12 Aralık 2014
Sayı: KB 2014/49

Faşist baskıya ve gerici zorbalığa karşı birleşik-militan mücadeleye!
Dink’in faili devlettir!
'İç güvenlik' yasası: Devlet terörü!
Baskı ve terörde pilot bölge Yüksekova
İnsanca yaşam için mücadeleye!
Aslolan işçi sınıfının mücadele yasalarıdır
DİSK-AR: 75 kuruşa bir öğün!
Yatağan’ın gösterdiği - K. Toprak
“Maceracılık” söylemiyle saklanan ihanet! - T. Kor
Yatağan direnişinin özeti
TEKEL’den Yatağan’a 4C köleliği
“Ölen de yargılanan da işçi oluyor”
Çelik yine işçiyi suçladı
Ramsey’de sendikalı işçi kıyımı
Devrimci Gençlik Birliği 1. Genel Kurulu tebliğlerinden...
“Sokakta parçalayalım!”
Eğitimde gericilik tahkim ediliyor
Eğitimde tam gaz gericileşme
“Şura kararlarını engellemek için fiili-meşru mücadele”
Kapitalizmi zor günler bekliyor!
Dünyada işçi, emekçi, gençlik eylemleri
Kapitalizm 230 milyon çocuğu savaş ve salgına sürükledi
"Ortak irade ve davranış birliğini geliştireceğiz!"
“Türkiye’de aile içi şiddet teşvik ediliyor”
İnsan hakları kavramına sınıfsal bir bakış - K. Ehram
Komünist tutsak Kara’ya müebbet hapis cezası!
Erdel Eren kavgamızda yaşıyor!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

İnsan hakları kavramına
sınıfsal bir bakış

K. Ehram

 

İşçiler ve tüm emekçiler aç, çıplak, bitmiş tükenmiş bir durumda iken saf demokrasiden, genel olarak demokrasiden, eşitlikten, özgürlükten söz etmek, emekçiler ve sömürülenler ile alay etmek demektir.

Vladimir İlyiç Lenin

Literatürde insan haklarının en kapsamlı tanımı şudur: “Bütün insanların doğuştan sahip oldukları temel hak ve özgürlükler”. [1] Gerçekten bu kadar basit mi? İnsan hakları ne kadar evrensel, eşitlikçi ve herkese dair mutlak bir norm gibi sunulmaya çalışılırsa çalışılsın, hepimiz insan haklarının “belirli insanlar” için “belirli haklar” anlamına geldiğini çok iyi biliyoruz. Nasıl ki ekmek, nasıl ki iyi okullar, nasıl ki donanımlı hastaneler, nasıl ki altı yırtık olmayan pabuçlar eşit dağıtılmıyorsa insan hakları da öyle eşit dağıtılmıyor işte…

Batı siyasal düşüncesinin kilometre taşlarından John Locke, Thomas Hobbes ve Jean Jacques Rousseau gibi düşünürlerin etkisiyle şekillenen insan hakları düşüncesi özellikle 17. ve 19. yüzyıllarda Avrupa’dan yayılmaya başlamıştır. 1689 İngiliz Yurttaş Hakları Beyannamesi, 1776 ABD Bağımsızlık Bildirgesi ve nihayet normlaştırılan ilk insan hakları bildirgesi olan 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi temel belgeler olarak gösterilebilir. [2] İkinci Dünya savaşı sonunda 1945’te kabul edilen Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ile insan hakları küresel düzeyde- ve sadece kâğıt üzerinde- yaygınlaşmış ve ulus-aşırı büyüyen kapitalizmin ihtiyaçlarına hizmet edecek ölçüde şekillendirilmiştir. 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ilan edilen “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” nedeniyle de 10 Aralık haftası “İnsan Hakları Haftası” olarak kutlanmaya başlanmıştır.

İnsan hakları kuramına ve tarihsel gelişim süreçlerine yönelik oldukça teferruatlı bir külliyat var. Bu yazımız kapsamında bu detaylara inmeyeceğiz. Fakat bu haftanın anlam ve önemi vesilesiyle ilkin insan haklarının politik olarak ne anlam ifade ettiğine ve emperyalist-kapitalizmin özellikle 1970’li yıllardan sonra evrenselleşen “insan hakları” dizgesini hangi çıkarları doğrultusunda yaygınlaştırdığına dönüp bakacağız.

