26 Kasım 2010
Sayı: SİKB 2010/45

 Kızıl Bayrak'tan
NATO’nun “yeni konsepti”yle
tescillenen uşaklık!
Sicilli işbirlikçilerin “eksen”i emperyalizme uşaklık!.
Metal cephesini
güçlendirme sorumluluğu
Mehmet Beşeli: Metal işçisinden
korku bu anlaşmaya sinmiştir
Tofaş işçisiyle Türk Metal’in satış anlaşması üzerine konuştuk.
Metal işçileri: Taslağımızın arkasındayız, greve kadar gideriz!
İnsanca yaşamaya yeterli
asgari ücret için mücadeleye!ı
“Ulusal istihdam stratejisi” saldırısına karşı mücadeleye!
TEKEL işçileri: Güvencesiz çalışmaya karşı birleşelim!
BETESAN’da baskılara
rağmen direniş
TKİP devrimin ve
komünizmin bayrağını yükseklerde tutacaktır!
Almanya’da coşkulu
12. yıl kutlaması!
Parti örgütlerinden gelen mesajlar.
Alaattin Karadağ yoldaş vurulduğu yerde anıldı!
Alaattin Karadağ
mezarı başında anıldı!
Alaattin Karadağ’ın yoldaşları ve dostları Taksim’deydi!.
Katliamın 10. yılında 39 er sanık sandalyesinde
Almanya’da sıcak sonbahar
ve görevler
ABD İsrail’i “barış” için silahlandıracak
Haiti’deki trajedi
emperyalistlerin eseri
Kadına yönelik şiddetin kaynağı kapitalizmdir!.
Eğitim emekçileri alanlardaydı!..
Aleviler İzmir’de oturma eyleminde
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Bir tersane işçisinin kaleminden...

“Cehennemin arka bahçesinden yazıyorum”

Merhaba arkadaşları ben cehennemin arka bahçesi, demir tarlası, insanların makineleştirilip insani değerlerinden arındırıldığı, kuralsızlığın kural haline getirildiği, haklı seslerin bastırıldığı, güneşin cehennemden kopup gelen bir ateş parçası gibi görüldüğü tersanelerde çalışan 19 yaşında bir tersane işçisiyim. Daha doğrusu her tersanede çalışan insan gibi kendini “işçi” zanneden bir “ücretli köle”yim.

Önceleri tersaneleri acı iş cinayetlerinin, dakika sürmeyen televizyon haberlerinden, bir iki gazetenin dördüncü-beşinci sayfasının bir köşesinden duyar, bazen hiç umursamaz, bazen de kendi küçük sıkıntılarımı bir tarafa bırakır, o yitirilen canlar için benim de canım giderdi.

Olayın içinde olmayan insanlar için ne kadar insanlık dışı bir durum değil mi? İş cinayetlerini umursamadığım anlar için kendimden büyük utanç duyuyorum. Bir de kendi durumlarının farkında olmayan ya da farkında olup da kayıtsız kalanlardan büyük utanç duydum.

İş cinayetine şahit olduğumda ise kilitlendim, ağzımdan tek kelime bile çıkmadı. Çıkamadı.

İnsan olduğunu unutmayanlar da var tabi ki. 90 günü aşan direnişiyle gün geçtikçe herkesin saygısın kazanan, büyük bir direnme gücünü sergileyen, tüm işçilerin örnek alması gereken “ZEYNEL KIZILASLAN”, insan olduğunu unutmayanlardandır.

Kızıl Bayrak’ta yayınlanan güncelerinde Zeynel Kızılarslan’ın da bir iş cinyetine şahit olduğunu okudum. Ama Kızılarslan sessiz kalmamış, çalışmaya devam etmelerini söyleyenleri, yapılması gerektiği gibi sert bir çıkışla susturmuş. Zaten işçi arkadaşlarının haklarını savunmak için işten çıkarıldığı için direnişte.

BETESAN direnişçisi Zeynel Kızılaslan yalnız değildir!

BETESAN patronunun ve onun gibilerinin günü “işçiler birleşiyor” korkusuyla geçiyor. Düşünün, Kızılaslan’ı her ziyaret edişimde gördüğüm gibi, yüzlerce işçinin kanından beslenen BETESAN patronunun gözü direniş çadırından ayrılmıyor.

Birçoğumuzun Kızılaslan’dan farkı yok. Özellikle biz tersane işçilerinin hiçbir farkı yok. Bizler ölümü kendi gölgelerimizde saklıyor, işe başladığımızda herkesten önce ölümle selamlaşıyoruz. Her tersane işçisi gibi benim de ölüme sürüklendiğim, bir anım var.

Olay paydos etmeye hazırlanırken yarım akıllı bir ustabaşının fazla mesai olduğunu söylemesiyle başladı. Güvertede 4 işçiydik, sonradan gelen arkadaşlarla 7 kişi olduk. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Ustabaşı bizi güverteden aşağıya inen bir melondan içeri soktu.

Alanı melondan içeriye giren zayıf ay ışığı aydınlatamıyor ve o beş metrekarelik alanda iskelenin üzerinde sanki yaşamaları yasaklanmış 7 can vardı. Taşeron ve mühendis de oradaydı. Ama bir şeyler eksikti. Aydınlatma ve herhangi bir güvenlik önlemi yoktu (ustabaşının ve taşeronun elindeki küçük fener hariç). Bizi bir kat aşağıya, karanlığın daha da yoğunlaştığı yere indirdi ustabaşı. O an aklıma “Gılgamış Destanı” geldi.

