızdan ve büyük sevgimizden

Mahmut Eski



Direnişin yeni safhası ve görevler


Zindanlarda ve işkencehanelerde devam eden Ölüm Orucu Direnişi 220’li günlere dayandı. Katliamı izleyen günlerde yapılan tespitlerde hep sürecin çok uzayacağı vurgulanıyordu. Süreç beklenenden de öteye geçti. Direnişçi devrimcilerin bedenleri eridi, 22 şehit verildi. Yüzlerce devrimci hafızasını yitirdi, bitkisel hayata girdi. Ödenen bedellerin ağırlığına rağmen direniş sürüyor. Bir irade çatışması, uzlaşmaz iki sınıfın savaşı bu. Direnişin kararlılığının ve devrimci iradenin yenilmezliğinin sırrı da burada.

Tutsaklar direnişin başından beri söyleyegeldikleri gibi, işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halkların yarınları için direniyorlar. Güçlerini devrim davasına olan bağlılıklarından ve zafere olan inançlarından alıyorlar. Bizler bunu çok iyi biliyor, en az tutsaklar kadar zaferi kazanacağımıza inanıyoruz. Biz de inancımızı direnişi 220’li günlere taşıyan direnişçilerimizden alıyoruz.

Fakat faşist devlet, bugünkü bu inancı ve bu fedakarlığı hala anlayabilmiş değil. Onlarca oyuna başvurdular. Önce Ölüm Orucu yok dediler, ardından katliam yaptılar. Bıraktılar dediler, şehitler verildi. Tedaviyi kabul ettiler dediler, insanlarımız sakat kaldı. Ama direnişi bitiremediler. Direnişi bırakan birkaç unsuru kullanarak yaymaya çalıştıkları umutsuzluk havası da direniş saflarına katılan 4. Ekiple dağıtıldı. 5. Ekip de hazır, direnişe katılmayı bekliyor.

Evet, süreç daha da uzayacak, yeni ekiplerin Ölüm Orucu’na katılması bunu gösteriyor. Daha önemli olanı ise, dışarıda bunun yaratacağı imkanları değerlendirebilmektir. Direniş 4. Ekiple yeni bir safhaya girmiş bulunuyor. Direnişin insanlar üzerindeki sarsıcı etkisi daha da güçlenecektir. Katliam öncesi süreçte nasıl ki binlerce insan Ölüm Orucu’nu desteklemek için meydanlara çıktılarsa, yine çıkacaklardır. Devletin faşist saldırıları uzun bir dönem ara güçleri geriletip, kendi köşelerine çekilmelerini sağladı. Böylece direnişe verilen destek önemli ölçüde zaafiyete uğradı. Fakat destek güçlerin temelinde duran aileler ve devrimciler geri çekilmiş değiller. Suskunluğu şehitlerimizle bozduk. Yeni bir hareketlenme süreci başladı. Şimdiki sorunsa, bu hareketliliği toparlamak ve birütünselliğe kavuşturmaktır.

Son Beyazıt eyleminin gösterdiği gibi, Ölüm Orucu’na kitle desteği tekrar genişlemiştir. Daha da genişleceği kesindir. Zira verilen şehitler ve ödenen bedeller ara güçleri tekrar direnişten yana bir tutuma itiyor. Devlet ve direnişçi devrimciler birbirine üstünlük sağlayamıyor. Fakat direnişçilerin üstünlüğü inançları ve direnişin bu ülkenin emekçilerinin geleceği için sergilenmesidir. Gerçek üstünlük de buradadır. Direnişte herhangi bir kişisel çıkarın olması bir yana, sergilenen büyük bir fedakarlık vardır. Devlet ise, sermayenin sömürü ve talanını daha rahat koşullarda gerçekleştirebilmek için devrimci kanı akıtıyor.

Önemli olan bunları bilmek, kitlelere propoganda etmek ve yüzlerini tekrar direniş cephesine çevirmelerini sağlayabilmektir. Bunun için imkanlar sınırlı gibi görünebilir ve halihazırda sınırlıdır da. Ama içinde bulunduğumuz kritik safha ve yüzlerce devrimcinin ölümün eşiğinde olması, ne olursa olsun bu sınırlılığı aşmayı gerektiriyor. Kaldı ki, 19 Aralık zindan katliamının yarattığı bekleyiş, durgunluk ve suskunluk duvarı yıkılmıştır. 1 Mayıs’ta kitlelerin attığı temel sloganlardan biri Ölüm Oruçları ve hücrelerle ilgilidir. Bu Ölüm Orucu Direnişi’ne ilgi ve sempatiyi gösteriyor. Yığınla insanın bu duyarlılığı gösterdiği yerde imkanlar da var demektir.

Sendikalar, kitle örgütleri yazılı açıklamalarla hücrelerin karşısında durduklarını söylüyorlar. Şimdiye kadar bu sendika ve kitle örgütlerinin büyük bölümü açıklama yapmakla sınırlı kaldılar. Fakat artık açıklamalar, Adalet Bakanlığı’na faks çekmek yeterli değildir. Süreç bunun ötesine geçmeyi gerektiriyor. Bulunduğumuz her alanda sendika ve kitle örgütlerini eylemli desteğe zorlamalıyız. Daha da önemlisi, sorunu işçi ve emekçilere taşıyabilmektir. Sonucun ne olacağından bağımsız olarak, sorunu bizzat emekçilere maletmektir önemli olan. Biz elbetteki olumlu sonuç almak için çaba harcayacağız.

