4 Eylül 2015
Sayı: KB 2015/34

Fiili, meşru-militan mücadele!
Yeni savaş tezkeresine karşı mücadeleye!
Haklar sandıkta değil sokakta kazanılır, sokakta korunur! - H. Eylül
"Savaşın 40 Günlük Basın Bilançosu"
Sermaye medyasının savaş çığırtkanlığı
Polis terörü katliamlara yol açıyor
“Kurtuluş devrimde, barış sosyalizmde!”
1 Eylül Dünya Barış Günü eylemleri
Akçakale’den IŞİD’e malzeme sevkiyatı yaptılar
Korkularını daha da büyütmek için mücadeleye!
Marks’tan sendika notları...
MESS ve Türk Metal saldırılarına karşı fiili-meşru mücadele
ORS işçileri: “Fire yok kale sapasağlam”
DEV TEKSTİL: Çalışan da biz, aç kalan da...
Dünya jandarması ABD’nin hegemonyası zayıflarken Ortadoğu’da Rusya’nın inisiyatifi güçleniyor
Kime karşı, kiminle ne için savaşacağız?
Lübnan ve Irak’ta yükselen kitle hareketleri
Yükselen Çin’e eski Japonya!
Önlem alınmıyor; ikiyüzlüce barbarlık, ırkçılık körükleniyor
Göçmen trajedisi ve kapitalizmin vahşeti
FHKC Cenin’deki direnişi selamladı
Gericiliğin kadın temsilcisi: Ayşen Gürcan
Kadın cinayetlerini durduracağız! Ama nasıl?
Üniversitelerde yeni bir dönem açılıyor
“Festivalin emekçilerle buluşması engellenemez!”
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Dünya jandarması ABD’nin hegemonyası zayıflarken Ortadoğu’da Rusya’nın inisiyatifi güçleniyor

 

Tarihsel durum gösteriyor ki emperyalist dünya sisteminin jandarması olan güç, buna paralel olarak Ortadoğu’nun da egemen gücü konumunu kazanıyor. Yüzyılın ilk yarısında dünya jandarması İngiltere’ydi ve kısmen Fransa’yla paylaşsa da Ortadoğu’nun asıl egemeni oydu…” (H. Fırat, Dünya Türkiye ve Ortadoğu, Sf. 391. Eksen Yay.)

İkinci emperyalist savaş sonrasında, dünya çapında jandarmalığı ve dolayısıyla Ortadoğu’da emperyalist egemenliği bu kez ABD devraldı ve İngiltere de o günden bugüne onun yedeğindeki asıl güç olarak kaldı…” (age)

ABD emperyalizmi onlarca yıl boyunca Ortadoğu üzerindeki egemenliğini sürdürmek ve bölgedeki İsrail, Suudi Arabistan, Türkiye gibi sadık işbirlikçilerini korumak esasına dayalı bir politika izledi. ABD’nin 65 yıldan bugüne devam eden bu gerici saldırgan politikası, 1950’li yıllardan bu yana ırkçı-siyonist İsrail devletinin işlediği tüm suçlara zemin hazırladı. İran, Pakistan ve Türkiye’de askeri faşist cuntaları planlayıp destekledi. Irak’a karşı girişilen birinci körfez savaşı, 500 bin çocuğun katledilmesine neden olan vahşi ambargo ve 2003 Irak işgali gibi büyük kıyımlar gerçekleştirdi. ABD ile suç ortakları bu dönem boyunca yukarıda anılanların yanı sıra bölge halklarına karşı sayısız başka suç da işlediler.

65 yıla yayılan bu saldırgan emperyalist politika, ABD’nin Afganistan ve Irak bataklıklarına saplanması, Irak’la birlikte “üçlü şer ekseni” ilan edilen İran ve Suriye’yi dize getirme konusunda yaşanan fiyasko, İsrail’in Temmuz 2006’da Lübnan direnişi karşısında hezimete uğraması, dinci çeteler eliyle Beşar Esad yönetimine ve Suriye halklarına karşı kışkırtılan savaşı kazanamaması… Bu ve benzer gelişmeler, dünya jandarmasının Ortadoğu’daki gerilemesini kaçınılmaz hale getirdi. Bu aynı dönemde hem Rusya hem Çin gibi iki büyük emperyalist gücün bölgedeki etkilerini güçlendirmeleri, ABD’nin Ortadoğu’daki hegemonyasında tamiri mümkün olmayan gedikler açmış durumda.

