16 Haziran 2017
Sayı: KB 2017/23

AKP iktidarı hak arama mücadelesini tamamen ortadan kaldırmak istiyor
Ölümü görüp, sıtmaya razı olmak ya da mücadelenin yolunu tutmak!
“KESK bütün ihraçları direnişe çağırmalı ve var olan direnişleri büyütmeli”
Yüksel direnişi saldırılara rağmen sürüyor
“İşimize ve iş güvencemize sahip çıkıyoruz!”
İşçilerden Chinatool Otomotiv yönetimine yanıtlar
Sendika düşmanlığına, kölelik dayatmalarına karşı grev ve direnişler sürüyor
Bekaert’te işten atma: İşçiler sendikaya ve patrona tepkili
MİB MYK Haziran Ayı Toplantısı Sonuçları
Alpagut Direnişi
Trump’ın Vahhabilerle “kılıç dansı” ve Katar krizi
İngiltere seçimi ve İşçi Partisi’nin yükselişi
Birlik ve ayrılığın gölgesindeki İspanya ve ulusal hareketlerin açmazları
“Bağımsızlık referandumu” ve sermaye devletinin gerici direnci
Dinci gericilik eğitime şekil vermeye çalışıyor
Polis, TAYAD üyesi İnanç Özkeskin’i katletti
“Sur halkı göçe zorlanıyor, bölgenin yapısı değiştiriliyor”
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

İngiltere seçimi ve İşçi Partisi’nin yükselişi

 

2016 Haziran’da yapılan referandum sonrasında alınan Brexit (AB üyeliğinden ayrılma) kararı nedeniyle başbakanlıktan ve parti liderliğinden istifa etmek zorunda kalan David Cameron’un koltuğuna oturan Başbakan Theresa May, 2020’de yapılacak olan seçimi öne alarak Nisan ayında beklenmedik bir şekilde 8 Haziran’da erken seçime gitmek istediğini açıkladı. Parlamento da bunu onayladı.

Başbakan, erken seçimle Avam Kamarası’ndaki çoğunluğunu arttırarak AB ile yürütülecek olan Brexit müzakerelerinde elini güçlendirmek istiyordu. İşçi Partisi içindeki tartışmaların kendisi için fırsat olabileceğini düşünmesi ve Brexit sonrası hızla güç kaybeden UKIP’ın (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) seçmen kitlesini çantada keklik kabul etmesi ve yanı sıra İşçi Partisi ile arasındaki 20 puanlık fark olduğunu iddia eden anketlere güvenmesi, erken seçim kararı almış olmasının nedenleri arasındadır.

“Brexit ve sonraki süreçte ülkenin ihtiyaç duyduğu güçlü ve istikrarlı liderliği güvence altına almak için seçimlere ihtiyaç olduğunu” savunan May, seçim kampanyasını da “Güçlü ve istikrarlı liderlik“ sloganıyla yürüttü ve seçim sonucunda hayal ettiği gücü ve istikrarı bulamadı. 331 milletvekilliğiyle girdiği erken seçimden 318 milletvekiline düşerek tek başına hükümet kuramaz hale geldi.

Başbakan May‘in tek başına iktidar olamayacağının görülmesi üzerine uluslararası piyasalarda sert bir dalgalanma yaşandığı, sterlinin dolar ve avro karşısında hızla değer kaybetmeye başladığı ve bankacılık hisselerinin yüzde 4 azaldığı iddia edildi. CBI’nin Genel Müdürü Carolyn Fairbairn, bu durumu “Britanya ekonomisi için ciddi bir an” olarak degerlendirdi ve “Politikacılar sorumlu bir şekilde davranmalı, ülkenin çıkarlarına önem vermeli ve Britanya’nın şirketler için güvenli bir yer olmaya devam ettiğini dünyaya göstermeli” çağrısında bulundu.

