28 Ekim 2011
Sayı: SİKB 2011/41

 Kızıl Bayrak'tan
“Milli birlik-bütünlük” değil, mücadeleyi ve dayanışmayı
büyütme zamanı!
Özgürlük için direnen
halklar kazanacak!
Deprem değil devlet öldürüyor!
Deprem bir kez kapitalizm her gün öldürür!
Faşist kudurganlığa karşı devrimci direniş!
“Bir başka ulusu ezen her ulus,
kendisini zincire vurur”- H. Eylül
Kirli savaş için birleştiler
25 Sefer oldu zafer olmadı
Gençliğin 6 Kasım hazırlıklarından
Genç komünistler III. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı’nda buluştu
Tarihsel dönem ve devrimci parti
İzmir’de kıdem tazminatı forumu
DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası TİS Uzmanı İrfan Kaygısız: “Kıdem tazminatı cephe savaşıdır”
Bir Çel-Mer işçisinden Birleşik Metal Gebze Genel Kurulu üzerine
BEDAŞ işçilerinden yürüyüş
Grevsiz sendika yasası ve KESK’in tutumu üzerine
Tunus’ta seçimlerin galibi dinci parti oldu
“İşgal et” eylemlerinepolis terörü
Yunanistan’da eylemlere
‘sol içi çatışma’ gölgesi
Her şeye rağmen umut insanda!
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Bir başka ulusu ezen her ulus, kendisini zincire vurur”

H. Eylül

Kirli savaş çığırtkanlığı ve şovenizm Kürt halkını hedefliyor, başta Kürt hareketi olmak üzere ilerici ve devrimci mevzilere yönelik saldırıların tırmanmasına dayanak yapılıyor. Fakat gerçek şu ki, savaş ve saldırganlık politikaları eninde sonunda toplumu boğan, Kürt meselesiyle ilgili olsun olmasın toplumsal muhalefeti zedeleyen bir kapsama sahip. Bu saldırganlık siyaseti toplumsal yaşamın her alanına yediriliyor, gündelik ve olağan hale getiriliyor. Bu haliyle de bugün savaş çığırtkanlarının peşine takılan onbinler farkına varmadan gerçekte kendi boğazlarına geçmiş ilmeğin daha bir sıkılmasına hizmet etmiş oluyorlar.

Son olarak Çukurca’da gerçekleşen saldırı sonucu 24 askerin hayatını kaybetmesinin ardından bu gerçek bir kez daha görülmüş oldu. Öncelikle belirtmekte fayda var ki hayatını kaybeden 24 asker, devletin şiddet ve imha yoluyla çözmeye çalıştığı Kürt sorununun bu yolla halledilemeyeceğini de göstermiş oldu. Kuşkusuz sermaye devleti Kürt halkına yönelik saldırganlığını, sömürmekte olduğu onmilyonlarca işçi ve emekçi karşısında yürüttüğü sınıf savaşında lehine çevirmeye çalışmakta. Bu amaçla da ölen askerlerin cesetlerini kendine malzeme yapıyor. Esasında son 10 yıldan biraz fazla bir zamandır toplumun şovenizmin zehriyle nasıl uyuşturulduğuna sıklıkla tanık olmaktayız. Ölen askerleri vesile ederek duygu sömürüsü yapanların gerçekte sadece “ölü sevicileri” olduğunu ise hayatın kendisi gösteriyor.

Devletin sürdürdüğü kirli savaş ve saldırganlık sonucunda Kürt halkı büyük bedeller öderken, bu kirli savaşın rüzgarına kapılan diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerse politik bakımdan bir çürüme ve yozlaşma süreci yaşadı. Dur deyince duran, yürü deyince yürüyen, vur deyince vuran, yani Nazım’ın “Akrep gibisin kardeşim” şiirini doğrularcasına toplumsal bir histeriye dönüşen, kendini vuran bir öfke sokaklarda kol gezer oldu.

Oysa bir düşünün, son örnekte olduğu gibi sözde “vatan borcunu” hayatıyla ödeyen askerin borcu nedeniyle kesilen elektriğinin açılması için ölmesi mi gerekiyordu? Yahut onun ölümü nedeniyle artık hiçbir yoksulun elektriği kesilmeyecek midir? O asker neyin bedelini ödemiştir.

Nefret silahı bilinçli olarak Kürt halkına çevrildi. Bu sayede neden hiçbir asker cenazesinin villalardan kaldırılmadığı merak edilmedi. İşçi ve emekçilerin gözleri savaşın nedenlerine değil savaşın sonuçlarına yöneltildi. Ölen, TC üniforması giydirilmiş emekçi çocukları olunca matem ve nefret duygusu sokakları doldurdu. Ölen, emekçi Kürt çocukları olunca ise sevinç çığlıkları... Empati yapılma gereği duyulmadı bile. Sanki sadece ölen askerlerin anneleri, nişanlıları, eşleri geride kalmıştı. Kürt gençlerinin anıları ve hasretleri akıllara hiç gelmedi. Zira gelemezdi de. Kardeş olmasına Türklerle Kürtler kardeşti resmi anlayışa göre ama, kardeşleriyle anlaşmak için sadece Kürtler kardeşlerinin dilini öğrenmek zorundaydı. Türklerse bütün dilleri öğrenmeye çalışsalar da Kürtçe öğrenmelerinin bir gereği yoktu.