Son gelişmeler ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki hegemonyasının zayıflama sürecinde olduğunu belirgin şekilde gözler önüne seriyor. Bu eğilim yeni olmamakla birlikte, olayların daha somut görünümler kazanması, dünya jandarmasının bölgedeki gerileyişini tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta ortaya koyuyor. ABD hegemonyasının gerileyişi Ortadoğu ile sınırlı değil elbet. Tersine, jandarmalığı idame ettirme noktasında ortaya çıkan mali, siyasi, diplomatik, askeri alanlardaki zorlanma, kritik önem taşıyan Ortadoğu’da da yankısını buluyor. Ortadoğu’daki gerileme ise dünya jandarmalığının eskisi gibi devam ettirilmesi önündeki engelleri daha da büyütüyor. Nitekim “tek kutupluluk” döneminin sona erdiği “çok kutuplu” bir dönemin başladığı, artık farklı güçler tarafından dile getirilmektedir.

Dünya jandarması
üçlü şer ekseni”ni kıramadı

11 Eylül 2001 saldırılarını gerekçe göstererek Afganistan’a saldıran ABD emperyalizmi, iktidara taşıdıkları Taliban yönetimini savaş aygıtı NATO’nun vahşette sınır tanımayan ağır bombardımanları eşliğinde yıktı. Afganistan’dan sonra namlular, “üçlü şer ekseni” diye kodlanan İran, Irak, Suriye üçlüsüne çevrildi. Dönemin ABD başkanı oğul George Bush ile neo-faşist/siyonist ekibi, Ortadoğu’nun merkezinde bulunan bu üç ülkeye sıranın geldiğini ilan ettiler.

Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) hayata geçirmek için “üçlü şer ekseni”nin kırılacağını küstahça ilan eden neo-faşist çete, Mart 2003’te Irak’a savaş ilan etti. 150 bin askerle saldırıya geçen ABD ile suç ortakları, Saddam Hüseyin’in çürümüş ordusunun hızla dağılması sayesinde çok zorlanmadan Irak’ı işgal etmeye muvaffak oldular. Ancak işgal, çetenin şefi Bush’un iddia ettiği gibi zaferle sonuçlanmadı. Tersine, Afganistan’la birlikte Irak, işgal ordularının içinde çırpındıkları birer bataklığa dönüştü. Irak bataklığından 10 yılda çıkabilen ABD, halen NATO ile birlikte Afganistan bataklığında debeleniyor.

ABD ordusu güçlü, son teknoloji ürünü silahlarla donanmış, vahşette sınır tanımayan tarihin tanık olduğu en tehlikeli savaş aygıtıdır. Ancak bu kadarı Irak bataklığından çıkıp Suriye ile İran’a saldırma planını hayata geçirmeye yetmedi. Bu durum tumturaklı vaazlarla ilan edilen BOP’un fiyaskosunu tescil etti. Geçerken belirtelim ki, kendisini “BOP’un eşbaşkanı” ilan eden dönemin başbakanı AKP şefi Tayyip Erdoğan’ın ABD-İsrail ikilisi adına tetikçilik yaparak Ortadoğu’nun ağası olma hevesleri de kursağında kalmıştı. Zira bu uçuk hevesler, BOP’un mutlak başarısına duyulan imandan kaynağını alıyordu.

Yeni Ortadoğu’nun doğum sancıları”ndan ırkçı-siyonizmin hezimetine...

Kendi uydurması olan “yenilmez güç” efsanesiyle anılan İsrail ordusu Temmuz 2006’da Lübnan’a savaş ilan etti. Akıl almaz vahşetler sergileyen ırkçı-siyonist rejim, Birleşmiş Milletler kararlarıyla uluslararası tüm anlaşmaları pervasızca ayaklar altına aldı. Öyle ki, kadın ve çocukların sığındığı mekanları bile dünyanın gözleri önünde ABD-AB emperyalistlerinin desteğiyle bombaladı.

Batılı emperyalistlerin “demokrasi”, “insan hakları”, “uluslararası hukuk” söylemlerinin tümünü yerle bir eden İsrail vahşetine onay verilmesi, Hizbullah önderliğindeki Lübnan direnişinin kısa sürede ezileceği hesabına dayanıyordu. Nitekim neo-faşist çetenin mensubu dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, kameraların karşısına geçip, “Şu anda yeni bir Ortadoğu’nun doğum sancılarını izliyorsunuz” diye açıklama yapacak kadar pervasız ve kendinden emindi.