Kendi kalesine gol atmak, ya da emekçilerin öfkesine çarpmak

Muhafazakar Başbakan May’in erken genel seçime gitme kararı geri tepti. Theresa May seçimi kazanmasına rağmen 13 koltuk kaybederek kendi kendine ağır bir darbe vurmuş oldu. Başbakan’ın yaşadığı bu sonuç “felaket” olarak değerlendirildi ve kendinden önceki muhafazakar başbakan David Cameron’ın yaşadığı “acı” akıbete benzer bir sonuçla yüz yüze kalındığı benzetmesi yapıldı.

“Güçlü ve istikrarlı liderlik” şiarıyla seçimde “sert” bir politika izleyen May, Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) seçmenlerinin desteğini kazanacağına ve hemen tüm burjuva medyanın “terör dostu” olarak suçladığı İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in seçimi büyük bir farkla kaybedeceği iddiasına fazlasıyla inanmış ve dolayısıyla “büyük bir zafer” beklemişti. Ne var ki sonuç gerçek bir hezimet olarak yaşandı.

May, seçim bildirgesindeki politikalarını uygulamak ve kitlelere sunduğu vaatleri yerine getirmek için “güçlü liderlik, güçlü hükümet ve istikrar”a ihtiyaç duyduğunu belirtmiş ve bunu seçim şiarı olarak formüle etmişti. Onun seçim bildirgesinin özü ve özetini neo-liberal saldırılar ve kemer sıkma politikaları oluşturmaktadır. Ortadoğu’daki savaş ve saldırganlığı desteklemek ve göçmen karşıtlığı siyasetini sürdürmek de onun politikaları arasındadır.

Ekonomik büyüme ve istikrar için kesinti programlarına devam edileceğini de savunan May, “Hiçbir anlaşma yapmamak kötü bir anlaşma yapmaktan iyidir” fikrini savunmakta ve AB ile “derin ve özel bir ortaklık” kurmaya çalışacağını ileri sürmektedir.

Onun akıllara ziyan bir başka çıkışı ise yaşlıların “sağlık harcamalarını ceplerinden karşılamaları” doğrultusundaki önerisi oldu. Bardağı taşıran ve tam bir şok etkisi yaratan bu “yaşlılık vergisi”ne göre 100 bin sterlinden fazla servete sahip olan emekliler aldıkları bakım hizmetleri için ücret ödemek zorunda bırakılacaktı. Sonradan bunu geri çekmek zorunda kalsa da May, sermayenin bu iğrenç saldırısını budalalıkla dile getirmenin faturasını ödemekten kurtulamadı. Toplumun kemer sıkma politikalarından dolayı burnundan soluduğu gerçeğine sermaye adına meydan okuyan May, emekçilerden sert bir tokat yemiş oldu.

Başbakan May’in demokrasi ve özgürlükler adına tam bir skandal olan ama sermaye sınıfının gerçeğine de ışık tutan bir başka çıkışı ise, “terörle mücadele” adına “insan hakları sözleşmesinden çekilebileceğini” arsızlıkla ilan etmiş olması oldu. Başbakan Theresa May, Sun gazetesine verdiği bir mülakatta, bu arsızlığı, “insan haklarını düzenleyen yasalarımız engel teşkil ettiği takdirde engelleri kaldırmak için yasaları değiştiririz” cümlesiyle dile getirmiş ve sözlerine “terör” şüphelilerinin ifadelerini almak için gözaltında tutulma süresini 14 günden 28 güne çıkarmayı planladıklarını da eklemişti. Paris iklim anlaşmasında Trump’a destek sunması da seçim politikasındaki gaflar arasındaydı.