İnsan haklarının dünü:
Elitlere imtiyaz ve mülkiyet hakkı

Üreticinin hakkı sunmuş olduğu emekle orantılıdır; buradaki eşitlik emeğin ortak ölçü birimi olarak kullanılmasından ibarettir... Bu eşit hak eşit olmayan bir emek için eşit olmayan bir haktır.

Karl Marx- Friedrich Engels

İnsan haklarının ilk düzeyi Eski Yunan’dan başlamıştır. Öyle ki, demokrasi, seçim, oy hakkı kimi temel insan haklarının izi eski Yunan devletlerinde ilk defa mevcut olmuştur. Ancak bütünlükle bunları insan hakları olarak değerlendirmek biraz zordur. Nedeni ise bu hakların “vatandaş” statüsüne sahip az sayıda elit insan için geçerli olmasıydı. Vatandaş statüsünde olmayanlar bu haklardan yararlanamıyordu. [3]

Eski Çağ’dan Ortaçağ’a gelindiğinde ise insan hakları üzerine dönüm noktalarından biri olarak 1215 tarihli Magna Carta Libertatum’u görüyoruz. [4] Bu belgenin ortaya çıkmasının aslı nedeni kralla soylular arasındaki dengeyi kurmak ve kralın mutlak iktidarını sınırlandırmaktır. Böylece Magna Carta’da tanınan haklar çoğunlukla tüccarlara ve soylulara ilişkin imtiyazlardır.

Antik Yunan’da şehir devletlerden Ortaçağ Avrupa’sında krallıklara ve Fransız Devrimi ile birlikte burjuva demokrasisine vatandaşlık kavramının içeriği de hak kavramı da sayısız dönüşüme uğradı. Fakat mülk sahibi bir sınıfın iktidarı elinde bulundurduğu her dönemde ve her coğrafyada insan haklarından kastedilen “özel mülkiyet” hakkı oldu.

16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da gelişen “doğal haklar” doktrini, “yaşam, özgürlük ve mülkiyet” sloganını benimsemiştir. Bu haklar, burjuva bireyinin haklarıdır. Ancak bütün hakları doğuran ana hak, mülkiyet hakkıdır; yaşam ve özgürlük de, Locke’un dediği gibi, mülkiyetin öğeleridir.[5] Feodal mülkiyet ilişkilerinden kapitalist mülkiyet ilişkilerine geçiş sürecinde birey, bedeni ve emeği üzerinde de “mülkiyet hakkı”na sahip sayılmıştır. Özel mülkiyet hakkının bu biçimde formülasyonu ise, can güvenliği ve özgürlük haklarını bireyin bedeni üzerindeki mülkiyet hakkından türetmiş; emeğin metalaştırılmasını da, bireyin emeği üzerindeki mülkiyet hakkına dayandırmıştır. Kısacası burjuvazinin insan hakları insanlığa şunu vaat etmektedir: Mülkün kadar güvendesin, mülkün kadar özgürsün!

İnsan haklarının bugünü:
Sermayenin küresel siyaset aracı

İnsan hakları külliyatı ve üzerinde kurulduğu liberal ya da post-modern etik, hep başka yerlerde olan kötülüklerle ilgili yargı ve kanaati düzene bağlar. Ama bu başkası için endişelenme halinin, kendisini ayakta tutan muhafazakâr kimliği ortaya çıkarmak gibi bir hedefi ve donanımı yoktur, konuştukça kendi temelini örter.”

Alan Badiou

Çalışanların ve halkların hakları geriletilirken, sermayenin özgürlükleri geliştirilmektedir. İçinde bulunduğumuz dönemde insan hakları söyleminin yükselmesi de, kapitalizmin ilk geliştiği dönemlerde insan hakları sloganının yükselmesine benzemektedir. Nasıl ki Avrupa’da burjuva devrimleri, tarihi insan hakları belgelerini doğurmuş ve burjuvazi iktidar mücadelesini aynı zamanda insan hakları mücadelesi olarak sunmuşsa, günümüzün neoliberal küreselleşme süreci de klasik liberal insan hakları ideolojisine bir geri dönüşü beraberinde getirmiştir. Sınıfların iktidar mücadelesindeki bu fenomeni yine en iyi Marx tahlil etmektedir:

“Kendisinden önce hüküm sürenin yerini alan her yeni sınıf amaçlarına ulaşmak kendi çıkarını toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı gibi göstermek zorunda olduğu için; bu ideal formu ile açıklanacak olursa, kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları tek mantıklı, tek mantıklı ve evrensel olarak geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır.” [6]