“Yeni Ortadoğu’nun doğumu” İsrail savaş aygıtının önce Lübnan ardından Filistin direnişlerini kolayca ezeceği, bundan sonra sıranın Suriye’ye geleceği, Suriye’nin işi bitirildikten sonra, yalnız kalacak olan “üçlü şer ekseninin en tehlikelisi” İran’ın defterini dürmenin kolay olacağı hesaplarına dayanıyordu. Bu hedeflere ulaşılması emperyalist/siyonist güçlerle bölgedeki uşaklarının şiddetle arzuladığı bir şeydi. Ancak olayların seyri farklı oldu.

Emperyalist/siyonist merkezlerdeki hesap Lübnan’a uymadı. “Yenilmez güç” diye pohpohlanan İsrail ordusu, Lübnan direnişinin darbeleri altında, utanç verici bir şekilde Lübnan’dan çekildi. İsrail savaş aygıtı sivil halkı hedef aldığı için Lübnan halkı ağır bedeller ödedi. Fakat buna rağmen direniş emperyalist/siyonist güçlere ummadıkları bir hezimet yaşattı. İsrail savaş aygıtının “yenilmez güç” olduğu efsanesi de Yeni Ortadoğu Projesi de yerle bir oldu.

Dinci çeteler eliyle
“vekalet savaşı” manevrası

Lübnan direnişi tarafından hezimete uğratılan İsrail, yıkıcı vahşi gücünü Gazze’ye yöneltti. Filistin halkı bir kez daha ağır bir bedeller ödedi ancak sonuna kadar direnmeyi de başardı. Böylece direnişi kırıp halkları köleleştirme saldırısı Filistin’de de geri tepti.

2010 yılının sonlarına doğru Tunus’ta patlak veren halk isyanı, kısa sürede emperyalizmin sadık kuklası Zeynel Abidin Bin Ali yönetimini yıktı. Tunus’un ardından Mısır’a sıçrayan isyan dalgası, ABD-İsrail ikilisinin bölgedeki en sadık uşaklarından biri olan Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’i de tarihin çöplüğüne havale etti. Halk isyanlarının devrimci bir mecrada ilerlemesini engellemek için Müslüman Kardeşler'i (İhvancılar) sahaya süren ABD ile işbirlikçileri, modeli AKP olan “ılımlı İslam”ı halklara dayattı. Ancak Mısır halkının İhvancılara karşı gerçekleştirdiği büyük isyan, bu planın kısa sürede ıskartaya çıkarılmasını zorunlu kıldı.

Emperyalist/siyonist güçlerle bölgedeki suç ortaklarının son kozu, dinci terör oldu. NATO ordularının Libya’yı yedi ay boyunca bombalaması sayesinde Muammer Kaddafi yönetiminin yıkılması kökten dinci çetelere yeni bir alan açtı. Libya’da cirit atmaya başlayan dinci çeteler, o günlerde Suriye’ye karşı yoğunlaştırılan savaşa katılmak üzere AKP iktidarı tarafından bu komşu ülkeye taşındı.

“Ilımlı İslam” seçeneği çöpe atılınca ABD ile suç ortakları cihatçı çeteleri kullanmaya başladılar. Artık savaşın yoğunlaştığı alan Suriye cephesiydi. ABD’nin Ortadoğu hegemonyasını sarsan Rusya’nın Suriye yönetimini desteklemesi, bu ülkeyi hegemonya savaşının kritik cephesi haline getirdi. ABD ile bölgedeki suç ortakları 80 ülkeden devşirdikleri dinci tetikçileri Suriye’deki savaşa sürdüler. Eğittiler, finanse ettiler, silahlandırdılar… Afganistan, Irak, Libya’dan sonra Suriye’yi de yakıp yıktılar. Ancak tüm bunlara rağmen ne dinciler Suriye’de iktidarı ele geçirebildi ne ABD’nin Ortadoğu’daki hegemonyasının zayıflaması durdurulabildi.

Bu arada Rusya’nın “yumuşak karnı” diye tabir edilen Ukrayna cephesini açan ABD ile batılı müttefikleri, gidişatı tersine çevirmeyi başaramadılar. Ortadoğu’da cihatçı tetikçileri kullanan emperyalistler, Ukrayna’da faşist çeteleri kullandılar. Suriye’de cihatçı çetelerin Ukrayna’da faşist çetelerin tetikçi olarak kullanılması, ABD hegemonyasındaki düşüşü durdurmaya yetmedi ama batılı emperyalistlerdeki ahlaki çöküşün doruklarda olduğunu gözler önüne serdi.

