28 Ekim 2011
Sayı: SİKB 2011/41

 Kızıl Bayrak'tan
“Milli birlik-bütünlük” değil, mücadeleyi ve dayanışmayı
büyütme zamanı!
Özgürlük için direnen
halklar kazanacak!
Deprem değil devlet öldürüyor!
Deprem bir kez kapitalizm her gün öldürür!
Faşist kudurganlığa karşı devrimci direniş!
“Bir başka ulusu ezen her ulus,
kendisini zincire vurur”- H. Eylül
Kirli savaş için birleştiler
25 Sefer oldu zafer olmadı
Gençliğin 6 Kasım hazırlıklarından
Genç komünistler III. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı’nda buluştu
Tarihsel dönem ve devrimci parti
İzmir’de kıdem tazminatı forumu
DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası TİS Uzmanı İrfan Kaygısız: “Kıdem tazminatı cephe savaşıdır”
Bir Çel-Mer işçisinden Birleşik Metal Gebze Genel Kurulu üzerine
BEDAŞ işçilerinden yürüyüş
Grevsiz sendika yasası ve KESK’in tutumu üzerine
Tunus’ta seçimlerin galibi dinci parti oldu
“İşgal et” eylemlerinepolis terörü
Yunanistan’da eylemlere
‘sol içi çatışma’ gölgesi
Her şeye rağmen umut insanda!
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Her şeye rağmen umut insanda!

Ekim ayının sonlarına doğru güneşli bir pazar günü... Dostlar ve yoldaşlarla beraber yapılan güzel bir kahvaltı sırasında televizyondan operasyon haberleri duyuluyor, lokmalar boğazıma diziliyor. Gözlerimi televizyondaki haberlere çeviriyorum. Spiker, “Türk askerinin PKK'ya karşı yürüttüğü sınırötesi operasyonda 100 teröristin öldürüldüğünü” büyük bir gururla iddia ediyor. Bilgi yalan mı gerçek mi diye soran yok. Muhtemelen toplumun önemli bir kesimi “inşallah öyledir” diye düşünüyor. Savaş ortamı ve şiddet spikerin diline de yansımış. Artık insana coğrafyasına göre değer biçiliyor. Öldürmek, katletmek ve şiddet sıradanlaşmış. Bu savaş ve şiddet diline rağmen moralimi bozmama ve işime koyulma kararı alıyorum.

Bir arkadaşımla beraber evden çıkıyoruz. Otobüse binmek üzere durağa doğru ilerliyoruz. Yolumuz uzun. Güneşli bir pazar gününde sokakları dolduran kalabalık düğün salonlarına girip çıkıyor. Davul, zurna eşliğinde halaylar çekiliyor. Ve duraktayız. Durakta geçen her saniye, otobüs bekleyen insanların sayısı artıyor. İstanbul'un ulaşım çilesi iş günü olmayan bir pazar gününde de peşimizi bırakmıyor. Sayısı her geçen saniye artan kalabalık ve otobüsün bir türlü gelmemesi birazdan karşılaşacağımız tablonun habercisi gibi. Öyle de oluyor. Yarım saatin ardından uzakta beliren ve tıklım tıklım olmasından kaynaklı içerisi gözükmeyen bir otobüs bizi teğet geçiyor. Neyse deyip sonraki otobüsü beklemeye başlıyoruz ve o da son hızla önümüzden geçiyor. Sabrımız taşıyor, bekleyiş uzuyor. Önümüzden geçen minibüslerdeki insanların da balık istifi gittiğini görüyoruz. Onlar da durakta durmadan tam gaz yollarına devam ediyorlar. İçindeki yolcular da bize göre şanslı olanlar.

