04 Haziran 2005
Sayı: 2005/22 (22)


  Kızıl Bayrak'tan
  Sermaye iktidarı alaşağı edilmeden
emperyalist kuşatma dağıtılamaz
  Eğitim-Sen ve anadilde eğitim hakkı
  ABD ve uşaklarının karanlık planlarını bozalım!
  “Her yer Seydişehir, her yer direniş!”
  Aliağa’dan Seydişehir’e destek eylemi
  İSDEMİR ve özelleştirme
  Paralı sağlık hizmeti adım adım hayata geçiriliyor
  Eğitim-Sen’in kapatılması AB’den
gelecek direktiflerle durdurulamaz
  Kayseri BDSP’den açıklama
  “20. Yılında Özelleştirme Gerçeği
Sempozyumu” üzerine
  “Asrın projesi” kimin için?
  Ermeni sorunu konulu konferans ertelendi
  Ölümleri çığlık olup durdurmalıyız!
   Gençlik hareketinin sorunlarının çözümünde devrimci bir odak
olabilmek için! / (Orta sayfa)
  İstanbul Üniversitesi’nde yaz okulları paralı hale getiriliyor!
  ÖSS geleceksizliktir!
  Fransız halkından emperyalist AB
projesine sert tokat!

  Fransa referandumu üzerine

  Lübnan’da dört turlu seçimlerin ilk turu
Beyrut’ta yapıldı
  Mahmut Abbas halkların celladı
Bush’un huzuruna çıktı
  Emperyalist-kapitalist düzen işkenceyi
“yasal güvence”ye kavuşturma yolunda!
  Emperyalist ordular 50 bin askerle Bağdat’a saldırı başlattı
  Maltepe BDSP’den Mayıs şehitlerini
anma eylemi
  Kadın programları yayından kaldırıldı
sömürü, şiddet ve yıkım sürüyor
  Bültenlerden
  “GOP İşçi Derneği 1. Olağan Genel
Kurulu’nda buluşalım!” başlıklı bildiriden
  Vicdani retçi Mehmet Tarhan’a baskılar artarak sürüyor!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Ne ABD'ye kölece bağımlılık, ne AB'ye şartlı uşaklık!

Sermaye iktidarı alaşağı edilmeden emperyalist kuşatma dağıtılamaz!

Avrupa'nın göbeğinde AB'ye hayır sesleri yükseliyor!

Fransız halkı 29 Mayıs günü yapılan referandumda “AB Anayasa'sına hayır” diyerek 50 yıllık AB projesinin bu en önemli dayanağına büyük bir darbe vurdu. Hollanda'da da durum farklı olmadı. Fransa'dan 3 gün sonra yapılan referandumda Hollandalılar Fransızlar'dan da yüksek bir oranla (%62) “AB Anayasa'sına hayır” dediler.

Genişleme yönünde adımlar atıldıkça, AB'nin göbeğinden AB karşıtı sesler giderek yükseliyor. Avrupalı emperyalistlerin bundan böyle, şimdiye kadarki tepkilerin geri düzeyine bakarak “cepte keklik” olarak gördükleri kendi halklarını AB projesine ikna etmeleri, bu halklardan yükselen AB karşıtı sesleri bastırmaları artık eskisi kadar kolay değil.

Birliğin mimarları daha en başından beri özellikle emekçi kesimlerde biriken tepkilerin farkındaydılar. Bu yüzden de mümkün olduğu ölçüde referandum (halk oylaması) seçeneğini kullanmamayı tercih ettiler. Hatırlanacağı gibi 29 Ekim 2004'te gösterişli bir törenle altına imza atılan AB Anayasa'sı, birçok ülkede halk onayına sunulmadan, parlamentolarda onaylanarak kabul edilmişti Litvanya, Macaristan, Slovenya, Slovakya, Avusturya, İtalya, Yunanistan ve Almanya‘da onay bu şekilde gerçekleşmişti. İspanya'da yapılan referandumda ise katılım son derece düşük olmuş (%35!), buna rağmen ancak küçük bir farkla AB Anayasası kabul edilmişti.

Avrupa'da yükselen AB karşıtlığının anlamı ve sınırları

Peki gittikçe yaygınlaşan AB'nin göbeğinden yükselen hoşnutsuzluklar ne anlama geliyor? Gösterilen tepkilerin kaynağı ve sınırları nedir?