“Gılgamış, insan-akrebin dediğini yaparak yola çıkar.Gılgamış bir fersah yol gider, karanlık heryeri kaplar. Gılgamış iki fersah, üç fersah, beş fersah, on fersah yol gider, karanlık daha da yoğunlaşır. Ama onbirinci fersaha ulaşınça şafağın ışığı sel gibi Gılgamış’a akar ve ölümsüzlük otuna ulaşır.”

Bizler de karanlığa sürüklenmiştik. Para kazanma uğruna en ufak bir hatada canımızın bizden gidebileceğini bile bile ustabaşı bizi güverteden beş kat aşağıya indirdi. Üstelik elindeki küçük el feneriyle. Dediğim gibi en ufak bir hatada aşağıya düşen birinin hayatta kalma ihtimali bu ihtimali akla getirmek kadar zor. Ben aşağıda aydınlatma olduğunu zannediyordum ama öyle değilmiş. Döndüm ve ustabaşına “Burada aydınlatma yok mu? Yedi kişi bu karanlıkta nasıl çalışacağız” dedim. O ise elindeki feneri benim yüzüme doğu tutarak “Aha, bu var ya la” dedi. Feneri yüzüme doğru tutması beni oldukça sinirlendirmişti. “Çek o feneri yüzümden!” dedim ve devam ettim. “Buraya aydınlatma getirmek o kadar zor bir şey değil. Ben seyyar getirmeye gidiyorum” dedim. Taşeronun “Gel buraya, gerek yok.” demesine aldırış etmedim. Geri döndüğümde arkadaşlarımın bizim görevimiz olmayan bir iş yaptıklarını gördüm. “Bu bizim işimiz mi?” diye sordum, cevap alamadım. Daha sonra da beni yemekhaneye kumanya almaya gönderdiler. Ben gittikten sonra taşeron düşme tehlikesi yaşamış, ustabaşı da “Aman abi, sen bize lazımsın, dikkat et kendine!” gibilerinden sözler söyleyerek taşerona yalakalıklar yapmış.

İşte Gılgamış, işte biz. Gılgamış karanlıktan ölümsüzlük otuna ulaşırken, bizler sessiz kalarak ölüme doğru sürükleniyoruz. Beni taşeronun tavrı hiç mi hiç alakadar etmedi. Çünkü o işi çabuk bitsin, cebi çabucak dolsun diye bizim canlarımızı, hatta farkında olmadan kendi canını bile umursamaz. Arkadaşlarımın sessiz kalması, küçük de olsa bi tepki göstermemesi çok rahatsız etti. Eğer onlar da beni destekleyen bir tavır sergileselerdi, tek başıma yaptığımdan daha fazlasını, yani birliğimizi sağlamış olacaklardı.

Birleşen işçi asla kaybetmez! Dün, bütün işçi sınıfına örnek olan ve takdire layık bir direniş gösteren ÇEL-MER işçileri bilinçli bir şekilde birleşerek ve hareket ederek sendika haklarını kazandılar. Bugün Türkan Albayrak Paşabahçe direnişinde kazandı. Eminim ki yarın bizim birliğimizle aynı sorunları yaşayan, tüm işçi ve emekçi sınıfının hayran kaldığı Zeynel Kızılaslan da BETESAN’da kazanacak!

Ramazan Canpolat

 

 

 

 

Bahara durdu kuş


Bir dağ menekşesi açtı gözlerimde…
Vurdu kendini yamaçlara.
Yaylanın sarı çiçeğiyle buluştu,
uçurum başlarında.
Dağ yolları uzadı gitti.
Yalnızlığım bitti.

II
Bir şarkı yükseldi
dere yataklarından.
Bahara durdu kış.
Yaza sonra…
Önce kuşlar kondu
çırparak kanatlarını.
Miyavladı kediler.
Ver, dedi elini asi kız.
Saçları tutuştu.
Bakır rengine büründü gök.
Işıdı ardından geceler.
Soframız bolluk olacak mı,
dedi işsiz adam?
Ne zaman, dedi Nazlı kadın?
Bahar dünyayı sardığı zaman.
Bahar dünyayı sardığı zaman.

III
Gümbürdedi gök taa ötede.
Çaktı şimşekler.
Nazlı kadın yürüdü gitti.
İşsiz adam işliklere koştu.
Hak verilmez, alınır, dedi
TEKEL işçisi.
Özgürlük sokakta kazanılır.
Zeynel Kızılaslan
dikildi karşısına zorbanın.
Türkan Albayrak
yaktı meşalesini.
Yürüdü alana doğru.
Bu iş burada bitmedi, dedi
Emine Arslan.
Her yer TEKEL, her yer direniş,
dediler hep bir ağızdan.
Yürüyüp gittiler zulmün üstüne.
Dağ, tepe, bayır
bu türküye verdi rengini.

IV
Bir meşale daha yandı
herkes ayaklandı.
Paris Komünü, dedi usta.
İşte Fransa.
İşte Taksim.
Sokrates’in torunları
Yunanistan’da.
Ötelerde şarkılar yükseldi.
Duyuldu dünyanın öbür ucundan.
Savruldu saçları asi kızın.
Mevsim bahara durdu.

Rahime Henden
14.11.2010
Çobançeşme