Bir an geri çekiliyorum ve durakta bekleyen kalabalığa bakıyorum, kimse bu duruma tepki göstermiyor. Bir umutla sonraki belediye otobüsü bekleniyor. Yüzlerde, yaşanan bu tablonun kader olduğuna inanan ifadeler görüyorum. Kalabalık içerisinden sadece birkaç kişi, otobüsün gelmemesine mırıldanarak tepki gösteriyor. Bir kez daha, “moralini bozma” diye kendimi uyarıyorum. Uzun bekleyişten sonra artık otobüsten umudumuzu kesip metrobüs yoluna çıkan bir minibüse güç bela binebiliyoruz. Balık istifi yolculuk 20 dakika sürüyor. Ardından yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Önümüzde bekleyen bir taksinin şoförü, tek yön yoldan girmeye çalışan başka bir aracın şoförünü uyarıyor: Abi gözünü seveyim bak bu yol tek yön orada tabela var görmüyor musun. Niye giriyorsun. Tek yön yola girmeyi zorlayan genç ise arabasından çıkıp, haklı uyarıyı yapan taksi şoförüne taksinin açık olan ön camından sağlam bir tokat patlatıyor. Araya başkaları girip bu genci sakinleştiriyor. Gencin, taksiye gelirkenki yüz ifadesi ise çok garip. Sanki kendi haklıymış, ters yöne giren kendisi değilmiş gibi büyük bir kararlılıkla parmağını kaldırarak kendisini uyaran taksi şoförünü “sus konuşma, konuşma lan” diye tehdit ediyor. Taksici ise, müşteri indirirken yediği tokadın öcünü, gencin kullandığı aracın peşine takılarak çıkarmak için yola tam gaz devam ediyor.

Büyük bir şaşkınlık içinde “ya nasıl olur, bu kadarına da pes” diyerek tekrar yola koyuluyoruz. Toplumun, bu hale nasıl geldiğini, insanların birbirlerini ezmekten nasıl bu kadar keyif aldığını, kendilerini nasıl kaybettiklerini sorgulamaya devam ediyorum. Tıpkı, çektiği ulaşım çilesine rağmen nitelikli ve ucuz bir ulaşımı talep etmeyen, tüm zamlara boyun eğen milyonlarca insanın bu suskunluğuna kızdığım gibi taksici ile genç arasındaki kavganın anlamsızlığına da sinirleniyorum. Şiddet, toplumun gözeneklerine öylesine sinmiş ki nereye gidersem gideyim farklı bir tabloyla karşılaşabileceğime ihtimal vermiyorum.

İşkence bitmiyor. Sırada metrobüs çilesi var. Tıklım tıklım dolu metrobüse biniyoruz. Nefes almakta dahi güçlük çekiyoruz. Kapı açılıp kapanırken biz de açılıp kapanıyoruz. Herkes birbirini itiyor. Arkadaşımla ayrılıyoruz ve ben tramvaya doğru geçiyorum. Tablo yine aynı. Tramvayın kapısı açıldığında insanlar dışarıya fırlayacak gibi oluyorlar. Şöyle derin bir nefes alarak tramvaydaki kalabalığın arasına sıkışıyorum. Kapı zor kapanıyor ama sanki yüzlerce insan daha gelse aynı kapıdan girebilecekmiş hissi uyanıyor. Tüm yolcular binene kadar sıkışıyoruz. Sıkış tıkıştramvaydaki yolculuk sessiz bir biçimde sürerken bir sonraki durakta uzun boylu, yüzü traşlı bir genç bağırarak tramvaya biniyor.

Polis olduğunu iddia eden bu kişi tramvaydaki kalabalığa avazı çıktığı kadar bağırıyor. “I am Turkish police!” diye bağıran bu kişi tehditlerini Türkçe olarak da sürdürüyor. Tramvaydaki insanların yüzlerine bakarak sürekli söyleniyor. Bazıları bu azarlamalara hafif tebessümle yanıt verseler de kimse çıtını çıkarmıyor. Herkeste “aman bulaşmayalım. Başımıza bela almayalım” havası var. Tramvaydaki insanların yüzlerine bakıyorum. Polis olduğunu iddia eden bu kişinin, aralarında benim de olduğum kalabalığı fırçalaması bir durak daha devam ediyor. Ve ilk itiraz geliyor. Sabrım tam taşmak üzereyken uzun boylu başka bir genç “kardeşim ne bağırıyorsun herkese. Yeter bağırma. Senin buna hakkın yok” diye bu kişiye tepki gösteriyor.