Ortadoğu’da Rusya’nın inisiyatifi öne çıkıyor

Ortadoğu çalkantılı bir dönemden geçmesine rağmen, Rusya’nın kendi içinde net ve tutarlı bir bölge politikası oldu. Libya’yla ilgili BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada Çin’le birlikte çekimser kalan Rusya, ciddi bir hata yaptığını kısa sürede anladı. Zira BM kararı güya Libyalı sivilleri korumayı amaçlıyordu. Oysa NATO orduları yedi ay boyunca Libya’yı bombalayarak Kaddafi yönetimini yıkmış ve en az 30 bin kişinin ölümüne sebep olmuştu. Libya olayında batılı emperyalistler tarafından ters köşe yatırılan Rusya-Çin ikilisi ondan sonra net bir tutum içinde oldular.

Bu dönemde diplomasiye ağırlık veren Rusya, uluslararası anlaşmaları temel alan çizgiye sadık kaldı. Hem Ortadoğu’daki çıkarlarını savundu hem batılı emperyalistlerin kuşatma ve kışkırtmalarına karşı durabildi. Tek kutuplu dönemin bittiğini, çok kutuplu bir dünya sisteminin kurulması gerektiğini savunan Rusya, bu tutumu ile Ortadoğu’daki etkisini giderek arttırdı. İran ve Suriye ile yakın işbirliği içinde olan Irak’la ilişkiler geliştiren Rusya, bölgenin etkili gücü Mısır’la da işbirliğini güçlendirmeye başladı.

İhvan (Müslüman Kardeşler) yönetiminin büyük bir halk isyanı ve askeri darbe ile devrilmesinden sonra Mısır, ABD ile işbirliğine devam etmekle birlikte, Rusya ile ilişkilerde yeni bir dönem başlattı. Geçen günlerde Mısır Cumhurbaşkanı Abdullfettah el Sisi’nin Moskova’ya dördüncü ziyaretini gerçekleştirmesi, iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişimi hakkında fikir veriyor. Nükleer programıyla ilgili İran’la anlaşmaya varılmasında da etkin bir rol oynayan Rusya, kendi emperyalist çıkarları ekseninde Suriye, Irak ve Yemen’de devam eden çatışmaların sona ermesi ve cihatçı çetelere karşı etkili bir mücadelenin örülmesi yönünde de daha etkin bir çaba harcıyor. Tüm bunlar Ortadoğu ülkelerinin Rusya ile ilişkileri geliştirme eğilimini güçlendiriyor.

Mısır, Ürdün, Körfez ülkeleri…

Mısır ve Ürdün’ün yanı sıra Ortaçağ kalıntısı Körfez şeyhleri de son dönemde Moskova’ya yönelmeye başladılar. Bu rejimler ABD ile utanç verici bir uşaklık ilişkisi içinde olmalarına rağmen, güç dengelerindeki değişimi göz ardı edemiyorlar. ABD’nin zayıflayan, Rusya’nın güçlenen rollerini dikkate alan Körfez şeyhleri, Washington’la işbirliğine devam ederken Moskova ile de işbirliğini geliştirmenin yollarını arıyorlar.

Özellikle Yemen halkına karşı devam eden gerici savaşın baş sorumlusu da olan Suudi rejimi, içine yuvarlandığı bataklıktan kurtulmak için Rusya’dan yardım istemeye başladı. Buna karşılık Rusya, bölgesel çıkarları gereği, sorunun Yemen’den ibaret olmadığını, Suriye, Irak ve diğer bölge ülkelerinde de sorunlar olduğunu ve Batılı emperyalistlerin karşısında desteklediği İran’la Suriye’nin de dahil olacağı bölge ülkelerinin “teröre karşı koalisyon” kurmaları gerektiğini hatırlatıyor.

Suriye’deki savaştan çıkış yolu konusunda Suudi Arabistan dahil Körfez ülkelerinde de Rusya’nın çözüm önerisine yakınlaşma eğiliminin gelişmeye başladığı gözleniyor. Suriye’ye karşı vahşi savaşın (Türkiye-Katar ikilisi ile birlikte) baş sorumlusu olan Suudi Arabistan’da bile, krallık ailesinin bir kesiminin Rusya’nın girişimine itiraz etmediğini ortaya koyan veriler mevcut. Bu arada Suudi rejiminin Esad yönetimiyle üçüncü ülkeler aracılığıyla iletişime geçtiğine dair ciddi iddialar da var.