May’in yaşadığı hezimetin gerisinde, işçi sınıfı, emekçi kitleler ve gençliğin neo-liberal sosyal yıkım saldırısına verdiği cevap yatmaktadır. Neo-liberal saldırı dalgası öteki AB ülkelerinde olduğu gibi İngiltere’de de yıldan yıla derinleşerek devam etti ve emekçilerin yüzyıllık kazanımları bir bir budandı. Özellikle de Thatcher’den başlayan ve günümüze kadar devam eden sermaye sınıfının insafsız yıkım saldırıları, işçilerde, emekçilerde ve gençlikte büyük bir öfke biriktirip tepki mayalamış ve bu durum seçim vesilesiyle somut olarak kendisini Başbakan May’e hezimet yaşatmak biçiminde açığa vurmuştur. Bu aynı kitleler gerek AB’nin gerekse de May hükümetinin kendilerine sosyal yıkımdan başka bir şey vaat edemeyeceklerini de deneyimlerinin yanı sıra seçim politikaları vesilesiylen de görmüş oldular. Dolayısıyla yıkım saldırılarının mimarı olduğuna ve olacağına inandıkları May’i cezalandırdılar.

Neo-liberal saldırılara karşı sosyal tepki ve çıkış arayışı

Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin seçim sloganı “Azınlık için değil, çoğunluk için”di. Seçim bildirgesindeki talepler de buna uygunluk arz etmekteydi. “Radikal” reform talep ve politikasıyla seçimlere katılan Corbyn, beklenmedik bir seçmen desteği alarak ve özelikle de gençler arasında inanılmaz bir popülarite kazanarak oyların yüzde 42’sini almış oldu. Böylece İşçi Partisi’ni uzun yıllarından bu yana görülmemiş bir başarıya taşıdı.

8 Haziran seçimini az bir farkla kaybeden Corbyn, partisinin oyunu 3,5 milyon arttırarak seçmen desteğini yaklaşık 13 milyona yükseltti ve partisine 32 koltuk daha kazandırarak seçimden tartışmasız bir başarıyla çıktı. Böylece seçimleri kazanamayacağı ve dolayısıyla da parti liderliğini kaybedeceği inancı ve beklentisi içinde olan partisindeki sağ muhalefete de bir darbe vurmuş ve onlara karşı da güçlü bir konum kazanmış oldu. Seçim kampanyası sırasında biri Manchester, öteki Londra olmak üzere toplam 30 kişinin ölümüyle sonuçlanan ve Corbyn’in hanesine yazılacağına inanılan iki terör saldırısının etkili biçimde kullanılmasının yanı sıra, burjuva medya ve muhafazakârların Corbyn’in Filistin ve İrlanda kurtuluş hareketlerine, Hamas’a verdiği desteği, onun “terör dostu” olduğunun kanıtı olarak sunmaları, bu amaçlı fotoğraflar yayınlamaları ve bu yolla büyük bir yıpratma kampanyası yürütmeleri de bu başarılı sonucu elde etmeyi engelleyemedi.

Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin elde ettiği büyük seçim başarısında “Azınlık için değil, çoğunluk için” şiarı, seçim bildirgesindeki talepler ve “radikal” reform vaatleri önemli yer tutuyor. Zira Corbyn, bunlarla sosyal yıkım saldırılarından ve kemer sıkma politikalarından yılmış, yoksulluğa, işsizliğe ve geleceksizliğe mahkum edilmiş emekçilerin ve gençlik kitlelerinin birikmiş öfkesini, özlemlerini kucaklamayı başarabilmiş görünüyor.

İşçi Partisi’nin manifestosu olarak sunulan bildirgesinde; demiryolları, posta, su, elektrik gibi alanlarda kamulaştırmaya gidilmesi, büyük şirketlerin ve yüksek gelirli kişilerin vergilerinin arttırılarak elde edilecek kaynakların, sağlık, eğitim ve toplu konut gibi hizmetlere aktarılması, emekçilerin üzerinde yük olan KDV oranının düşürülmesi, üniversite harçlarının kaldırılması, asgari ücret zammı, esnek iş sözleşmelerinin kaldırılması vb. taleplere yer verilmektedir. Tüm bu talep ve vaatler işçi sınıfı, emekçi kitleler ve gençlik saflarında yankı yaratmış, umutlarını güçlendirmiş ve bir şeyleri değiştirmenin mümkün olabileceği inancının filizlenmesine neden olabilmiştir. Bu, somut ifadesini İşçi Partisi’nin manifestosuna verilen destekte bulmuştur.