Kaybeden kim, kazanan kim diye sorulmadı, sorgulanmadı. Servet ve sefalet arasındaki uçurumun büyümesi bu sayede gözlerden saklandı. Öte taraftan burjuva hukuk sistemi mülk sahiplerinin çıkarları için işlemeye devam etti. Deniz Feneri tutukluları bu hengâme arasında tahliye edildi. Ellerinden kan damlayan Hizbullah tutuklularının sonuncuları aynı günlerde serbest bırakıldı. Birbiri ardına gelen zamlar bu sayede unutturuldu. Sermaye sınıfı ve onların hükümetleri tarafından öyle bir zehirlenme yaşandı ki bu zehrin etkisi şu deprem günlerinde bile kendini gösterdi. Ölen Kürt kardeşlerimiz olunca nasıl bir zavallılaşma yaşandığına tanık olduk.

Onbinlerce insanın ölümüne neden olan bu savaşın sorumlusu hep Kürtlermiş gibi algılandı. Sanki Kürt halkı durduk yerde başkaldırmıştı. Takriri Sükûn vb. gibi imha ve inkâr yasaları, tarihin yeniden yazılarak çarpıtılması, “vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları, “kart-kurt” tekerlemeleri, kan akan Zilan deresi, 33 kurşun, Dersim, Nevala Kasaba, İstiklal Mahkemeleri, “Ne mutlu Türküm diyene” gibi kafatasçı söylemler, anadilinde konuşması yasaklandığı için bozuk Türkçe’yle konuşmak zorunda bırakılanların “kıro” diye aşağılanması, dışkı yedirilen köylüler gerçeği, zorla boşaltılan köyler, tecavüzler, kulak koleksiyonları, toplu mezarlar, asit kuyuları, binlerle ifade edilen “faili meçhuller” ve daha bir çok katliama, kıyıma, aşağılanmaya maruz kalan Kürt halkı değil miydi? Resmi rakamlara göre bu savaşta öldürülen 30 küsür bin insan acaba kimdir?

Öte taraftan PKK’nin 1984’te “İlk kurşun”u attığı günden bugüne geçen zamandan 20’lerinde olanlardan hayatta olanlar 50’li yaşları çoktan aştı. Oysa dağlarda savaşan Kürt gençlerinin yaşları hala 20’lerle ifade ediliyor. Yani hala daha binlerce gencecik insan bir zorunluluk sonucu değil tümüyle gönüllü olarak bu savaşta taraf oluyor, hem de öleceğini bile bile. Yani eğer bir halk hala daha en gençlerini dağlara gönderiyorsa basit bir mantık bile bu durumun kaynağını bulabilir.

Ama çözümsüzlüğün mantığı başka türlü işliyor. Egemen anlayışa göre üniversitelerde geleceklerine sahip çıkan öğrenciler olmasa, sokaklarda hakları için yürüyen işçiler olmasa, hatta Aleviler, Ermeniler vb. olmasa, devrimciler olmasa ne de güzel yaşanabilirdi bu ülkede. Kürtler de olmazsa Kürt sorunu da olmazdı bu anlayışa göre.

Mesele bu haliyle- sadece duygu dünyasının hümanizmiyle değil- iki cepheden farklı yorumlanabilmekte, farklı sonuçlara varılabilmektedir. İki farklı sınıfın, iki farklı dünyanın çözüm yolları karşımıza çıkmaktadır. Marx’ın İrlanda sorunu hakkında dile getirdiği şu cümleler oldukça öğreticidir.

“... İrlanda, İngiliz hükümetinin büyük bir düzenli ordu beslemesi için tek bahanedir ki bu ordu gerektiğinde daha önce de olduğu gibi, askeri eğitimini İrlanda’da tamamladıktan sonra İngiliz işçilere karşı kullanılabilir. ... Son olarak, İngiltere, bugün, eski Roma’da devasa boyutlarda olmuş olan şeyin bir yinelenmesini görüyor. Bir başka ulusu ezen her ulus, kendisini zincire vurur.”

Yoksul dünyalarından çıkıp savaş elbisesi giymek zorunda bırakılan genç insanlar, kendi haklı davaları için mücadele yolunu seçmedikleri için başkalarının çıkarlarına sürmekte olan savaşlarda ölmekte ya da sakat kalmaktadırlar. Geriye bıraktıkları miras ise yine bu aynı yoksulluk olmaktadır. Ancak bu bir yazgı değildir. Tıpkı Kore’de Amerikan emperyalizminin çıkarına, 23 cente mal olarak ölmenin bir kader olmadığı gibi. Ölünmesi gereken öyle bir dava olmalıdır ki amacı eşitlik olsun, kardeşlik olsun, insanın insan üzerindeki sömürüsü son bulsun. Ayrıca bilinmelidir ki bugün Kürt halkına çevrilmiş namlular kolayca hakkını arayan herkese çevrilebilmektedir. Askeri faşist darbelerin, idam edilen devrimcilerin, kanlı provokasyonların, işkencehaneye çevrilen zindanların örneğinden tarihe bakmakta fayda vardır. Bugün işçi ve emekçiler her hak arama eyleminde, en barışçıl gösteride bile karşılarında kimleri bulduğunu gayet iyi bilmektedir. Aynı namlulara hedef olanların düşmanları da aynıdır. Burjuvazi bu gerçeğin üzerini ne kadar örtmeye çalışırsa çalışsın Türkiye işçi sınıfı ve Kürt halkı bu mücadele kardeşliğini er geç yakalayacaktır.

Bu coğrafyada yaşayan işçi ve emekçiler kapitalist sistemin ve onun devraldığı sömürü düzenlerinin çözüm(süzlük) yollarına değil, kendi Marksist dünya görüşlerinin devrimci çözüm yollarına başvurmalı, “ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına” saygı duymakla kalmayıp bu hakkın savunucusu olmalıdır. Eşitliğin, özgürlüğün ve gönüllü birlikteliğin hayat bulabileceği tek gerçek düzen sosyalist cumhuriyetler birliğiyle kurulacaktır.