Gericiliğin kalesi Suudi rejimi, Rusya’ya yüklü miktarda rüşvet önererek Suriye politikasında değişiklik yapmasını talep etmiş ancak bu girişimi fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Son gelişmeler Suudi rejimi içinde farklı eğilimlerin oluştuğuna, bir kesimin Suriye politikasında değişikliğe karşı çıktığına, diğer bir kesimin ise Rusya’nın inisiyatifini tartışmaya açık olduğuna işaret ediyor.

Mısır yönetiminin Rusya ile yakınlaşması, özellikle Suriye’deki cihatçı çetelere karşı Putin yönetiminin önerdiği cepheye sıcak bakması, Suudi rejimi üzerinde basınç yaratıyor. Mısır’ın IŞİD terörüne karşı net bir tutum almasının, tüm Arap dünyası üzerinde etkili olması kaçınılmaz. Zira Mısır’ın Arap dünyasındaki ağırlığı dikkate alındığında, diğer Arap ülkelerinin Kahire yönetiminin yeni politikasını yok sayan bir tutum içinde olmaları olası görünmüyor.

İşbirliği alanları genişliyor

Mısır dahil, Arap rejimleri ABD ile işbirliğini terk ediyor değiller. Bu işbirliği devam etmekle birlikte, Rusya ile işbirliğinin de artık kaçınılmaz olduğu anlaşılıyor. ABD’nin bu gelişmeleri önleme şansı kalmadı. Göründüğü kadarıyla dünya jandarmalığı zayıflayan ABD’nin bu gelişmelere katlanmaktan başka seçeneği bulunmuyor. Rusya’yı Ukrayna üzerinden sıkıştırmaya çalışan ABD, buna rağmen Putin yönetiminin Ortadoğu’da güçlenmesini önleme olanaklarından yoksun görünüyor. Kuşkusuz ki iki güç arasındaki rekabet ve dolaylı çatışmalar devam edecek. Zira dünya jandarması ABD’nin etkisi zayıflasa da, halen bölgeyi karıştırabilecek ve Rusya’ya karşı yeni hamleler gerçekleştirecek imkanlara sahip

ABD-Rusya arası gerilim ve karşılıklı hamleler devam ederken Putin’in başlattığı inisiyatif, “teröre karşı ortak cephe” oluşturmanın çok ötesine uzanıyor. Mısır başta olmak üzere Arap ülkeleriyle ekonomik, ticari ve askeri alanlarda da işbirliğinin geliştiği gözleniyor. Moskova’yı ziyaret eden Arap devlet başkanlarının Putin yönetimiyle imzaladıkları anlaşmalar, işbirliğinin çok yönlü bir genişleme sürecine girdiğine işaret ediyor.

El Sisi ile aynı günlerde Moskova’yı ziyaret Ürdün Kralı Abdullah da Rusya ile işbirliğini geliştirme sürecini başlattı. Görünen o ki, hem Batılı emperyalistlerle hem siyonist İsrail’le yakın ilişkiler içinde bulunan Ürdün Kralı Abdullah da, gelinen yerde kaderini tümüyle Batılı emperyalistlere bağlamanın akılcı bir seçenek olmadığını düşünenler kervanına katılmış.

IŞİD’e karşı mücadele koalisyonu”

Rusya’nın önerdiği -IŞİD başta olmak üzere- “dinci teröre karşı ortak cephe” oluşturma önerisinin sadece Suriye, İran ve Irak tarafından değil Mısır, Ürdün, bazı körfez ülkeleri, hatta Suudi Arabistan rejiminin en azından bir kanadı tarafından da kabul göreceğine dair yaygın bir kanı var.

Rusya önerisinin kabul görmesinde hem IŞİD tehdidinden kaygı duyulması hem ABD ile müttefiklerinin bu tehdide karşı mücadele konusunda samimi olmadıklarının anlaşılmasının önemli bir rolü oldu. Dinci terörün Rusya’ya uzanma tehlikesi, Putin yönetiminin bu konuda ciddi bir hassasiyet göstermesini sağlıyor. Bu da IŞİD tehdidinden kaygılı olan ve ABD’ye güvenmeyen devletlerin Rusya’nın önerdiği cepheye -en azından verili koşullarda- sıcak bakmalarını sağlıyor. Bu arada Putin yönetiminin Türkiye’yi de bu koalisyona dahil etmeye çalıştığı, ancak AKP iktidarı yıkılmadan bunun gerçekleşmesinin çok güç olacağı yönünde değerlendirmeler de var.