Daha birkaç dakika önce tramvaydaki insanları azarlayan bu genç, gelen tepki üzerine bir an şaşkınlık yaşıyor. Tepki gösteren bu genç, “o zaman kimliğini göster” diyerek tartışmayı sürdürüyor ve polis olduğunu iddia eden bu kişiyi köşeye sıkıştırıyor. Kem küm eden bu kişi polis kimliğini gösteremiyor ve suspus oluyor. Ve tam da o sırada, tepki gösteren uzun boylu gencin ağzından dökülen kelimelerle beynimden vurulmuşa dönüyorum. Sivil giyimli şahıs “biz de polisiz ama polis olduğumuzu söylüyor muyuz” diyerek asıl mesajı veriyor. Bir anda, dışarıya çıktığım andan itibaren tanık olduğum olaylar zinciri gözümün önüne geliyor ve içimi karartıyor. Şimdiye kadar, sırf kimlik sorduğu diye yüzlerce insanın katili olan eli kanlı bir cinayet şebekesinin mensubu bir polis, polis olduğunu iddia eden başka bir kişiye kimliğini soruyor. Yüzlerce insanın suskunluk ve korkuyla karşıladığı böyle bir duruma tepki gösterebilen tek kişinin polis olması olaya apayrı bir anlam katıyor. Derken, hemen bir metre uzağımda bulunan ve sevgili oldukları belli olan bir çift, başka biriyle tartışıyor. Sırtı dönük olan bir adamı sevgilisini taciz etmekle suçlayan bir genç tepki gösteriyor. Tramvaydaki gerilim başka bir boyut alıyor.

Tramvayın camından dışarıya bakıyorum. Araç trafiğinin aktığı yolun ortasında duran arabalardan inen adamlar ölesiye kavga ediyorlar. Küfürler, yumruklar, tekmeler havada uçuşuyor. Karamsarlığım daha da artıyor. Tüm keyfim kaçıyor. Tüm bunları yaşarken bu derece farkına varmadığım bir tablo karşısında dehşete düşüyorum ve korkuya kapılıyorum. Bir yandan “nasıl bir dünyada yaşıyoruz?” sorusunu soruyorum. Bir yandan da tüm bunlar tesadüf olamaz diyorum. Her şey gözlerimin önünde cereyan ediyor. Yaşadığı sorunların altında bunalan insanlar, öfkesini başkasına kusuyor. Ulaşım sorunu yaşayanlar çareyi birbirlerini ezmekte buluyor, polis devletinin büyüsüne kapılıp polis diye ortaya çıkan gence ağzının payını verebilen kişi, kendisini geniş yetkilerle donanan devletine sırtını dayayan bir polis çıkıyor. Irkçı-şoven histeriyle sersemletilmiş kalabalıklar birbirinin üzerine basarak yaşamaya çalışıyor. Tekrar başa, sabahki kahvaltı sırasında keyfimi kaçıran spikerin konuşmalarına dönüyorum. Aynı spiker, bir Kürt ili olan Van'da yaşanan depremde yaşamını yitirenler için demedik söz bırakmıyor. Yaşanan ölümler için “allahın sopası yok” anlamına gelen ifadeler kullanarak neredeyse “oh olsun” diyor.

Günboyu yaşadıklarımın gerilimiyle sırtımı yatağa koyduğumda tüm bunlara rağmen umut var mı diye soru soruyorum kendime. Aklıma Nazım Usta'nın dizeleri geliyor.

işler atom reaktörleri işler

yapma aylar geçer güneş doğarken

ve güneş doğarken ben bir geceyi

bir uzun geceyi gene uykusuz

ağrılar içinde geçirmişimdir

düşünmüşümdür hasretliği ölümü

seni memleketi düşünmüşümdür

seni memleketi dünyamızı.


işler atom reaktörleri işler

yapma aylar geçer güneş doğarken

ve güneş doğarken hiç umut yok mu

umut umut umut... umut insanda

A. Umut