Öncelikle, referandumla ortaya çıkan tepkilerin, altına imza atılan AB Anayasa'sı ve dahası AB'nin geleceği konusunda halkların tercihlerini dikkate almayan emperyalist temsilcilere bir uyarı niteliği taşıdığını görmek gerekir. AB karşıtı sesler hiç de gösterilmeye çalışıldığı gibi Avrupalı halkların yeni aday ülkelerin birliğe katılmasından/onların Avrupalı olmaktan uzak kimliklerinden vs. duydukları kaygılardan kaynaklanmıyor. Kuşkusuz ki verilen hayır oylarının ve AB karşıtı tepkilerin içinde yabancı düşmanlığından ulusal dar görüşlülüğe ve dinsel bağnazlığa kadar bir dizi geri ve gerici eğilimler de bulunmaktadır. Kendilerine bir taban yaratmak peşindeki aşırı sağcı-gerici partilerin biriken bir takım hassasiyetleri kaşımasının da bunda önemli bir payı var. Fakat bunun rölü belirgin biçimde önemsiz ve talidir. Temeldeki neden emekçilerin AB politikalarına karşı sosyal ve siyasal hoşnutsuzluğudur. Oluşan tepkiler, doğrudan inşa edilmeye çalışılan AB'nin siyasal niteliğini hedeflemektedir. Kuşkusuz bu henüz kendi içinde net ve homojen olmayan, yer yer ulusal saiklerin de ağır bastığı bir tepkidir. Yine de bu, Avrupa tekelci sermayesinin ve başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupalı emperyalist devletlerin denetiminde birleşik Avrupa projesinin bu en temel siyasal ve hukuksal adımlarının halk tarafından kabul görmüyor olması gerçeğinin önemini hiçbir biçimde azaltmaz.

Öte taraftan bugünkü ideolojik ve siyasal dışavurum biçimleri bir yana bırakılıp daha yakından bakıldığında, bu tepkilerin altında gitgide artan sınıfsal kaygıların olduğu görülecektir. Bu kaygıların başında herşeyden önce iş, sosyal hakların korunması, ağırlaştırılan çalışma koşullarının düzeltilmesi vb. kaygılar gelmektedir. Yani bir başka deyişle tepkilerin yükselmesinin nedeni, Avrupalı tekellerinin son yıllarda “Birleşik Avrupa” söylemiyle tırmandırdıkları sosyal saldırılardır. Bugün Almanya sokaklarında 5.2 milyon işsiz var. Tüm Avrupa'da işsizlik oranı son 60 yılın rekor düzeyini zorlamaktadır. Özellikle ortak para birimi Euro'ya geçildikten sonra tüm Avrupa'da emekçilerin satın alma gücü büyük oranda düştü. Kan emici tekeller, çalışma sürelerini uzatmak ve bir takım sosyal hakları gaspetmek için elbirliğiyle ciddi bir baskı uygulamaktadırlar. İşte, AB Anayasa'sına hayır seslerinin, tam da birliğin başını çeken ülkelerde yükseliyor olmasının en başta gelen nedeni budur.

Halihazırda gerici bir takım hesapların malzemesi olarak kullanılmaya açık olan bu tepkilerin güçlenip, bağımsız bir siyasal tutum olarak netleşmesi, Avrupalı emekçilerin tam da bu sınıfsal zeminde kenetlenmesine bağlıdır. Gelinen yerde böylesi bir kenetlenme, AB projesinin ve bunun üzerinden planlanan gerici saldırıların da zora girmesi demektir. Zira, Avrupalı emekçilerin karşı çıktığı bir AB projesinin hayat bulma şansı yoktur. Ne olursa olsun, AB projesi ciddi bir sınıfsal çatışmayı beraberinde getiriyor. Taşların henüz yeni yeni yerine oturduğu bu süreçte, AB'li emperyalistlerin işi hiç de kolay olmayacak. Zira, karşılarında, iç çatışma ve çelişkilerini daha da derinleştirme potansiyeline sahip, yüz yılları bulan mücadele deneyimine sahip bir sınıf var.

İçerde yükselen AB karşıtlığının dışarıdaki yansımaları

Müzakerelerin başlayacağı 3 Ekim tarihine az bir zaman kala Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olan cephenin geçen aylardan başlayarak giderek sesini yükseltmeye başlandığına tanık olmuştuk. AB'li emperyalistler Türkiye'yi üyelik işini ağırdan almakla suçlayıp eleştirip duruyorlardı. Bu son gelişmelerle birlikte, Türkiye-AB ilişkileri ve Türkiye'nin üyeliği daha da ilginç bir görünüm kazandı.

Öncelikle Türkiye'nin üyeliğine yönelik itirazlar daha da artmış bulunuyor. AB'li emperyalistler yönelttikleri itirazlar ve eleştirilerle yetinmeyip ikiyüzlülüklerini bu kez, kendi evlerinde çıkan yangının sorumluluğunu Türkiye ve diğer ülkelere yüklemeye kadar vardırmış bulunuyorlar.