Her koşulda halkların kardeşliği ve enternasyonal dayanışma

Görünen o ki ABD, İsrail ve sadık işbirlikçilerinin karşı ataklar geliştirme ihtimalinin yüksek olmasına rağmen, emperyalist Rusya’nın Ortadoğu’da geliştirdiği inisiyatif önümüzdeki dönemde ivmelenerek devam edecek. Nesnel olarak bu olgu, bütün bir bölgenin emperyalist nüfuz mücadelelerinin arenası haline geleceğini, bunun ise yıkıcı bir bölgesel savaş tehdidini güçlendireceğini göstermektedir. Sadece son dört yıldır Suriye’de olup bitene bakmak dahi, bu gerçeği tüm açıklığıyla gözler önüne sermektedir.

Rusya çok kutuplu dünya sisteminde emperyalist bir güç odağı olmaya doğru ilerlerken, bölge genelinde gerici burjuva rejimler, hatta Ortaçağ kalıntısı krallar yine işbaşında olacaktır. Gelişmeler doğrultusunda işbirliği içerisinde olan güçler ve dengeler farklılaşsa da, IŞİD gibi bir vebayı yaratan kapitalist/emperyalist sistemin egemenliği devam edecetir.

Gerici ön yargıları yıkmak, halen dayatılan etnik, dinsel, mezhepsel boğazlaşmaların önüne geçmek için halkların kardeşliğini bölge geneline yaymak, her tür sömürü, baskı ve eşitsizliğin kaynağı olan kapitalizme karşı mücadele eden işçi emekçilerle siyasi temsilcileri olan devrimci hareketler arasında enternasyonal dayanışmayı güçlendirmek, halen çözülmesi gereken acil sorunlardır. Ortadoğu’da emekçilerin kardeşçe yaşayabilecekleri bir geleceğin kurulması, ancak halklar arası güçlü kardeşlik bağlarının örülmesi ve anti-kapitalist/anti-emperyalist mücadeleyi yükselten güçler arası enternasyonal dayanışmanın yaygınlaştırılmasıyla mümkün olacaktır.

 

 

 

 

Emperyalistlerden Donbass görüşmesi

 

Alman, Fransız ve Rus emperyalizminin temsilcileri, Ukrayna’da artan çatışmaları ele almak için bir görüşme gerçekleştirdi.

Alman hükümet sözcüsü Steffen Seibert’in görüşmeyle ilgili yaptığı yazılı açıklamada liderlerin Donbass bölgesindeki durumun iyileştirilmesi için Minsk Anlaşması’nın temel teşkil ettiği yönünde hemfikir oldukları belirtildi.

Açıklamada hükümet ve devlet başkanlarının ateşkesin sağlanması için üçlü temas grubunun çabalarını desteklediklerine dikkat çekilerek bu ateşkesin 100 kalibreden küçük silahların da yer aldığı ağır silahların çekilmesini de kapsaması gerektiği belirtildi. Ek olarak, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) rolünün ve özel gözlemcilerin güvenliğinin ve hareket etme özgürlüğünün önemli olduğuna işaret edildi.

Açıklamada ayrıca liderlerin Minsk Anlaşması’nda yer alan siyasi süreci de ele aldıkları belirtilirken yerel seçimlerin AGİT standartlarına göre ve İnsan Hakları (ODIHR) gözetiminde Ukrayna yasalarına uygun yapılması gerektiği söylendi. Diğer yandan Hollande ve Merkel’in bağımsızlık yanlısı milislerin bulunduğu bölgelerde ‘anlaşmaya uygun olmayan ayrı seçimler yapılmasının Minsk sürecini tehlikeye sokacağı’ şantajını yaptığı bildirildi.

Amerikancı Ukrayna rejimi, Minsk Anlaşması ile çizilen sınır hatlarına son zamanlarda askeri takviye yapmıştı. Bölgede ‘tam kapsamlı savaş’ uyarıları yapılırken, Ukrayna Devlet Başkanı’nın Donbass’a özel statü verilmeyeceğini açıklaması da gerilimi tırmandırmıştı.

 
§