1980’lerde gündeme giren neoliberal küreselleşmenin 20 yılı aşkın bilançosunda insan haklarına düşen pay, sistemli bir gerilemedir. Oysaki buna paralel olarak insan hakları söylemi gün be gün popülerleşmektedir. Yani 20 yılı aşkın zamandır insan hakları söyleminin altı sistematik olarak oyulmaktadır. Küreselleşme sürecine “insani” bir yüz kazandırma ihtiyacı “insan hakları” söyleminden karşılanmıştır. Emperyalist burjuva odaklar, “hümanizm”, “azınlıkların haklarını koruma”, “insan haklarını savunma” safsatalarıyla emperyalist savaşa meşruiyet arayışlarını arttırmışlardır. [7]

Bir yandan ‘90’ların askeri müdahaleleri “insani” gerekçelere dayandırılmış, diğer yandan azgelişmiş ülkelere açılan krediler “insan hakları” koşuluna bağlanmıştır. Empoze edilen insan hakları reformları ile üçüncü dünya devletleri liberal ilkeler doğrultusunda yeniden yapılandırılırken, ikinci dünyada özel mülkiyet hakkı yeniden tesis edilmiştir. “Küreselleşme ideolojisi, insan hakları kavramından, gerçekte onun klasik liberal çerçevesine bir geri dönüşü anlamıştır; bu çerçeve, kişisel ve siyasal haklarda ifadesini bulmaktadır, ancak onun da merkezinde özel mülkiyet hakkı yatmaktadır.”[8]

Sermayenin hukuk devletinden anladığı sermayenin uluslararası düzeyde akışını kolaylaştıracak, yatırımlarını güvenceye alacak, imtiyazlarını koruyacak bir hukuk sistemidir: “Sözleşmeler uygulanmalı, mülkiyet hakları korunmalı, yabancı ve yerli yatırımcılar yatırımlarının yasal teminatlarına güven duymalıdır.” [9] Bu sözler insan haklarına müdahaleyi gündemine alan Dünya Bankası tarafından hukuk reformlarının amaçları bağlamında bizzat dile getirilmektedir. Görüldüğü gibi bu kapitalist hak yiyiciler insan hakları kelimesini o kanlı ağızlarına alırken mülke olan iştahlarını kendi kendilerine açık etmektedir.

İnsan haklarının yarını: Sosyalizme içkin işçi demokrasisi ve marksist bir özgürlük anlayışı

En geniş demokrasi proletarya diktatörlüğünün siyasal biçimleri arasında yer alır.”

Louis Althusser

Burjuva insan haklarının pratikte ne derece gayri-insani sonuçlar doğurduğunun ve haksızlığın cisimleşmiş hali olduğunun yanı sıra Marx, haklar kuramına karşı kuramsal bir eleştiri çerçevesi çizmiştir. Marx insan hakları kuramında ön varsayılan insanın, basitçe, egoist, içinde bulunduğu toplumsal ilişkilerden soyutlanmış, atomize olmuş insan olduğunu vurgular [10]. “Doğal haklar” kuramının özel mülkiyet haklarına indirgendiğini en açık dille eleştiren Marx, bu hakları bağımsız ve bireyci bireylerden oluşan parçalanmış bir sivil toplumun ifadesi olarak tanımlar.

Ve marksist hak anlayışına göre hukuki biçimler ne kendilerine ne de herhangi bir töze referansla anlaşılamazlar. “Haklar yaşamın maddi koşullarının ürünüdürler. Bir tözün mekân ve zaman içerisinde ifadesi anlamında ölümsüz ilkeler yoktur demektir bu.”[11]. Fransız Devrimi’nden çağdaş burjuva kuramcılara kadar uzanan özgürlüğün “negatif” anlayışı özgürlüğü bir tür zordan arınma olarak tanımlarken soyuttur, bireyseldir. Buna alternatif olarak Marx’ta özgürlük bireylerin birbirleriyle ilişki içerisinde kendini gerçekleştirmesi olarak tanımlanır, bu haliyle pozitiftir, önceden verili değildir, toplumsal ve kolektiftir. [12]

Ezilenlere yönelik bir insan hakları kuramı için alternatif bir özgürlük, marksist anlamda bir özgürlük gerekiyor. O halde bu özgürlüğü oluşturacak yeni bir nesnel zemin yani alternatif bir düzen, yeni bir toplumsal yaşam inşa etmek zorunluluğu ile karşı karşıyayız. Bunu da ancak işçiler, emekçiler başarabilir; zira tarihin lokomotifini ancak onlar inşa edebilir, yani toplumsal devrimleri! 1917 Ekim Devrimi’nde başarılan tam da buydu.