Fransa'daki Anayasa oylamasından hayır çıkmasının faturasını açık bir dille Türkiye'ye, diğer aday ülkelere ve hatta üyeliği yeni kabul edilmiş ülkelere keserek içerde büyüyen bu yangını ne derece kontrol altına alacakları (dahası alıp alamayacakları) tartışılabilir. Tartışılmayacak bir şey varsa o da, Türkiye'nin bir dizi tavize bağlanan ve belirsiz bir tarihe ertelenen üyelik meselesinin artık hepten gözden çıkarılması gerektiğine ilişkin görüşlerin gittikçe güçlendiğidir. Fransa'daki referandumdan hayır çıkmasının ve yükselen AB karşıtlığının Türkiye'yi ilgilendiren sonuçlardan birisi de budur.

Uşak takımı, “referandumun sonucu bizi ilgilendirmez-bu türden gelişmeler üyelik sürecimizi bağlamaz” dese de, kazın ayağı hiç de öyle değil. Zira AB'li emperyalistler, kendi ülkelerindeki AB karşıtlığının yükselmesinin faturasını Türkiye'ye kesip bir taraftan AB'ye karşı yükselen iç basıncı kırmaya çalışırken, diğer taraftan da üyelik meselesini askıya alıp şartlı ortaklık seçeneğini daha açık bir dille öne çıkarıyorlar. Kuşkusuz aynı hesap ve koparılacak aynı tavizler üzerinden.

Uşak takımı “şartlı ortaklık” seçeneğine hazırlanıyor!

Hiç de sürpriz sayılmayacak bu gelişmeyi, yine hiç de sürpriz olmayan bir başka gelişme izlemektedir: Uşak takımı, bir süredir el altından Türkiye'yi şartlı ortaklık seçeneğine hazırlamaya çalışmaktadır. Her iki tarafın da 17 Aralık 2004 müzakerelerinde ikinci bir seçenek olarak ifade edilen bu formül üzerinde epeydir bir çalışma yürüttüğü anlaşılıyor. Türkiye'nin son dönemlerde üyelik yolunda adım atmakta “ağırdan alma”sının, içerde AB normlarına takılmadan, klasik uygulamalarına yaygınlık kazandırmasının nedenlerden biri de bu olsa gerek.

Gelinen yerde, sermaye iktidarının şartlı ortaklığa fit olması, bir takım hesaplara dayanmaktadır. Bu, herşeyden önce, üyelik sürecinin belirsizliği, uzunluğu ve yaptırımlarının maliyet analizine; Türkiye'nin ABD ve AB ile ilişkilerinin siyasal ihtiyaç ve düzeyine ve nihayet bir takım iç hesaplara bağlı olarak ortaya çıkan bir yeni arayıştır. Belirsizliğini koruyan bir dizi unsuru bir kenara bırakacak olursak (AB'nin geleceği gibi), taşıdığı devasa toplumsal sorunlar, farklı kültürel yapısı bir yana, bu hesabın ağırlık noktasını ABD ile mevcut ilişkiler oluşturmakta ve bu ağırlık ortadan kalkmadıkça üyelik hesabı bir türlü tutmamaktadır. AB'nin Türkiye'yi yıllardır kapısında tutması, fakat içeriye almaya istekli olmamasının öne çıkan bu nedeni kısa vadede değişmeyeceği, yani Türkiye AB ile, ABD'den bağımsız bir ilişki geliştiremeyeceği için her iki taraf açısından da en makul çözüm, 17 Aralık'ta özel bir statüde (şartlı ortaklık) anlaşmak olarak ifade edilmişti. O gün “şartlı ortaklık istemiyoruz ya tam üyelik verilir ya da çekip gideriz” diye efelenenlerin bu tutumunun bütünüyle iç kamuoyunu yanıltmaya dönük olduğu, bugün daha net biçimde açığa çıkmış bulunuyor.

Bu aynı uşak takımı bu kez, olağanüstü bir gelişme yaşanmazsa, bir dizi makul(!) gerekçe ileri sürerek şartlı üyelik müzakerelerini kotarmaya bakacaklar. Buna mecburlar, zira AB yolu her geçen gün daha fazla yokuşa çıkıyor. Eskiden büyükelçi, şimdilerde ise ASAM Başkanı olarak sermayeye üst düzeyden hizmet eden Gündüz Aktan, daha şimdiden bu seçeneğin propagandasına girişerek, ısındırma sürecini başlatmış bulunuyor. (*)

Sermaye iktidarı alaşağı edilmeden emperyalist kuşatma dağıtılamaz!