Kapitalist sistemdeki bütünsel-yapısal kriz ve bunun yol açtığı büyük sosyal eşitsizlikler ve çok yönlü sosyal yıkımlar, May’ın hezimete, Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin ise başarı elde etmesine neden olmuştur. İşçi Partisi’nin kazandığı bu büyük başarı, bir kez daha Yunanistan’daki Syriza’yı, Almanya‘daki Die Linke’yi, İspanya’daki Podemos vb. partileri akla getirmiş ve bir kez daha yeni heyecanlar yaratmış bulunuyor.

Biz de daha dün, Ocak 2015’te Yunanistan‘daki sol parti Syriza’nın seçimlerde elde ettiği seçim zaferinin tarihsel öneminden ve bunun emekçi kitlelerin yaşamında yaratacağı iyileştirmelerden söz edenlerin bugün onun ihanetinden söz etmek zorunda kaldıklarını hatırlatmakla yetinmiş olalım. Corbyn önderliğindeki bir İşçi Partisi hükümetinin ise neo-liberal saldırılara, sosyal yıkıma, ırkçılık, militarizm ve savaş politikalarına karşı bir alternatif olup olmadığını, vaatlerini tutup tutmayacağını, emekçilerin özlemlerini karşılayıp karşılamayacağını anlamak ve görmek için uzun süre beklemeye gerek kalmayacaktır. Zira lideri şahsında kimi “radikal” reform talepleri ileri sürülse ve parti sola çekilmeye çalışılsa da söz konusu olan burjuva bir düzen partisidir.

Parlamentarizmin bataklığı ve reformizmin sersemletici ve dalga kırıcı rolü karşısında devrimci bir sınıf programı ve çizgisi, bunun taşıyıcısı olacak olan devrimci bir sınıf partisi önderliği, işçi ve emekçi kitleler için biricik çıkış yoludur.

 

 

 

 

Yaşamak için çalışmak, çalışmak için ölmek!

 

Japonya, dünya genelinde çalışma saatlerinin en uzun olduğu ülkelerden biri. Ülkede son yıllarda çok çalışmaya bağlı ölüm olaylarında bir artış var. ‘Karoşi’ Japonya’da aşırı çalışmaya bağlı ölüm için kullanılan bir ifade. Japonya’da çalışma saatlerinin uzun olması yeni bir durum değil. Uygulama ilk olarak 1960’lı yıllarda başladı. Son dönemde ise Karoşi ölümlerinde artış yaşandı. Resmi rakamlara göre her yıl Karoşi tanısıyla ölenlerin sayısı yüzleri buluyor. Bu ölümlerin gerekçeleri genelde kalp krizi, intihar ve felç oluyor.