Lenin tarafından kaleme alınan ve Sovyet anayasasının temel bir bölümü haline getirilen “Çalışan ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi” alternatif bir insan hakları dizgesinin en somut ve en ileri örneği olarak bugün burjuva hukukçular tarafından bile kabul görmektedir.

Bildirgenin birinci maddesinde de dendiği üzere, “merkezi ve yerel, tüm güç Sovyetler’in elindedir.”[13] Yani siyasal iktidar Sovyetler aracılığıyla tüm işçi ve emekçi sınıflardadır. Bildirge üçüncü maddede temel amacını “insanın insan tarafından sömürülmesini ve toplumun sınıflara ayrılmasını tamamen yok etmek, sömürücüleri acımaksızın ezmek, toplumu sosyalist bir temelde örgütlemek” olarak koydu. Dokuzuncu madde en cüretkâr şekilde sömürüye karşı tutumu ortaya koydu: “Burjuvaziyi tümüyle bastırmak, insanın insan tarafından sömürüsünü ortadan kaldırmak ve ne sınıflara bölünmenin ne de devlet iktidarının var olacağı sosyalizmi inşa etmek…“

İşte böylece Lenin öncülüğünde işçi Sovyetleri gerçek insan haklarının özsel ve ideal değerlerine ulaşılabilmesi için sınıfların ortadan kaldırılması gerektiğini tüm reformist lafazanlara ve iyimser sosyal-demokratlara bizzat kanıtladı. Bunlarla birlikte, burjuva düzende genel ve soyut şeyler olmaktan öteye geçemeyen hakları işçi sınıfı, topraksız köylülere ve tüm ezilenlere kendi iktidarı altında kavuşturabileceğinin ilk örneğini vermiş ve koşulsuz tanıdığı kendi kaderini tayin hakkı ile tüm halkların üzerine doğacak güneşin muştusu olmuştur. Şimdi tüm işçi ve emekçiler için yapılması gereken insan hakları konusundaki kazanımların dününe ihanet etmeden, bugününü korumaktan vazgeçmeden ve fakat asla bunlarla yetinmeyip daha iyisi ve ilerisi için yüzünü yarının devrimlerine, Ekimler’e dönmektir!

Kaynaklar:

1- M. Çemrek, Uluslararası Politika ve İnsan Hakları, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınevi, 2013.

2- Y. Şahin, “Küreselleşme ve İnsan Hakları”, Dokuz Eylül Üniversitesi, 2009.

3- M. Ali Ağaoğulları, Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyaasal Düşünceler, İletişim Yayınları, 2011.

4- M. Erdoğan, İnsan Hakları Teorisi ve Hukuku, Orion Yayınevi, 2011.

5- John Locke, Seconde Treatise of Government (1690), Akt. Yasemin Özdek, 2002.

6- Karl Marx, Alman İdeolojisi (1845), Çev. K. Ehram, Marx-Engels İnternet Arşivi, 2000.

www.marxist.org

7- A. Eren, “Kobanê ve ‘İnsan Hakları Emperyalizmi’”, Kızıl Bayrak, Ekim 2014.

8- Yasemin Özdek, “Küresel Yoksulluk ve Küresel Şiddet Kıskacında İnsan Hakları”, TODAİE İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi, 2002.

9- Dünya Bankası, Gelişme ve İnsan Hakları: Dünya Bankasının Rolü, 1998.

10. K. Marx, Yahudi Sorunu, Sol Yayınları, 1997.

11- A. Murat Özdemir, Ebubekir Aykut, “Marksizm ve Hak Kavramı: Kuramsal Bir Yaklaşım Denemesi”, İnsan Hakları Yıllığı, Cilt 28,2010.

12- Ecehan Balta, “Marksizm: İnsan Özgürleşmesinin Felsefesi”, Praksis Dergisi, 2001.

13- Akın Erensoy, “İnsan Hakları ve İşçi Sınıfı”, 2 Aralık 2007.


 
§