Hangi gerekçeyle sunulursa sunulsun, nihayetinde bu sürece yön veren sermayenin çıkarlarıdır. Dün bu çıkarlar “tam üyelik” adı altında “daha fazla demokrasi”, “Avrupa ile bütünleşmek” kılıfı altında sunuluyordu, bugün “şartlı ortaklık” adı altında daha fazla bağımsızlık, iç sorunlar konusunda daha fazla inisiyatif reklamıyla savunuluyor. Hemen belirtelim ki, içerik bakımından bu son seçenek, sermaye açısından daha makul görünmektedir. Bu seçenekte karar kılınması öncelikle “emeğin Avrupa'sı için AB'ye evet” diyen liberal solcuları, AB'ye üye olmadan demokrasinin yerleşmeyeceğini düşünenleri hayal kırıklığına uğratacak gibi görünüyor.

İşçi ve emekçiler açısından ise, özünde ve esasında değişen bir şey yok! Zira emekçilerin çıkarları ve geleceği açısından bu ilişki ve iktidarın hangi biçimler altında sürdürüldüğünün hiçbir önemi yok! Sermaye her durumda emperyalistlerle işbirliğini sürdürerek varlığını güvencelemek, emperyalistler her koşulda kölece ilişkileri dayatarak çıkarlarını koruyup geliştirmek derdinde. İşçi sınıfına düşen görev, biçimsel bir takım görüntülerle uğraşmayı liberallere, düzen içi kırıntılarla yetinmeyi reformistlere bırakıp, hangi biçim altında olursa olsun sermaye iktidarına son vermek ve böylece emperyalist köleliği ortadan kaldırmak, ücretli kölelik düzenine son vermektir. Avrupalı emekçilerin AB Anayasası'na hayır oylarıyla vermeye çalıştığı mesaj, ancak bu yolla yerli yerine oturacaktır.

(*) “Kısa bir süre önce Chirac'a yakınlığıyla bilinen bir düşünce kuruluşunun başkanıyla görüştüm. Kendisini imtiyazlı ortaklık konusunda olağanüstü hazırlıklı görmek beni şaşırttı. İmtiyazlı ortaklık lehine söylediklerini şöyle toplayabiliriz:

“Üyelik müzakereleri 15-20 yıl sürecek; sonucu da belli değil. Oysa imtiyazlı ortaklığı gecikmeden oluşturmak mümkün. Kaldı ki Türkiye'nin tam üyelikten vazgeçmesi de gerekmiyor. İki paralel müzakere süreci yapılabilir.

“Türkiye, Avrupa savunma ve güvenliği konusunda oy hakkına sahip olarak Savunma Bakanları Komitesi'ne üye olur.

“Türkiye'ye tam üyelik sürecinde ne kadar ekonomik yardım sağlanacaksa imtiyazlı ortaklık için de ona yakın bir meblağ sağlanır.

“Türkiye, üretim maliyetlerini büyük ölçüde artıran AB standartlarını uygulamaktan kurtulur. Bu sağlık, çevre ve işyeri standartları, yeni 10 üyenin GSYİH'lerinin yüzde 3-4'üne ulaşmıştı. Türkiye için bu meblağ yaklaşık 9-12 milyar dolar olacak. Özel sektörün ödeyeceği, istihdam yaratmayan, belki de istihdamı azaltacak olan bu masraflar yüzünden, yeni üyelerin hangi sektörü müzakere edilirse, o sektör AB üyeliğine muhalif hale gelmişti.

“İmtiyazlı ortaklıkta sınırlarımızın korunması için birlikte önlemler alındıktan sonra Türklere karşı vize uygulaması yumuşatılacak.

“Konunun asıl cazip yönü, şimdi artık birer şart haline gelmiş olduğu için bizden tek yanlı ödün beklenen Kıbrıs (ve daha sonra Ege) sorununun AB gündeminden düşecek olması. Muhatabımız imtiyazlı üyelik müzakere sürecinde Kıbrıs Rumları ve Yunanistan'ın veto hakkına sahip olmayacağını veya veto kullanmalarına izin verilmeyeceğini söylüyor.

“Tabii Ermeni soykırım iddialarının da esamisi okunmayacak ve Kürt sorunu Kopenhag siyasi kıstası niteliğini kaybedecek.

“Sorun borsanın tam üyelikten imtiyazlı ortaklığa geçişe karşı olumsuz tepki gösterip göstermeyeceğinde. O da iki taraf arasında yapılacak işbirliğiyle yumuşatılabilecek.

“Bu düşünce kuruluşunun Fransız politikasına etkisini veya söylediklerinin yapılıp yapılamayacağını kesin biçimde bilmek kuşkusuz imkânsız. Ama geliştirdiği seçeneğin tamamen gayriciddi olduğu da söylenemez.” (Gündüz Aktan, Radikal 19 Mayıs, 05)