Sorunu emekçilere maledebilmenin altının defalarca çizilmesine karşın, bu alanda açık bir zaafiyet yaşandığı için bir kez daha çizmek gereği duyuyoruz. Tamam, işçi ve emekçiler kendilerinin bizzat yaşadıkları sorunlara dahi duyarlılık göstermiyorlar. Fakat kısa vadede sonuç alacağımız hedef kitle de zaten bunlar değildir. Sınıfın ve emekçilerin ileri gelen kesimleridir ilk elden ulaşmamız ve bir takım sonuçlar almamız gereken. Bu, duyarlılık göstermeyen kesimlere yönelmeyelim anlamına elbette gelmez. Sürecin kritik aşamada olması, ilk elden eylemli destek sunabileceklere yönelmeye zorluyor bizi.

Ölüm Orucu’na destek alabileceğimiz tek kesim sınıf ve emekçiler de değildir. Liseli, üniversiteli ve semt gençliği, sürecin başından beri temel dinamikler oldular. Toplamında hücre karşıtı hareketteki zayıflamanın bir halkası da buralardır. Ve bugün en kolay harekete geçirilebilecek kesimlerdir bunlar. Kendi yaşadıkları sorunlardan bağımsız olarak böyledir. Ölüm Orucu ile dayanışma platformları, birkaç istisna dışında, büyük ölçüde dağılmış bulunuyor. Geniş öğrenci gençlik bölüklerini kapsayan platform, komite vb. örgütlülüklerin tekrar kurulabilmelisi gerekiyor.
Okullarda ya da kampüslerde eylemlilikler tekrar örgütlenebilir. Buralardaki duyarlılık tekrar yükseltilebilir. Liselerde eylem örgütlemek üniversitelere göre daha zordur. Fakat yapılacak şeyler de vardır. Merkezi eylemlere kitlesel katılım sağlanabilmeli, okullarda dağıtılmak üzere bildiriler vb. araçlar kullanılabilmelidir. Liseli gençlik aynı zamanda ve büyük oranda semt gençliğini oluşturuyor. Semtlerde de platformlar kurulabilir. Mamak Ölüm Orucu’yla Dayanışma Komitesi, Gülsuyu ÖO’yla Dayanışma Komitesi, geçmişte hayata geçirilebilen örnekler. Özellikle geçmiş süreçlerde siyasal hareketliliğin yaşandığı emekçi semtlerinde bunun olanakları daha fazladır. Gülsuyu, Okmeydanı, Gazi bunlara örnektir.

Semt gençliği açısından başlıca sorun, semtin dışına çıkmamak ya da çıkamamaktır. İmkanların olduğu her semtte yerel eylemlilikler örgütlenebilir. Yukarıda ismi geçen semtlerin olanakları buna uygundur. Dikkat edilmesi gereken bir husus, darlıktan kaçınmaktır. Zira, ismi geçen bu semtlerde sıkça dar kadro eylemleri yapılıyor. Belli bir kitlesellikte yapılan son derece anlamlı eylemler, çoğu zaman dar eylemlerin yarattığı olumsuz etkinin gölgesinde kalabiliyor. Özellikle semtlerde dar eylemlerden kaçınılmalıdır. Bu eylemlerde herkesi ortaklaştırmanın yolu bulunmalı, gençliğin yanısıra semt emekçilerinin katılımı sağlanmalı ve ileri çıkanlar merkezi eylemlere çekilebilmelidir.

Son olarak reformist solun tekrar direniş cephesine çekilebilmesi sorunu var. Reformistler uzun bir sessizliğin ardından tekrar bazı girişimlerde bulunuyorlar. Burada özellikle ÖDP’nin tutumu dikkat çekicidir. Adeta zorla bir şeyler yapıyor. Tabii bunun kendi taban basıncı sonucu olduğu da çok açık. EMEP ve SİP ise utangaç tavırlarını devam ettiriyorlar. Açıklamaların altına imza atıp eylemlere katılmıyorlar. İmza atmaları da solda tecrit olmama kaygılarından geliyor. Zira direnişin gücü, kendisine solcu, ilerici misyonu atfeden herkesi, her konumu, direnişi desteklemeye zorluyor. HADEP ise, PKK’nin SAG’a başlamasıyla sürecin içine girmiş gözüküyor! Fakat katliam öncesi süreçte aldıkları tutumu unutmanın olanağı yok. Özetle reformist solun tabanında, özellikle ÖDP ve HADEP tabanında, Ölüm Orucu Direnişin’e karşı bir hayli ilgi vardır. Sorunu ilgiyi eylemli bir sürece dönüştürebilmektedir.

Devlet bir dizi demagojik açıklama yapacak ve direnişi kırmak için yeni oyunlar devreye sokacaktır. Önemli olan bu oyunlara etkili yanıtlar verebilmekir. 4. Ölüm Orucu ekibinin direniş saflarına katılmasıyla birlikte devletin bir dizi oyunu boşa çıkarıldı. 4. ekiple birlikte içine girilen bu yeni sürece tüm güçlerle yüklenilmesi gerekiyor. Rüzgarı kendimizden tarafa estirmek için süreç yeni başlamış gibi davranmak ve buna uygun çalışma yürütmek durumundayız. Ödenecek bedelleri azaltmak, dışarıda örgütlenecek desteğin gücüne bağlı olacaktır.

R. Azem