“Japon mucizesi” kapitalizmin abc’si

2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında kapitalist sistem, sosyalizm karşısında iki ülkenin yaşam koşullarını ön plana çıkardı: Almanya ve Japonya. Emperyalist paylaşım savaşı sonrası yakılıp yıkılmış ve bir Amerikan sömürgesine dönüşmüşken, yıkımın üstünden daha 20 yıl bile geçmeden dünyanın sayılı sanayi ülkelerinden biri durumuna gelerek, kapitalist dünya için diğer ülkelere örnek gösterilecek bir model oldu, “Japonya mucizesi.” “Japon mucizesi”nin arkasında yer alan şey ise, dünyanın her yerinde olduğu gibi değer yaratan yoksul işçinin canlı emeğiydi. Onlardı, emperyalistlerin ve Japon militaristlerinin yakıp yıktığı bir ülkeden yeni bir ülke yaratanlar. Kendisine “Doğunun ışığı” misyonu biçerek savaşa giren Japonya 12 yaşından başlayarak çocukları ve kadınları fabrikalara sürdü. Genç işçiler tezgâh başından alınıp cepheye gönderildiğinden onların boşluğu çocuklar ve kadınlar tarafından dolduruldu. Savaşta yenilince ABD tarafından ağır bir tazminata bağlandı. Ardından imdadına Kore Savaşı yetişti, sonrasında ise Vietnam Savaşı. Savaşları kendine fırsata çeviren Japonya, ABD’nin müttefiki haline geldi. Müttefikin isteklerini karşılamak için Japonya fabrikaları 7/24 çalıştı. ‘50’li yıllardan itibaren “kalite çemberleri” denen yöntemin uygulanması, dünyanın en ağır koşullarında çalışmaya zorlanan işçilerin aşırı derecede sömürülmesine yol açtı. Mobbing, dini değerler üzerinden basınç, toplu dua okumak vb. uygulamalar çalışma koşullarını çok daha ağırlaştırdı. Çalışma saatleri bakımından Japon işçisi, çağdışı koşullara mahkum edildi. 1965’te Batılı kapitalist ülkelerde yıllık ortalama çalışma süresi 1668 saat dolayında iken, Japon işçisi 2400 saat çalışmaya zorlanıyordu.

Orman kanunlarının geçerli olduğu kapitalizmde işçi sınıfı ağır ve yıpratıcı koşullarda, uzun zaman dilimleri içerisinde çalışmaya maruz kalıyor. Çünkü yaşamak için çalışmak zorunlu. Yüzlerce emekçi bu nedenle ölüyor/öldürülüyor. Zira kapitalizmin abc’si kâr ve daha çok kârdır. Değişen koşullara ayak uydurmak olarak örülen esnekliğin altyapısı, çalışma sürelerinin de belirsizleşmesine yol açmıştır. Esnekleşmeyle yaşanan, çalışma yaşamının yeniden düzenlenmesi oldu. Çalışma yaşamındaki kurallar esnekleştirildi ve ortadan kaldırıldı, böylelikle de kuralsızlık kural haline geldi. Bu kuralsızlaştırma ile birlikte, artık çalışma süreleri de tamamen belirsiz bir hal almaya başladı.

Marx’ın Kapital’de söylediği nokta önemli. Kapitalizm öncesinde iş, insanın yaşamsal etkinliğinin bir parçası idi. Yani, iş, yaşamı sürdürmenin bir aracı olmaktan çok, yaşamın bir parçasıydı. Modern üretime geçilmesiyle birlikte “Ahlakın ve doğanın, yaşın ve cinsiyetin, gecenin ve gündüzün bütün sınırları yıkıldı.” Eskiden “gün ışığı”na göre çalışılırdı ve iş günü 16-18 saati bulurdu. İşçiler “Karınlarını doyurmaya yetecek kadar para” karşılığında çalışıyor; “güneş ışığını hissedemeden” yaşayan işçilerin çoğu ağır çalışma koşulları nedeniyle erken yaşlarda ölüyordu.

Çalışma süresi sınıf mücadelesi için bir patlama noktasını işaretler. 8 Mart’ı vareden işçi sınıfının, 1 Mayıs’ta Haymarket Meydanı’nda toplanan binlerce işçinin en önemli talebidir çalışma sürelerinin kısalması. 1848’de Fransa’da barikatlarda savaşan, İngiltere’de saraylara savaş ilan eden işçi sınıfı kanı ve canı ile 10 saatlik iş gününü yasalara kazıdı. Amerika’da işçilerin söylediği şarkıya kulak verelim.

“Çok çalışmaktan yorulduk
Yaşamaya ancak yetecek kadar para
Düşünmeye ise zaman yok
Güneş ışığını hissetmek istiyoruz
Çiçekleri koklamak istiyoruz
Tanrının bunu istediğinden eminiz
Ve sekiz saati alacağız...”

G. Umut



 
§